Batı Felsefesinin Kadim Mistisizmi
Robert M. Wallace*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Geçtiğimiz yarım yüzyıl boyunca, İngilizce konuşan ülkelerde yahut Avrupa’nın çoğu yerinde akademide felsefe çalıştıysanız, mistisizmden kesinlikle kaçınmak gerektiği şeklindeki bir yoruma muhatap olma ihtimaliniz yüksektir. Günümüz felsefecileri “mistik” kelimesini genellikle “irrasyonel,” “öte dünyalı” ve “sarhoş”un eş anlamlısı olarak kullanmaktadırlar. Bu durum mistisizme derin ilgi duyduğu düşünülen meşhur Batılı felsefecilerin uzun tarihçesi göz önüne alındığında çarpıcıdır. Batı felsefesinin etkili bir kurucu figürü olan Platon, görünürde, gayet “mistik” görünen “Bizatihi İyi”nin rüyeti üzerine meşhur yazılar yazmıştır. Modern felsefecilerden G.W.F. Hegel; Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Meister Eckhart ve Jakob Boehme gibi tanınmış mistik yazarları yüceltmiştir. Erken yirminci yüzyılın en seçkin Amerikalı felsefecisi William James, The Varieties of Religious Experience (1902) [Dinî Tecrübenin Çeşitleri] eserinin büyük bir bölümünü birinci ağızdan mistik deneyim anlatılarının yer aldığı öznel bir koleksiyona ayırmıştır. Bu etkili şahısların hiçbirisi, mistisizmi salt bir sarhoşlukmuş gibi düşünmemişlerdir.

    Ancak, yirmi birinci yüzyılın başlarında hiçbir seçkin Batılı felsefeci mistisizme ciddi anlamda ilgi duyuyormuş gibi görünmemektedir. Hatta hiç kimse, geçmiş felsefecilerin mistisizme olan ilgisine dair hiçbir detay bile vermemektedir. Platon ve Hegel’le ilgili son zamanlarda yapılan önemli eleştirilere bakan birisi Platon ve Hegel’in, mistisizme neredeyse hiç ilgi duymamış olduğu izlenimine kapılabilir.

    Peki, tavırlarda meydana gelen bu değişim nasıl gerçekleşmiştir? Bu değişim kesinlikle aynı dönem boyunca felsefecilerin dine olan ilgisiyle paraleldir ve ikisi de ortak bir düşüş yaşamıştır. Günümüz felsefecilerinin muhtemelen çoğunluğu, on yedinci yüzyılın bilim devriminin hem dini hem de mistisizmi katî bir şekilde modası geçmiş kıldığını ve yirminci yüzyıldaki felsefenin, nihayetinde, bu faydalı gelişmeyi yakaladığını varsaymaktadır.

    Görünen o ki, bu hikâye fazla basit. Bilim devriminin bileşenlerinin çoğu Platon’un Atina’sında zaten mevcuttu. Matematik ve astronomide büyük adımlar atılıyor, Democritus gerçekliğin maddenin atom denilen birimlerin etkileşimiyle anlaşılabileceği fikrini geliştiriyordu. Platon yeni matematik ve astronomiyi alkışlamakla birlikte Democritus’un maddeciliğine direniyor ve böyle yaparak gelecek iki bin yılın çoğu felsefecisinin yönünü belirliyordu.

    Peki, maddeciliği reddederken Platon ve takipçileri dinin oyununa mı geliyorlardı yoksa sadece kendi fikirleri sarhoşane bir şekilde kafalarını mı karıştırmıştı? Bu filozların neyi anladıklarını, meselelerine hoş bir şekilde bakarak anlamaya çalışarak açıklayacağım.

    Öncelikle “mistisizm”den kastımın ne olduğunu açıklayarak başlayayım. Bununla, sözlüklerde genelde ikinci ve üçüncü anlamlar olarak verilen “müphem, mesnetsiz spekülasyonlar”ı kastetmediğim açık. Platon, Hegel ya da William James’in bunun gibi bir şeyi olumladığını da ileri sürmüyorum. Aklımda olan şey, daha ziyade, sözcüğün genel ilk anlamı: “Tanrı’nın aşkın ya da nihai hakikatinin doğrudan bilinci.” Bu, aslında, Platon ve diğerlerinin önerdiği ve bizim bu kavramdan anlayacağımız manadır.

    Böyle bir bilinci nasıl edinebiliriz peki? Platon ve Hegel’in içinde bulunduğu büyük mistik felsefeciler, gereğince “Tanrı” diye adlandırılabilecek olan, aşkın ve nihai gerçekliğin bizden ayrı olmadığını göstermeyi amaçlamaktadır. Bu içimizde gerçeklik; içsel özgürlük, sevgi ve güzelliğimiz olarak bizim içimizdedir.

    İç özgürlüğüyle, soyut ve öngörülemeyen şeyler yapma yeterliliğini kastetmiyorum. Demek istediğim şey, ego, korku, öfke ve bunlar gibi hayvani niteliklerimizden ziyade makul bir iyi algısıyla yönlendirilebilme yeteneğimizdir. Ben bu yeteneği “özgürlük” olarak adlandırıyorum. Bu özgürlük, egomuzu üreten kişilerarası tecrübelerimiz ya da şehvetlerimizi bize veren biyolojik öykümüzden ziyade eylemlerimizin düşüncelerimizi ve bu sayede de bizi yansıtmasını sağlıyor. Tam anlamıyla özgür olan eylemler de sevgi dolu olacaktır zira onları yöneten ego olmayacaktır; bize ve etrafımızdakilere ilham verdikleri sürece güzel de olacaklardır.

    Tanrı’nın, iç özgürlüğü, sevgi ve güzellik olarak içimizde olduğunu söylemek, insanların, aynı şekilde Tanrı olduğunu söylemek değildir. Pek özgür ve güzel olmayan başka bir tarafımız da bulunduğundan bunun çok çok uzağındayız. Bizim yüce ve aşağı taraflarımız arasındaki karşıtlık, tam da Tanrı’nın, bizim yüce iç özgürlüğü, sevgi ve güzellik tarafımızın bizden “daha yüce” olması ya da bizi “aşması”nın nedenidir. İşte bu yüzden biz sıklıkla bu Tanrı inancına “dönme” ihtiyacı duyuyoruz; aşağı tarafımızın bizi yönetmesinden bu Tanrı sayesinde “korunduğumuzu” hissediyoruz. Tüm bu geleneksel dinî kavramlar bizim iç özgürlüğümüz, sevgi ve güzelliğimizle bağlantı kurulduğunda bir anlam ifade etmektedir.

    Fakat aynı zamanda bizler iç özgürlüğe, sevgi ve güzelliğe doğru yakınlaştığımızda ve bazen onlara eriştiğimizde de doğrudan onları tecrübe etmekteyiz. Bu şekilde, içimizdeki aşkın Tanrı’nın doğrudan bir bilincine sahip oluyoruz. Büyük mutasavvıf Celâleddîn Rûmî’nin dediği gibi Tanrı’yı tecrübe etmek için “dışarı çıkmaya gerek yoktur.”

    Platon ise bu ilahî iç özgürlüğü, içinde zincirli olduğumuz ve ancak gölgeleri görebildiğimiz mağara alegorisi ile ortaya koyar. İşte bu, bizim, ego vb. hayvani şehvetlerce yönetildiğimiz özgür olmama hâlidir. Bu gölgeleri tamamıyla iyi olanla değiştirmek üzere düşünce yoluyla bir arayışa geçtiğimizde ise bize hayvan atalarımız ya da toplum içerisindeki tecrübelerimiz gibi dışsal faillerden üzerimize kazınanlardan ziyade içimizdeki şey tarafından yönetiliriz. Dolayısıyla, “mağaradan çıkmak” içe, gerçek kendiliğimize dönmektir.

    İyiye ve de gerçek kendiliğimize gidiş yolunda, iç özgürlük matematik ve doğa bilimlerinde de aşikârdır çünkü bütün bu alanların hepsinde, biyolojik mirasımızın ve çevremizin itme ile çekiminden ziyade düşünce tarafından yönlendirilmekteyiz.

    Platon bu iç özgürlüğe “ilahî” der çünkü bizler, etrafımızın oyuncağı olmaktan ziyade kendi ilahî olanda, kendimizi yönetiyor ve tam olarak “kendimiz” oluyoruz. Tam olarak kendisi olan şey, sokaktaki taş gibi sıradan nesneler kadar gerçektir ve nevrotik, özgür olmayan insanlar ise değildir. O, yalnızca içinde bulunduğu ortamın bir ürünü olarak değil, bizzat kendisi olarak gerçektir. Platon’un ifadesine göre ise ilahî olan tamamıyla kendisi olan şeydir.

    Bizler, böylece aşkın yahut nihai gerçekliğin ya da Tanrı’nın doğrudan bilincine varıyoruz. Nihai gerçeklik de özgürlük aracılığıyla kendini tam olarak gerçekleştirendir. Bu gerçekliğin farkında olunca, ister gelişkin isterse yeni yeni oluşmaya başlayan bir biçimde olsun, etrafımızdaki her şeyde de onun farkında oluruz. Her şey, belli düzey ve derecede kendisi olmaya çalışır. Mistiklerin söylediği gibi bu durum şöyle açıklanabilir: Tanrı, bir yandan her şeyin “aşağı” tarafından üstün olmaktadır ve aynı zamanda her şeyde var olma şeklidir. Tanrı’nın mevcudiyeti, gerçekliğin bizatihi kendisi olarak bütün şeylerin tam gerçekliğidir.

    Burada yaptığımız yoruma dair iki noktadan bahsetmemiz gerekmektedir. İlki, özgürlüğün “içselliği” meselesi Platon’un çok da açıkladığı bir şey değildir. Milattan sonra ikinci yüzyılda Plotinus, ondan bir süre sonra Aziz Augustine ile modern zamanlarda İmmanuel Kant ve G.W.F. Hegel bunu dillendirmiştir. Ancak Platon’un mağara alegorisi, (Devlet’in başlarındaki) ruhun kısımları bölümüyle birlikte bunu net bir biçimde ifade etmektedir.

    İkinci mesele ise sürmekte olan bir çatışma kaynağıdır. Platon’un, Phaedo diyaloğunda Sokrates’in dilinden; gerçek bir felsefecinin dünyayı ve insan bedenlerini “hor göreceğini” çünkü bunların olması gerektiklerine yetersiz kaldığını söylediği birkaç pasaj vardır. Bu pasajlar, birçok okuyucunun Platon’un bu dünyadan tamamıyla üstün olan “başka bir dünya”nın yüceltmesini desteklediğini varsaymasına sebep olmuştur. Fakat Platon’un eserleri aslında ifade ettiğim resmi anlatmaktadır: Tanrı’nın ya da ulu olan şey “bu dünyadadır” fakat kendisini aynı zamanda aşkın kılmaktadır. Bu hakikat, mistiklerin bu dünyadan tamamen farklı bir şeyi beyhude olarak öne çıkarmasından ziyade; onları genel olarak bu dünyayı içinde olan şeyden dolayı kutlamaya sevk etmektedir.

    Platon’un dünyayı hor görme hakkındaki konuşmasının, Atina yargısının Platon’un hocası olan Sokrates’in “Atina gençliğini bozduğu” suçundan dolayı ölüme mahkûm etmesi gibi adil olmayan hükümlere gösterdiği ilk duygusal tepkisini yansıtıyor olması muhtemeldir. Bu gibi olaylar, bir kimsenin dünyadan bir süreliğine nefret etmesine kolayca sebep olabilmektedir. Ancak, dediğim gibi, bir bütün olarak Platon’un eserleri, genel olarak insanları ve dünyayı, bazen onların aşağı, özgür olmayan yönlerinin ötesine geçerek olduğu gibi kutlar ve onaylar. Daha zekice, daha az travmatize olmuş bir tutum ortaya koyar.

    Genel olarak Platon, Orfik dinin ve Yunan’ın gizemli kültlerinin sunduğu şeye kavramsal bir şekil vermiştir. Yaklaşımının bu denli dinî olmasının sebebi buydu. Ancak aynı zamanda tamamıyla akla da dayanmaktaydı çünkü bizler, yalnızca akıl yoluyla hayvani arzularımız ve egomuzu aşıp onlardan tamamıyla daha yüce olan bir şeye erişebiliriz.

    Platon’un, Samos’lu Pisagor, Elea’lı Parmenides ve Efes’li Heraclitus gibi selefleri dini ve aklı az çok Platon’unkine benzer şekilde birleştirmişti. Ayrıca Hindistan ve Akdeniz arasındaki ticaret yolları üzerinden Hindistan’daki Upanişad yorumlarının da bu genel gelişim üzerinde etkisi olması da muhtemeldir. Ben Platon’a yoğunlaşıyorum çünkü onun eserleri, ilk yüzyıllarda batıda sahip olduğumuz anlayışın en nüfuzlu ve derin örneğini oluşturmaktadır.

    “Nirvana” dediği iç özgürlük tecrübesine yaptığı vurguyla Budizm, akılcı mistisizmin bir başka çeşididir. Budizm’in Mahayana versiyonunun, İskender’in Kuzey Hindistan’da arkasında bıraktığı koloniler yoluyla Platon’un fikirlerinden etkilenmiş olması mümkündür. Bu durumda, son zamanlarda Batı’ya gelen Budizm, Platon’un fikirlerini belli bir derecede beraberinde Batı’ya tekrardan getiriyor diye düşünülebilir.

    İşte bu nedenle, Platon’un “mistisizm”i, en yüce gerçekliğe ve bizim ona dair bilgimize dair tavrı bütünüyle akılcı ve felsefidir. “Yüce” bir gerçekliğin akıldışı bir madde olması gerektiğini düşünen insanlar, öncelikle, bir gerçekliği gerçekten yüce yapan şeyin ne olduğunu tam olarak kavramamıştır. Normalde dışsal olarak yönetilen şeylerin yapamadığı bir biçimde, sadece akıl bir şeyi “kendisi” yapabilir, kendisi olarak gerçek kılabilir. Ve bu aynı akıl, bize oluşturduğu daha yüce hakikate erişimi sağlayabilir.

    Akıldışı (irrasyonel) olmaktan ziyade, hayvani şehvetlerimiz ve egomuzun zıddına gerçek “iman”, bazen zor kazanılan yüce, akılcı gerçekliğe olan bağlılığımızdır.

    Şayet bir kimse “akılcı” olanın soğukkanlı ve yönlendirici olduğunu düşünüyorsa Platon bize, asıl meselenin bu olmadığını Şölen ve Timaios’unda tam olarak izah etmektedir. Şölen’de dediği üzere sevgi, yalnızca herhangi eski bir şeyin değil tamamıyla iyi olduğu tasavvur edilen şeyin arayışındadır. Daha önceden sevmiş olduğumuz bir şeyin gerçekte iyi olmadığı noktasında ikna olmuşsak onu artık sevemeyiz. Bu nedenle, bizim en büyük “tutku”muz o şeyin muhtevasını anlayacak olan aklımıza, idrakimize dayanmaktadır.

    Sevginin kişilerarası boyutuna gelirsek: Timaios’unda Platon bize, ilahi olanın kötü niyetli ya da haset olmamasından dolayı hoşuna giden özgürlüğü ve akılcı özerkliği olabildiğince paylaşmaya çalıştığını anlatır. Böylelikle yüksek derecede akılcı bir özerkliğe sahip olan insanoğlunun da kötü niyet ya da hasetten uzak olacağını ve diğerlerinin de kendisinin hoşuna giden şeyden hoşlanmalarını sağlamak için elinden geleni yapacağını, buradan çıkarabiliriz. Bu durum, sevginin yalnızca İyi ile değil, aynı zamanda Platon’un Şölen’inde “güzellikte doğum” olarak tanımladığı besleyici ilişki içinde, başka insanlar ile gelmesidir.

    Platon’un, ilahi olanın kötü niyetli ya da hasetçi olmadığı şeklindeki önermesi, kendi zamanı için büyük yenilikti zira Yunanistan’ın Olympos tanrıları hem birbirleriyle hem de insanlarla olan ilişkilerinde kendi ayrıcalıkları noktasındaki ısrarcılıklarıyla tanınıyordu. Dolayısıyla Platon, hakiki bir Tanrı’nın kötü niyetli yahut da hasetçi olmamasından nasıl emin olabilirdi?

    Bu bakımdan tekrar aynı ilkeye dönüyoruz: Platon’un düşüncesi akılcı olanın, hakikatte daha yüce olduğu ilkesine dayanıyormuş gibi görünmektedir. Kendisini düşünce yoluyla, akılcı bir biçimde yöneten bir şey; ister biyolojik yapısı, isterse geçmiş ve mevcut ortamı üzerinden olsun dışsal faillerin etkisi altındaki herhangi bir şey tarafından yönetilmeyecektir. Fakat iyiliklerin o ve ötekiler arasında nasıl dağıtılması gerektiğine dair duygular, onun diğerleriyle ve bu nedenle başka ötekilerle (ötekiler arasındaki) ilişkisini yansıtmalıdır. Bu yüzden, şayet kendi kendini yönetiyor olacaksa bu duygular tarafından yönetilemez; başka bir deyişle, kötü niyet veya haset taşıyor olamaz.

    İşte bu yüzden kendi kendini yöneten mistik dünyayı, bütün kendi kendini yönetmesi potansiyeliyle sevecek ve onu gördüğü yerde de bu potansiyeli besleyecektir.

    Platon’un bu model insanı, elbette ki, “hakikatte ne iyidir”i sorgulayarak yurttaşlarının kendilerini daha akılcı bir biçimde yönetmeleri için onlara yardım etmeye çalışan Sokrates’tir. Platon, bizzat yazılarıyla aynısını yapmaya çalışmıştır. Pek çok Atinalı yurttaşını çarpıcı bir sempati ve kavrayışla tasvir edebilmektedir çünkü anlamaya ve mümkün olduğu noktada, yaşamalarına anlam katmaları ve bu anlam doğrultusunda hayatlarını yaşamaları için onlara yardım etmeye çalışmaktadır.

    Dünyayla bu türden bir ilişkiye sahip olduğumuzda onu kendi özel çıkarlarımız için eğip bükemeyeceğimiz açıktır. Daha ziyade, akılcı iç özgürlüğü tümel sevgiye doğru sürüklemektedir.

    Platon’un akıl, iç özgürlük ve sevgi ile yüce gerçeklik ya da Tanrı arasındaki bağlantıyı ifade etmesi, Platonculuğun Batı kültüründe kalıcı bir nüfuzuna neden olmuştur. Philo, Plotinus ve Proclus gibi Roma dönemi Platoncuları; Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların düşüncelerini beslemiştir ve bu dinlere mensup büyük düşünürler kendi dini geleneklerindeki mistik akımlardan etkilenmiştir. Birkaçından bahsedecek olursak, Origen ve Yunan Kilise Babaları, Aziz Augustine, Karolenj Fransa’sında John Scotus Eriugena, on ikinci yüzyıl Fas ve İspanya’sında İbn Meymun, Almanya’da Meister Eckhart, İslam dünyasında Şehâbeddin Sühreverdî ve İbn Arabî temel Platonik düşünceleri benimsemişlerdir.

    Rönesans Floransa’sında Marsilio Ficino, İngiltere’de Henry More, Ralph Cudworth, Anne Conway, Samuel Taylor Coleridge, F.H. Bradley, ve J.M.E. McTaggart, Fransa’da Nicolas Malebranche ve Victor Cousin, Almanya’da Friedrich Hölderlin, F.W.J. Schelling ve G.W.F. Hegel ve ABD’de Ralph Waldo Emerson, Josiah Royce ve Alfred North Whitehead de bu isimlerden bazılarıdır. (İmmanuel Kant’ın durumu özel bir vakaydı çünkü Kant, duyulardan zihnin yüce gerçekliğine doğru Platon’un sürekli yükseliş kavramsallaştırmasına varabilmek için güçlü bir mücadele içindeydi.)

    Dahası, Kepler, Galile, Newton, Einstein, Heisenberg, Bohr ve Gödel’in içinde bulunduğu modern fizik ve matematiğin “tanrıları”nın hepsi, Platon’un cazibesinin farkındaydı. Einstein: “Ben Tanrı’nın düşüncelerini bilmek istiyorum. Gerisi teferruat.” demiştir. Bilimler Platonculuğun ana fikri olan, işleyişin yüce biçimlerine yükselişi ortaya koymaktadır.

    Bahsettiğim üzere, son dönem felsefesi, Platonculuk olarak tanımlanan şeye karşı güçlü bir tepkiyle karşılaşmıştır. Bunların çoğu Platon’a atfedilen fiziksel dünya ve insan bedenlerinin açıkça “küçük görülmesi” sorunundan kaynaklanmaktadır. 17. yüzyılda Thomas Hobbes ile başlayarak insanlar Platon’un görüşlerinden çıkmaya başlamış ve çoğu durumda yalnızca Platonculuğu değil, iç özgürlüğe erişmedeki bedenlerin mekanik işleyişinin “üzerine çıkma” fikrini de kapı dışarı etmiştir.

    William James, Platonculuk hakkında büyük kuşkuları olan felsefeciler arasındaydı. Buna rağmen mistisizme ilgisi devam ediyordu çünkü mistisizmin bireyi kendi kaderiyle gereksiz meşguliyerinden özgürleştirebileceğinin farkındaydı. Fakat yalnızca Platonculuğun aşabileceği ego ve “bana karşı onlar” meselesi ve bunun sonucundan ulaşılacak Platoncu içsellik anlayışından yoksun olan James, mistisizmin özgürleştirmesinin, salt bir (belki) uçup giden yanılsama değil de nasıl gerçek olduğunu açıklayamıyordu. James’in ardından A.N. Whitehead’in bu konulardaki parlak eseri Process and Reality (1929) [Süreç ve Gerçeklik] ile çoğu felsefecinin ilerisine gitti fakat ondan sonra bu düşünceler etkili bir biçimde geliştirilmedi. Bunun yerine, aşağı yukarı Hobbes’un görüşlerinin baskın hâle geldiğini söyleyebiliriz. Ve biz de böylece Platoncu mistisizme karşı varolan yaygın kayıtsızlık seviyesine ulaşmış olduk.

    Bununla birlikte, son yıllarda Platon’un iç özgürlük, sorumluluk, akıl ve düşünce konuları aslında yapılan canlı tartışmalarda yeniden ele alındı. Bunları Platon, Hegel ve diğerlerinin de yaptığı gibi, “birisi olarak” gerçekliğin nasıl salt varoluştan farklılaştığını ve daha yüce ya da daha yoğun olduğunu açığa çıkaran tartışmalar olarak görebildik. Bunu gördüğümüzde ve “mistisizm”i, sahip olduğumuz “en yüce” gerçeklik bilgisi kavramı olarak nasıl kullandığımızı hatırladığımızda Platoncu akılcı mistisizmin, bir kez daha canlı bir seçenek olarak odağımıza girmemesi için hiçbir neden yoktur.

    Platonculuğun önemli bir türünün her daim var olduğu ana biçimlerden biri şiirdir. Platonculuktan etkilenmemiş, büyük Avrupalı ya da Amerikalı bir şair tahayyül etmek zordur. Mevlânâ, Dante Alighieri, Shakespeare, Angelus Silesius, George Herbert, William Blake, William Wordsworth, Percy Shelley, John Keats, Hölderlin, Emily Dickinson, Walt Whitman, Gerard Manley Hopkins, Rainer Maria Rilke, Virginia Woolf, Aldous Huxley, T.S. Eliot ve Mary Oliver; hepsinin, Platon’un insan tecrübesine dair anlayışından tevarüs ettiği veya bunu yeniden keşfederek elde ettikleri, oldukça güçlü mistik eğilimleri bulunmaktadır.

    Platon’un açıkladığı temel iç özgürlüğü ve sevgi tecrübesini anımsatan gücüyle son yıllarda, Mevlânâ’nın İngilizce konuşan okurlar tarafından keşfi nefes kesici olmuştur.

    Dünyanın, bilim ve dinin mutlak karşıt kutuplar olduğunu düşünen kısmı, Platoncu felsefecileri ve şairleri dikkate almamaktadır. Geçen yetmiş seksen yılda, dünyanın bu kısmı muhtemelen akademideki felsefecilerin en azından mesleki anlamda çoğunluğunu kapsamaktadır. Ancak Platonculuğun bütün tarihi bağlamını düşündüğümüzde, yetmiş seksen yıl uzun bir süre değildir. Bir bütün olarak okur yazar dünya için Platoncu görüşler, her ne isim altında olursa olsun, her zamanki gibi çekicidir. Bu durum sonsuza kadar sürecektir zira Platonculuk her neslin yeniden keşfettiği temel insan tecrübesine dayanmaktadır.

    * Dr., Yazar