HAYATA SUFİ GÖZÜYLE BAKMAK
Süleyman Uludağ*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Kur’an ve sahih hadislerde mevcut olan ilimlerden biri de tasavvuftur. Diğer İslami ilimler dinin zahirî yönünü inceledikleri hâlde tasavvuf, İslam’ın batıni, manevi, ruhani, ve ahlaki cephesini tetkik eden ilim dalıdır. Onun için İslami ilimler tasnif edilirken, terazinin bir kefesine tasavvuf diğer kefesine ise diğer ilimlerin tümünü koymak âdet olmuştur. İslam’daki zahir-batın, lafız-mana, ruh-beden, şekil-muhteva ve çerçeve-öz tarzındaki tasnifin gereği budur.

    Genellikle dünyaya karşı soğuk, maddiyata karşı ilgisiz ve menfaata karşı isteksiz olma hâline zühd, bu hâle sahip olanlara da zahit adı verilmektedir. Fakat İslam’daki zühd, yani dünyadan yüz çevirmek gaye değil, ahirete yönelmenin ve dine rağbet durumuna gelmenin bir vasıtasıdır. Dine, ahirete ve Allah’a râgıp olmak için dünyaya karşı zahit olan kişi aynı zamanda abiddir, dinine ve diyanete râgıp ve sahiptir. Zira Allah’a ibadet ve itaat hâlinde bulunmaktadır. Bu nitelikte olmayan bir zühd anlayışının İslami bir değeri yoktur.

    Maddi menfaatlere arka çevirerek samimi bir şekilde Allah’a ibadet ve itaat hâline dönen ve yönelen bir Müslüman, bu yolda mesafe alırken, sürekli olarak nefsi ile mücahede ve mücadele durumunda bulunur. Aralıksız olarak kalbini maddi kirlerden ve nefsani arzulardan temizlemek için çaba harcar. Riyazet ve nefis mücahedesi denilen şey budur.

    Zahit, Kur’an’da ve sahih hadislerde ifadesini bulan Allah’ın ve resulünün iradelerine uygun hareket edebilmek, dinin emirlerine uyarak yasakladığı hususlardan uzak kalabilmek için kendi iradesini tesirsiz hâle getirmeye ve iş göremez bir durumda tutmaya gayret eder. Allah ve resulünün iradelerinde fani olmak da budur (vahdet-i kusud, fena an iradeti’s-siva). Bu durumdaki bir Müslüman için Allah’ın ve resulünün muradı, matlabı, maksadı ve istediği şey ne ise, kendisininki de odur. Allah ve resulünün iradesi karşısında kendi iradesini ortaya koymaz, bir isteği ve arzusu olduğunu iddia etmez. Zira Allah’ın ve resulünün iradeleri ile uyuşmayan ve bağdaşmayan, onlara zıt düşen beşeri isteklere nefsani, behimi, süfli, şehevi ve şeytani arzular adı verilmektedir ve bu tür aşağı arzular manevi gelişmeyi engellemektedir.

    Gönül aynasını tasfiye etmenin gayreti içinde bulunan ve hulus ile Hakk Teâlâ’ya ibadet eden zahidin kalbi, dinî his ve heyecanlarla dolar. Buna hâl ve ahval adı verilir. Aslında vecd denilen şey de budur. Bazen kalbe ilham gelir. Bu vaziyetteki zahitten keramet denilen birtakım harikulade ve fevkalade hâllerin zuhur ettiği de olur. İşte bu duruma gelen zahit, artık zühd sınırını aşarak marifet ve tasavvuf sahasına geçer. Zahit olma mertebesinden, arif ve sufi olma derecesine yükselir. Tasavvuf gerçeği bu noktada başlar ve daha ileri hedefler istikâmetinde gelişir. Onun için, “Zühd başlangıç, tasavvuf sonuçtur.” denilmiştir.

    Dünya hayatı aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir.”1 “Dünya hayatı sizi aldatmasın.”2 “Dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlencedir.’’3 “Mal ve evlat dünya hayatının (geçici ve aldatıcı) ziynetidir.”4 “Mal ve evlat fitneden başka bir şey değildir.”5 “Dünyada olan her şey fanidir.”6 Bu mealdeki çok sayıda ayet ve hadis, İslami zühdün temelini teşkil eder.

    Zühd, dünyadan el-etek çekmek, kûşe-i inzivaya çekilmek, terk-i dünya mânasına gelmez. Bu mânadaki zühd ruhbanlıktır. Ruhbanlık ise İslam’da yoktur. Zühd, Allah’ın emirlerini eksiksiz olarak ifa edebilmek (takva ve salah hâli) için dünya ile ilgili tutkulardan sıyrılmak ve nefsani arzuların peşinde koşmaktan vazgeçmektir. Başka bir ifade ile zühd, dünyayı mutlak suretle terk ettikten sonra Allah’ın istediği ölçüde ve biçimde tekrar dünyaya dönmek ve orada makul ve meşrû bir tarzda yaşamaktır. Bu şekilde yaşamak ile ulaşılan nokta da tasavvuf olmaktadır. “Allah’ın ismini zikret (ve dünyayı terk ederek) bütün mevcudiyetinle O’na yönel.”7 “Allah ve resulüne itaat ediniz.”8 mealindeki ayetler zühdün müsbet yönünü göstermektedir. Sırtını dünyaya ve maddiyata dönme zühdün menfi yönü, yüzünü İslam’a, ahirete ve Allah’a çevirme ise müsbet yönüdür.

    Vefat ettiği zaman geriye miras olarak pek az mal bırakmış olan Seyyidü’z-Zahidîn Muhammed (s.a.v.) ve onun ilk iki halifesi, dünyada tam manasıyla bir zühd ve fakr hayatı yaşamışlar, bu yönden zahitlere ve fakirlere (fukaralara-dervişlere) örnek ve metbu olmuşlardır.

    Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vahiy hâlleri, ibadeti, itaati, zikri, duaları, mucizeleri, miracı, gayba ait bazı hususları haber vermesi ve ahlâki yaşayışı, onun manevi ve ruhani hayatını meydana getirmektedir. Bu hayat geniş ölçüde ashaba da yansımıştır. Hz. Hanzala (r.a.), “Biz Resûlullah’ın huzurunda bulunurken dinî his ve heyecanlara gark olur, cenneti ve cehennemi gözlerimizle görür gibi olurduk…”9 demiştir. Kaynağı Resûlullah olan, yazılmasına ve anlatılmasına imkân bulunmayan bu nevi his ve heyecanların, sohbet ve ülfet yoluyla nesilden nesile aktarılması, İslam tasavvufunun mayası ve tohumu olmuştur.

    Hz. Ebubekir (r.a.)’ın misafirlerine getirdiği yemeğin bereketlenmesi, misafirlerin karınları doyduktan sonra yemeğin daha da artarak geri götürülmesi,10 hamile olan eşinin kız dünyaya getireceğini doğumdan evvel haber vermesi11 bazı ayetlerin Hz. Ömer’in kanaatine uygun olarak nazil olması (Muvafakat-ı Ömer), sahabe içinde keramet sahibi ve ilhama mazhar zevatın bulunduğunu açıkça göstermektedir. Tasavvuftaki keşf, ilham ve kerametin kaynağı, büyük mürşid Muhammed (s.a.v.) tarafından terbiye edilmiş olan sahabedir. Sufiler, Hz. Peygamber’in ruhani ve manevi hayatının vârisleri ve taşıyıcılarıdır.

    Hicri ilk iki asırda Müslümanlar arasında var olan manevi ve ruhani hayatın, dünyadan uzak kalma kısmına da, keşf ve keramet bölümüne de zühd adı verilmekte idi. Bu dönemde zühd ile tasavvuf birbirinden ayrı şeyler değildi. Bu çağlarda yaşamış olan zahit ve abidlere hâkim olan dinî his ve şuur, Allah korkusu ve ahirette cehennemde yanma kaygısı idi. Başlarında Hasan Basri’nin (ö.H. 110) bulunduğu bu zümreye “bekkain, haifin, haşin” (ağlayanlar, korkanlar, endişeliler) gibi isimler verilmekte idi. Hicri XI. asrın sonlarında öncülüğünü Rabiatü’l-Adeviyye’nin (ö.H. 185) yaptığı bir grup abid ve zahit, Hasan Basri ve onu takip edenler tarafından benimsenmiş olan zühd anlayışını çok önemli bir değişikliğe uğratıyor, galip ve hâkim unsuru Allah sevgisi olan bir zühd anlayışının yaymaya çalışıyordu. Hasan Basri’nin zühdünde Allah korkusu, Rabia’nın zühdünde ise Allah sevgisi ön planda tutuluyordu.

    Emevîler ve Abbâsîler zamanında dünyaya sınırsız bir şekilde dalınmış olması, zevk u safa içinde hayat geçirmenin moda hâline gelmesi, lüks ve israfın başını alıp gitmesi, diğer taraftan birçok Müslümanın hadis, siyer, megazi, kıraat, fıkıh, kelam ve tefsir gibi nakli, akli ve zahirî ilimlerle meşgul olmaları kendilerine “nasik, abid, karra, zahit” denilen dindar bir zümrenin keskin çizgilerle ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Zühd hareketi üzerinde yabancı kökenli fikir ve akidelerin tesiri üzerinde burada durmuyoruz. İşte bu zümre h. II. asrın sonunda ve II. asrın başında “Sûfîyye” ve “Mutasavvıfa” ismini almıştır. Kuşeyrî’nin anlattığına göre bu isim ilk defa sünni zahitlerine, bidat mezheplerine mensup olan abid ve zahitlerden ayırt etmek için Ehl-i sünnetin abit, salih, takva ve vera sahibi dindar kişileri için kullanılmıştır. Fakat aynı asırda Irak’ta yaşamakta olan sünni zahitlerine sufi denilirken Horasan taraflarında yaşayanlara melameti ve ehl-i melamet deniliyordu. Daha sonra bütün sünni zahit ve abidlere sûfî denilmiştir. Irak’taki sufilerle, Horasan’daki melamet ehli arasında birtakım telakki farkları da mevcuttur.

    Tasavvuf cereyanının doğuşunu hazırlayan ve sağlayan ilk ve hakiki sufilerin en önemlileri şunlardır: Ma’ruf Kerhî (ö. H. 200), Ebu Süleyman Dârânî (ö.H. 215), Bişr Hafî (ö.H. 227), Haris Muhasibî (ö.H. 243), Zunnûn Mısrî (ö.H. 245), Bayezid Bistamî (ö.H. 261), Cüneyd Bağdadî (ö.H. 297), Hamdun Kassar (ö.H. 271), Seri Sakatî (ö.H. 257), Ebu Said Harraz (ö.H. 272), Hakim Tirmizî (ö.H. 285), Sehl-i Tüsteri (ö.H. 273), Ebu’l-Hüseyin Nurî (ö.H. 295), Ebu Hafs Haddad (ö.H. 260), Şiblî (ö.H. 334), Rüveym (ö.H. 303), Huldî (ö.H. 348), Ebu Talib Mekkî (ö.H. 386), İbn Hafîf (ö.H. 372), Kelâbazî (ö.H. 380), Serrâc (ö.H. 387), Sülemî (ö.H. 412), Ebu’l-Hayr (ö.H. 440), Ebu Hasan el-Harakanî (ö.H. 425), Kuşeyrî (ö.H. 465), Hücvirî (ö.H. 466), Herevî (ö.H. 481), Gazzâlî (ö.H. 505).

    Hicri III., IV. ve V. asırda yaşamış olup bütün Sünnîlerce muteber ve makbul sayılan mutasavvıflar bunlardır. İslam tasavvufunun kurucuları ve ilk mümessilleri olan bu zevat tasavvuf tarihinin her döneminde saygı ile yad edilmişlerdir. Bunlardan Kelâbazî’nin et-Taarruf’u, Kuşeyrî’nin Risale’si, Hücvirî’nin Keşfu’l-Mahcub’u, Ebu Talib Mekkî’nin Kûtu’l-Kulûb’u, Serrec’ın el-Luma’ı, Sülemî’nin Tabakatu’s-Sûfîyye’si, Ebu Nuaym’ın Hilye’si, Herevî’nin Menazilü’s-Sairin’i, Gazzâlî’nin İhyâ’sı ve Haris Muhasibî’nin er-Riaye’si, İslam tasavvufunun ilk ve önemli kaynak eserleri kabul edilmektedir. Hepsi de matbudur. Önemli bir kısmı Türkçeye tercüme edilmiştir. Ayet ve sahih hadisler paralelinde gelişen İslam tasavvufu en iyi şekilde bu eserlerde ve bu eserlerin müellifleri tarafından anlatılmıştır.

    Hücvirî bu dönemde Muhasibiyye, Kassariyye, Hafîfiyye, Seyyariyye, Nuriyye, Sehliyye, Hakimiyye, Tayfuriyye, Harraziyye ve Cüneydiyye… gibi bazı tarikatların mevcut olduğundan bahseder. Fakat bugün anlaşılan manada o zaman bir tarikat anlayışı mevcut değildir. Hicri VI. asırdan itibaren, bir kısmı zamanımıza kadar gelmiş olan birtakım tarikatların zuhur ettiğine şahit olmaktayız ki, bu durum, tasavvuf tarihi bakımından oldukça önemlidir. Böylece tarikat öncesi tasavvuf dönemi kapanmış, tarikat anlayışına dayanan yeni bir devir başlamıştır. Kurulan tarikatlardan bazıları ve önemli olanları şunlardır: Kadiriyye (Abdulkadir Geylani: ö.H. 561), Yeseviyye (Ahmet Yesevî: ö.H. 562), Rifaiyye (Ahmet Rifaî: ö.H. 578), Kübreviyye (Necmüddin Kübra: ö.H. 618), Sühreverdiyye (Şihabüddin Sühreverdî: ö.H. 632), Şazeliyye (Şazelî, ö.H. 654), Ekberiyye (İbn Arabî: ö.H. 637), Mevleviyye (Mevlana: ö.H. 672), Bedeviyye (Ahmet Bedevî: ö.H. 676), Nakşibendiyye (Behaeddin Nakşbend: ö.H. 791), Safeviyye (Safiyyuddin Erdebilî: ö.H. 735), Halvetiyye (Zahit Gilanî: ö.H. 750). Hz. Mevlana’nın çağdaşı olan ve Anadolu’daki tasavvufi hareketler bakımından çok mühim sayılan Ahi Evran, Hacı Bektaş ve Yunus Emre gibi büyük şahsiyetler de h. VII. asırda yaşamışlardır.

    Tarikatların ortaya çıkıp bütün İslam dünyasına yayılmasıyla birlikte, daha evvel mevcut olan ve müseycid, mescit, düveyr, deyri, savma, hankâh, dergâh, asitane, zaviye, tekke ve ribat gibi isimler alan tasavvufi kurumlar da her tarafa yayıldı. Zahirî ilimler için medresenin durumu ne ise tasavvuf için de tekkenin vaziyeti o oldu. Tekke özellikle İslam’ın neşir ve tebliğ edilmesinde, edebiyat, şiir ve musiki gibi güzel sanatların gelişmesinde, edep ve ahlak gibi terbiye vasıtası olan bilgi dallarının ilerlemesinde ve tatbikat alanına konulmasına önemli hizmetler ifa etmiştir.

    Tasavvuf tarihi h. VII. (m. XIX) asırda yeni, büyük ve çok önemli bir gelişmeye sahne oldu. İbn Arif (ö.H. 535), İbn Meserre, İbn Berrecân (ö.H. 594), İbn Kasî (ö.H. 546), Ebu Medyen (ö.H. 594), İbn Dehhak (ö.H. 611) ve Attar (ö.H. 627) tarafından tohumları atılan ve gerekli zemini hazırlanmış ve vahdet-i vücudu esas alan tasavvuf görüş İbn Arabî (ö.H. 637) tarafından açık bir şekilde ortaya konuldu. Sadrettin Konevi (ö.H. 667), İbn Fârız (ö.H. 667), Şüşterî (ö.H. 668), Afifuddin Tilemsanî (ö.H. 690), Mevlana (ö.H. 672) ve Abdülkerim Cilî (ö.H. 805) gibi büyük mutasavvıflar tarafından işlenerek geliştirildi. Bu cereyan kısa sürede bütün İslam âlemine hâkim olarak âdeta tasavvufla aynileştirildi. Panteizmle mistisizmin aynileştirilmesi ne kadar hatalı ise vahdet-i vücutla tasavvufun aynileştirilmesi de o kadar yanlıştır ama bu hususa pek dikkat eden olmadı. Genellikle Yunan tasavvuf telâkkisini kabul etmeyenler, tasavvufu da ret ve inkâr etmiş sayıldı. Vahdet-i vücudun tasavvufa girmesinin ve ona büyük ölçüde hâkim olmasının kaçınılmaz bir sonucu olarak tasavvuf, bir tür felsefe hâline geldi. Artık tasavvufta varlık ve bilgi problemi ve metafizik konular ağırlık kazanmaya başladı. Böylece önce tasavvuf, daha sonra İslam dini geniş ölçüde spiritüalist (ruhçu) bir karakter kazandı. Maddeden nefret edilmeye, ruh lehinde bedenden tiksinmeye ve çoğu hayalî olan felsefi ve metafizik meseleler için gerçek ilimden uzaklaşılmaya başlandı. Netice olarak İslam’daki beden-ruh ve dünya-ahiret arasında kurulmuş olan dakik ve hassas denge, ruh lehinde ve madde aleyhinde esastan bozulmuş oldu. Şimdi nasıl dünya için ahiret terk ediliyorsa, o zamandan itibaren de ahiret için dünyanın terk edilmesi gerektiği inancı İslam toplumunda giderek kuvvetlendi ve yaygınlaştı. Böylece, başlangıçta İslam’da bulunmayan ruhbanlık, şekil değiştirerek İslam muhitine girmeyi başardı. Tevekkül, rıza, teslimiyet, kaza, kader gibi dinî konular bu ruhçuluk anlayışı içinde yorumlanmaya başlandı. Açıktan açığa sünnete aykırı olduğu hâlde ömür boyu evlenmeden yaşamak bile İslami bir meziyet ve fazilet olarak takdim edildi. Ev ve evlat sahibi olmamayı tavsiye eden hadisler uyduruldu ve bu hadislerle amel edildi. Netice olarak h. VII. asırdan itibaren İslam’la olan bağını bazen zayıflatan bazen de koparan, fakat hiçbir zaman güçlendirmeyen vahdet-i vücuda dayanan tasavvuf hareketi, kontrolsüz kalınca, ruhçuluğun karanlıklarında çıkmaza girdi. Onun için de yeni ve orijinal sayılabilecek bir mahsul veremedi.

    H. III. ve IV. asırda doğmuş, V. asırda gelişme, VI. ve VII. asırda yükselme çağını yaşamış olan tasavvuf, VIII. asırda duraklamaya ve daha sonraki asırlarda ise gerilemeye başladı. Gerçi zaman geçtikçe tasavvufun taraftarları ve mensupları çoğalmıştı ama bu çoğunluk, tasavvufun cereyanının kuvvetlenmesine ve ilerlemesine değil, gerilemesine ve inkiraza uğramasına sebep olmaktan başka bir işe yaramadı. H. VIII. asırdan sonra da büyük mutasavvıflar yetişmiş ve bunlar tarafından değerli eserler yazılmıştı ama bunların sayıları azdı; nitelik itibariyle de öncekiler seviyesinde değillerdi. Tasavvuf tarihinin son yedi asrını da duraklama, gerileme ve izmihlâle uğrama dönemi olarak kabul etmek mümkündür. Diğer İslami ve zâhirî ilimler, h. IV. ve V. asırlarda durakladıkları hâlde tasavvufun h. VII. asrın sonuna kadar ilerlemeye devam etmiş olması oldukça dikkat çekicidir. En meşhur mutasavvıflar h. VI ve VII. asırlarda yetişmiş oldukları hâlde, hadis, fıkıh, tefsir, kelam ve kıraat gibi ilimler en büyük temsilcilerini çok daha önceki tarihlerde yetiştirmişler, bu asırlarda eskiden yetiştirmiş oldukları kıymetler ölçüsünde de alimler ve temsilciler yetiştirmeye muvaffak olamamışlardır. Tasavvuf tarihinin nisbeten yakın çağlarda yetiştirmiş olduğu İmam Rabbanî (ö. H. 1034) ile Şah Veliyüllah Dehlevî’yi (ö.H. 1176) bir istisna kabul etmek icap etmektedir.

    Daha doğuşundan itibaren hadis, kelam ve fıkıh alimleri tarafından mutasavvıflara bazen mutedil, fakat daha çok sert tenkitler ve hatta ithamlar yöneltilmiştir. Tasavvuf tarihinin her döneminde şeriata bağlı olmayan mistiklerin var oldukları düşünülürse, zâhir alimleri tarafından gösterilen tepkilerin yersiz olduğu söylenemez. Esasen şeriat dışı mistik cereyanlara, heretik akımlara ve mensuplarına yöneltilen bu nevi tenkitlere hakiki sufiler de bütün samimiyetleriyle katılmışlar ve bu konuda hiçbir şekilde zâhir ulemasından geri kalmamışlardır. İbahiyye, Hulusiyye, Noktaviyye, Kalenderiyye, Bektaşiyye, Hurremiyye gibi Sünnilik dışı mistik cereyanlara karış Sünnî sûfîlerin itirazları ve tenkitleri zahir ulemasından daha tesirli olmuştur. Bu nevi şeriat dışı mistik akımların İslam cemiyetinde ve tasavvufi çevrelerde ortaya çıkmış olması; ilkel dinlerin, eski İran dinlerinin, Yahudilik’le Hristiyanlık’ın, özellikle felsefi hareketlerin sürekli baskı ve tesirleri neticesidir. Gayr-i İslami fikir ve inançlar, yaşayabilmek için en uygun zemini tasavvufta bulmuşlardır. Ancak bu gibi durumlara bakılarak tasavvufun kökten ret ve inkâr edilmesi, zâhir ilimlerin ret ve inkâr edilmesinden daha az zararlı ve tehlikeli değildir. Merdud tarikatlarla makbul tarikatlar arasındaki fark, Sünnî mezheplerle bid’at mezhepler arasındaki farka benzemektedir.

    Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in hayatında adı konmamış bir tasavvufi hayat tarzı vardır. Kur’an’da ve sahih hadislerde ifade edilmiş olan tasavvuf ve zühd anlayışı, istisnasız bütün İslam âlimleri tarafından kabul ve müdafaa edilmiştir. Ancak gelişme ve yükselme döneminde ortaya çıkan bazı tasavvufi telâkkiler ve cereyanlar, sürekli olarak tenkit ve münakaşa konusu olmuştur. Sünni âlimler, hiçbir zaman Ene’l-Hakk dediği için kadı ve müftülerin verdikleri fetva ile idam edilen Hallâc’ın tasavvuf anlayışı ile vahdet-i vücud esasına dayanan İbn Arabî’nin tasavvufunu kabul hususunda ittifak edememişlerdir. Bu mahiyetteki tasavvuf, bazı âlimler tarafından kabul ve müdafaa edilirken, diğer bazıları tarafından sürekli olarak ret ve inkâr edilmiştir. Genellikle kelam, fıkıh ve hadis alimleri, hatta bir kısım sufiler bile bu manadaki tasavvuf anlayışının karşısında olmuşlardır. Tekke-medrese ve derviş-molla çekişmesinin vücut bulan şathiyeleridir.

    Haris Muhasibî ile Cüneyd Bağdadî gibi sufiler tarafından kurulan, Kelâbazî, Serrâc, Mekkî, Kuşeyrî, Sülemî, Hücvirî, Ebu Nuayn ve Herevî tarafından geliştirilen akla ve nassa bağlı İslam tasavvufu Gazzâlî’de kemale ermişti. Bu manadaki tasavvuf dahi zaman zaman zahir ulemasının tenkidine maruz kalmış ise de tenkitler ve ithamlar; kuvvetli, sürekli ve tutarlı olmamıştır. Diğer taraftan Hallâc-ı Mansur, Bayezid Bistamî, Şiblî, Nefferî, Hakim Tirmizî, Ebu Said Ebu’l-Hayr, Sadreddin Şirazî, Sühreverd-i Hâlebî, İbn Arabî, İbn Fârız, İbn Seb’in gibi mutasavvıfların temsil ettikleri cüretli, taşkın ve hatta aşırı tasavvuf anlayışına ulemanın önemli bir bölümü bütün gücüyle karşı çıkmış, bu nitelikteki tasavvuf anlayışının İslam’daki manevi ve ruhani hayatın değil, Yeni Eflatunculuğun, Hristiyan mistisizminin, Yahudi kabalizminin, Sabiiliğin, Gnostisizm’in, Eski İran dinlerinin, Budizm’in ve Brahmanizm’in İslam cemiyetindeki bir devamı olduğunu her fırsatta ilan etmekten geri durmamıştır. İbn Hâldun ile İbn Teymiye ve takipçileri bu kanaatte olanların başında yer almışlardır. Onlara göre vahdet-i vücud ve hulul kokan tasavvufi telâkkiler yabancı kökenlidir; İslam’a zarardan başka bir şey temin etmiş değillerdir. Bugün, Körfez ülkelerinin resmî görüşü de budur. Osmanlılardaki Birgivî ve onun takipçileri olan Kadızadelerin kanaatleri de bu merkezdedir.

    Yunus Emre, Hacı Bektaş, Pir İlyas Horasanî, Aşık Paşa, Ahi Evran, Hacı Bayram, Eşrefoğlu Rûmî, Akşemseddin, Ömer Sıkkin, Sinan Paşa, Ömer Rûşenî, Lamii Çelebi, Aziz Mahmud Hudaî, İsmail Hakkı Bursevî, İbrahim Hakkı Erzurumî, Sarı Abdullah, İsmail Ankaravî, Yazıcızade Mehmet Efendi, Ahmed Bican, Niyazi-i Mısrî, Bali Efendi, Abdullah Bosnevî, Galib Dede… gibi birçok mutasavvıf Anadolu ve Balkanlar Türkiyesi’nde tasavvufun yayılmasında ve yerleşmesinde önemli ve değerli görevler ifa etmişlerdir. Bir kere daha tekrar edelim ki, h. VII. asırdan sonraki tasavvuf, pek az istisnasıyla daha evvelki tasavvufun bir tekrarından ve taklidinden başka bir şey değildir. Hatta zaman uzadıkça tekrar ve taklit işi dahi becerilememiştir. Böylece çöküşe yüz tutan tekke ve tarikat hayatı, zaman zaman girişilen ıslah hareketlerine rağmen varlığını sürdürmeyi başaramamış, mübtelâ olduğu müzmin hastalıktan kurtulamamış, 1925’te çıkarılan bir kanunla tarikat ve tekke faaliyetleri tümüyle resmen yasaklanmıştır.

    348/959’da vefat etmiş olan Ebu Hasan Buşencî, “Bugün tasavvufun ismi var ama hakikati yoktur. Daha önce ismi yoktu lakin hakikati vardı.” demişti.12 Tasavvuf, tarikat ve tekke gibi isimler ve terimler sonradan ortaya çıkmıştır. Bu nevi isim deyimler var olmadan önce İslam’da bir manevi, ruhani ve ahlaki hayat vardı. İslam’ın cevheri ve ruhu olan bu hayat hiçbir zaman yasaklanamaz, yok edilemez, reddedilemez, bu özün ve ruhun yok olması İslam’ın yok olması demektir. Bugün yapılması lazım gelecek şey isim ve ıstılah üzerinde değil, ruh ve cevher üzerinde durmaktır.

    Bugün tarikat ve tekke faaliyetleri resmen yasaklanmış ve kanunen suç sayılmış bir durumdadır. Buna rağmen bugün Türkiye’nin her tarafında gayriresmi ve gayri kanuni olarak tarikat ehli, faaliyetlerini devam ettirmektedir. Bugünkü tarikatların bir kısmı esasen şeriat dışı (heretik, anomist, batıl)dır. Diğer kısmının önemli bir bölümü esas ve kök itibariyle şeriata uygun olduğu hâlde asli hüviyetini kaybederek şeriat dışı tarikat hâline gelmişlerdir. Bunlar da şeriata olan bağlarını ya zayıflatmışlar veya tamamen koparmışlardır. Şeriata uygun olan tarikatların pirleri ve şeyhleri ya cahil, mutaasıp, mukallid veya içi boş kişilerdir. İşleri güçleri şekilcilik ve merasimciliktir. Tasavvufi hâllerde ve irfanda bulunması lazım gelen derinlikten kendilerinde eser yoktur; oldukça sathîdirler veya samimi değillerdir. Riyakârdırlar. İtibar, hürmet ve menfaatten başka kaygıları ve gayeleri yoktur. Bugün Anadolu’da –Alevilerde dedeler sülalesinde olduğu gibi– soy güden ve babadan oğluna miras kalan evladiyelik tarikat kolları ve ocakları mevcuttur. Eski bir deyimle “ender-i nevâdir” kabilinden de olsa hem bilgili hem de samimi tarikat temsilcileri yok değildir. Fakat bunların da bir Gazzâlî ve Mevlana ölçüsünde salahiyetli ve ehliyetli mutasavvıf olmadıkları, İhyâ ve Mesnevî ayarında işlek zekâ ve bol ilham mahsulu eserlerinin bulunmayışından bellidir. Buna rağmen bu nevi meşayih tarafından temsil edilen günümüzdeki tarikat faaliyetlerinin İslam cemaati üzerinde bir hayli tesirli olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Bu tesirlerin faydalı ve müsbet sonuçlar verdiği de vakidir. Lâkin cahil mutaassıp, mukallid, şekilci, merasimci –ki bu nitelikteki ehl-i tarika sofiye-i rüsum denir– gösterişçi ve istismarcı şeyhler tarafından yürütülen tarikat faaliyetlerinin cemiyetimiz üzerinde zararlı ve menfi tesirleri daha fazladır.

    Şu hususu da unutmamak gerekir. Bugün tasavvufi fikir ve düşünceler sadece tarikatlar ve şeyhler vasıtasıyla İslam cemaati üzerinde tesirli olmamaktadır. Tarikatla ilgisi bulunmayan münevver İslam düşünürleri için de tasavvufi eserler çok önemli bir bilgi kaynağı olma özelliğini muhafaza etmektedir. Gazzâlî’nin İhyâ’sı, Kuşeyrî’nin Risale’si, Mevlana’nın Mesnevî’si gibi tasavvufun önemli kaynak eserleri daha ziyade şeyhlik ve tarikatla ilgisi bulunmayan ilim meraklısı ve fikir heveslisi müslümanlar tarafından dikkatle okunmakta ve istifade edilmektedir. Hatta bağlı bulundukları şeyhleri ve bu şeyhlerin düşünceleri dâhilinde kalmaya mahkûm olan müridler bu nevi klasik eserlere karşı isteksiz, ilgisiz ve soğuk bir tavır takınmakta, tarikatları ile ilgili eserlerle, şeyhlerinin düşünce ve tavsiyeleriyle yetinmeyi bir akide hâline getirmiş bulunmaktadırlar. Tarikat ehli olmayan Müslüman düşünürlerin ve ilim taliplerinin tasavvufun klasik eserine ilgi göstermesini, tarikatların kuruluşundan önceki ilk tasavvuf hareketine benzemesi bakımından hayırlı ve uğurlu bir gelişmenin işareti olarak kabul etmek gerekmektedir.

    H. XIV. asrın başında tasavvuf tarihine genel hatlarıyla temas ederken 1938’de vefat etmiş olan büyük mütefekkir ve mutasavvıf Muhammed İkbal’i hatırlamamak hata olur. Gazzâlî, Kuşeyrî, İbn Arabî, İmam Rabbanî ve Mevlana gibi başka bir büyük mutasavvıf da İkbal’dir. İkbal örneği günümüzde büyük mutasavvıflar yetişebileceğini, büyük mutasavvıf yetişme vakıasının zamanının geçmiş olmadığını bize ispatlamaktadır. Yeter ki İslam düşüncesi kendi esas mecrasına girerek tabii hedefi istikâmetinde akabilsin; önüne suni setler ve barajlar konulmasın.

    Günümüzün siyasi, iktisadi, sınai, ictimai, felsefi ve kültürel şartları, teknolojinin hızla gelişmesi ve milletler arası münasebetler tasavvufi hayatın yeniden gözden geçirilmesini ve değerlendirilmesini zaruri kılmaktadır. İkbal, bu hususu kavradığı için çağımızın en büyük mutasavvıfı olmuştur. Bu gibi gelişmeler karşısında makul ve gerçekçi bir tavır takınmayan tarikatlar ve tasavvufi hareketler, eskinin kötü bir tekrarı ve taklidi olmaktan öteye gidemezler. Geniş bir kültüre, engin bir dünya görüşüne, sağlam ve geçerli bilgilere en fazla muhtaç olan, İslam dininin hakiki mürşitleri ve dinimizin kâmil mümessilleri olan mutasavvıflardır. Tasavvufun ilerlediği dönem, İslami hayatın güçlü olduğu dönemdir. Gerilediği devre İslami hayatın ve medeniyetin gerilediği dönemdir. Onun için de yukarıda işaret edilen tasavvufun ilk ve asli kaynaklarını hareket ve başlangıç noktası kabul etmek, çağımız gerçeklerini de dikkate alarak tasavvufi hayata ona göre bir gelişme zemini hazırlamak, bunu yaparken de gelinen noktadan geri dönmemek, aksine ileriye doğru hamle yapmanın gayreti, hevesi, aşkı ve şevki içinde olmak gerekecektir.

    Maddi refah ve teknolojik gelişme, manevi ve ruhani hayat üzerinde, yani tasavvufi hayat üzerinde biri diğerine zıt iki türlü tesir etmektedir:

    a. Bu, hayatın önem ve değerini kaybetmesine sebep olmaktadır. Maddeten gelişen ve zenginleşen fertler ve cemiyetler, manevi yönden gerilemekte ve fakirleşmektedir.

    b. İktisadi gelişme ve maddi zenginlik, ne kadar fazla olursa olsun fertlere ve cemiyetlere arzu edilen huzuru ve gerçek mutluluğu vermemektedir. Tersine, fertleri ve cemiyetleri huzur ve saadetten uzaklaştırarak maddiyatın baskısı ve sıkıntısı içinde yaşatmaktadır. İşte bu ikinci hâl, durumlarını güçlendirmeleri için İslam mürşitlerinin ve din mümessillerinin göz önünde bulundurulması gereken bir vaziyettir. Tasavvufa ve tarikatlara ilgiyi arttıran şey de budur.

    On dört asırlık tasavvuf tarihinin ilk yedi asrı gelişme, ilerleme ve yükselme, ikinci yedi asrı duraklama, donma ve gerileme ile geçmiştir. Şimdi üçüncü yedi asrın başında bulunmaktayız. Bu dönemin ikinci on yedi asır gibi olmayacağını söylemek, hiçbir şekilde kehanet sayılmamalıdır. O hâlde Cenâb-ı Hakk’tan niyazımız, üçüncü yedi asrın da ilki kadar feyizli ve parlak geçmesini nasip etmesidir. Tasavvufi hayatın üçüncü yedi asrına bu şuur, bu inanç, bu aşk ve bu şevkle girerken çok zengin tarihî tecrübelere ve bol malzemeye sahip olduğumuzu da sevinerek belirtmeliyiz. Eğer bu tecrübeler ve malzemeler makul ve gerçekçi bir anlayışla değerlendirilirse, şüphe yok ki tasavvufun geleceği çok parlak olacaktır.

    Hz. Peygamber buyurur: “Ümmetimden bir zümre kıyamete kadar hak üzere bulunmak suretiyle varlığını sürdürecektir, birilerinin onlara karşı çıkmaları kendilerine zarar vermez.”13

    Ümmetimin meseli yağmur meseli gibidir, başı mı sonu mu daha hayırlıdır belli olmaz.”14

    Ümmetim mübarek bir ümmettir, öncekiler mi sonrakiler mi daha hayırlıdır, bilinmez.”15

    1 Al-i İmran, 3/185.

    2 Lokman, 31/33.

    3 Muhammed, 47/36.

    4 Kehf, 18/46.

    5 Enfal, 8/28.

    6 Rahman, 55/26.

    7 Müzzemmil, 73/8.

    8 Al-i İmran, 3/32.

    9 Müslim, Tevbe, 3.

    10 Buhari, Mevakit, 41; Müslim, Eşribe, 32.

    11 Muvatta, Akziye, 4.

    12 Sülemî, Tabakatu’s-Sûfiyye, s. 459.

    13 Buhari, İltisam, 10; Müslim, İman, 247; İmaret, 170-174; Tirmizî, Fiten, 27; İbn Mâce, Fiten, 9.

    14 Tirmizi, Edeb, 81

    15 Aclunî, Keşfu’l-hafâ II, 198.

    * Tasavvuf Tarihi Profesörü