Elmar Holenstein ile “Felsefe Atlası” Üzerine

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Prof. Dr. Elmar Holenstein, 1964-1972 yılları arasında, Louvain/Leuven, Heidelberg ve Zürich üniversitelerinde felsefe, psikoloji ve dilbilimi alanlarında eğitim aldı. 1970 yılında Edmund Husserl’in fenomenolojisi üzerine yaptığı çalışma ile doktor, 1976 yılında da “Roman Jakobson’un Fenomenolojik Yapısalcılığı” başlıklı çalışması ile doçent oldu. 1977 ile 1990 yılları arasında Almanya’daki Bochum-Ruhr Üniversitesi’nde, 2002 yılına kadar da Zürich’teki ETH’de felsefe profesörü olarak görev yaptı. 2002 yılından bu yana Japonya, Yokohama’da hayatını sürdürmekte olan Holenstein ile “Felsefe Atlası” üzerine kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.

    Ahmet Faruk Çağlar

    Bir düşünürün menşeinin ve yetiştiği coğrafyanın düşüncesi için son derece önemli olduğunu söylüyorsunuz. Küreselleşmenin giderek yaygınlaştığı ve hayat biçimlerinin her anlamda benzeştiği çağımızda da coğrafyanın düşünürler ve düşünceleri üzerinde hâlâ önemli etkileri olduğu söylenebilir mi?

    Günümüzde düşüncenin gelişimi açısından coğrafi olarak tanımlanan bölgelerin etkisi giderek azalırken, kişinin içinde yetiştiği çevre daha etkili oluyor. Küreselleşen dünyada sonu pek görünmeyen sosyal bir farklılık ise zengin ile fakir, ayrıcalıklı ile ayrıcalıklı olmayanlar arasındaki farklılıktır. Buna karşın tarihi yaklaşık beş bin yıl eskiye dayanan ve bugün en güçlü şekilde gözlenen fark ise, şehirli (bir diğer ifadeyle: kentli) ve köylü çevreler arasındaki farktır. Örneğin Avustralya’da bugün hâlihazırda nüfusun yüzde 90’ı kentsel kalabalıkların içinde yaşamaktadır.

    Felsefe Atlası’nda her bir filozofu millî kimliğiyle tanımlamaktan kaçındım, örneğin Locke’u bir İngiliz filozofu olarak ya da Leibniz’i bir Alman filozofu olarak tanımlamaktan. Bunun yerine onları yetiştikleri ve faal oldukları bölgelere göre tasnif ettim. Peki neden? Şehirli çevreler aynı ülkenin kırsal bölgelerine nazaran daha kültürlerarası ve uluslararasıdır.

    1960’lı yıllarda birçok entelektüel, kısmen ve hatta çok hızlı bir şekilde, radikal gruplar bir kenara bırakılırsa, tüm insanların ateist olacağına ve böylece toplumların çoğunluğunun Tanrı’ya inananlar ve seküler toplumlar olmak üzere ikiye ayrılmalarının sona ereceğine inanıyorlardı. Bu bir illüzyon ve hüsnükuruntu idi. Her zaman müziğe yeteneği olan, hassas ve müzikle yetişmiş insanlar olduğu gibi, bu ayrıcalığa sahip olmayanlar da olacaktır. İnsanın gençliğinde karşılaştığı bu tür farklılıkların düşünceyi de etkilemesi kaçınılmaz bir durumdur.

    İnsanlar ne zamandan beri kültür ve felsefeyi ülkelere, ülke sınırlarına göre anlamaya çalışıyor? Bunun “Hümanizm” ile başladığı söylenebilir mi? Yoksa bu yönde bir refleksin kökleri çok daha eskiye mi dayanıyor?

    Bu konudaki tezimi genel olarak şöyle formüle edebilirim: “Kıtaların, iklim bölgelerinin, etnisitelerin (diğer adıyla ırkların), devletlerin, ekonomi bölgelerinin, dillerin, dinlerin ve değer topluluklarının (zihinsel veya duygusal, etik veya estetik türden) sınırları birbiriyle uyuşmaz. 19. yüzyılda milletlerin genetik ve kültürel olarak homojen olduğu ya da öyle olmak zorunda olduğu inancı çok yaygındı. Normalde devletler ne genetik ne de kültürel açıdan homojendir. İnsanlar genetik homojenliğin kültürlere göre daha az olduğunun pek bilincinde değildir. Kendini kültürel olarak Türk hisseden kimselerin ne kadarı acaba gerçekten bin yıldan daha evvel, bugünkü Moğolistan’ın batı kesiminden gelen ve hatta bugünkü bilgilere göre daha o zaman genetik olarak heterojen olan Türklerin soyundan geliyor?

    Modern devletlerin ortaya çıkışından evvel coğrafi haritalarda birbirine komşu ve tam olarak sınırlandırılmış devletler çoğunlukla ülke adıyla değil halklarının adıyla yazılırdı -Germanya değil, Cermenler veya İskitya değil, İskitler gibi-.

    Bu bağlamda, “insan”ı merkeze alan “Hümanizm”in nasıl olup da “Nasyonalizm”i ve “Nasyonal Devletleri” doğurduğunu da sormak istiyorum. Yani ilk bakışta “insan”ı merkeze alan Hümanizm ile insanı ırkına göre kategorilere ayıran Nasyonalizm arasında bir çelişki var gibi görünüyor. Bu “çelişki” nasıl açıklanabilir?

    “Hümanizm” çok anlamlı bir kavramdır. En genel anlamıyla sizin söylediğiniz gibi insanı merkeze alan bir zihniyet olarak anlaşılır. Dar anlamıyla ise Avrupa’da 14. yüzyıldan 16. yüzyıla devam eden bir antik Helen-Roma ideal insan modeli ve buna bağlı dünya görüşünü içeren kültürel bir hareket için kullanılır. Ben Avrupa’daki “Hümanizm” ve “Nasyonalizm” arasında bir ilişki görmüyorum.

    Klasik hümanistler, örneğin Erasmus von Rotterdam, kendilerini kozmopolit (dünya vatandaşı) olarak görüyorlardı. Çin’de bu ilişkiler daha az açıktır. Hem konfüçyüsçüler hem de mohistler olarak adlandırılan ve Kongzi‘nin (Konfüçyüs) ilk önemli karşıtları olan Mozi’nin takipçileri hümanistler olarak nitelendirilebilir. Mozi evrenselci bir ahlakı ve tüm insanlara eşit davranılmasını temsil ediyordu. Kongzi insanların aile çevreleri ve daha geniş anlamda kendi halklarının doğası itibariyle birbirlerine sıkı bir şekilde bağlı olduklarını ve aynı zamanda yabancılara nazaran birbirlerine karşı ahlaki olarak daha sorumlu olduklarına inanıyordu. Kongzi‘nin aslında Mozi’den ve birçok Avrupalı hümanistten daha realist, diğer bir ifadeyle daha güçlü bir natüralist insan ideali vardı. İnsanı tanımlama şekline bağlı olarak farklı “hümanizmler” vardır. Fakat biz elbette abartılı şekilde biyolojik, hatta ırkçı bir insan idealini temsil eden 19. ve 20. yüzyıl milliyetçilerini “hümanistler” olarak nitelemeye alışkın ve meyilli değiliz.

    Cicero’ya atfen, felsefenin tarih kadar kadim olduğunu söylüyorsunuz. Ve Farabi’nin “Felsefe dinden eskidir.” sözüne atıfta bulunuyorsunuz. Buna rağmen, Yunan felsefesini öncesinden ayıran, onu “özgün” kılan, Yunan felsefesinin tarihte daha önce görülmemiş nitelikte, “farklı” bir düşünce biçimi olduğundan bahsedilemez mi? Yunan felsefesi -insan anlayışının/düşüncesinin mitolojiden arındırılması anlamında- düşünce tarihinde bir kırılmayı/dönüşümü temsil etmiyor mu? Ve bu anlamda “Yunan mucizesi” haklı bir tanımlama değil mi?

    Yunanlıların felsefi verimliliğine olan hayranlığınız bana Jacob Burckhardt ve Max Weber’i hatırlattı. Burckhardt Yunan Kültür Felsefesi (Griechische Kulturphilosophie) adlı eserinde şöyle yazar: “Yunanın gerçek ve ulaşılamaz büyüklüğü onun efsanesidir; Onunki gibi bir felsefe yeni felsefeleri ortaya çıkarırdı, efsaneyi değil.” Bu hayret verici bir ifadedir. Birisinin şöyle demesi gibi: “Alman dili konuşulan ülkelerin gerçek ve ulaşılamaz büyüklüğü onun müziğidir; Kant ve Hegel’in felsefesiyle karşılaştırabilecek şeyler başka yerlerde bulunabilir belki, fakat Bach’ın, Mozart’ın ve Beethoven’ın müzikal kompozisyonlarını karşılaştırabileceğimiz bir şey bulmak mümkün değildir.

    Bu tür genel iddialarla elbette bir sonuca ulaşılamaz. Helenlerin ve Asyalıların düşünce dünyaları üzerinde itinayla çalışılmalı ve hangi düşüncenin tek başına veya özel olarak sadece birinde olduğuna ve diğerlerinde olmadığına karar verilmelidir. Buda’nın Helen çağdaşı Heraklitos’tan dikkat çekici bir farkı da, düşüncesinin mitolojiden bütünüyle ve tam olarak, dilinin de geniş ölçüde metaforlardan uzak olmasıdır. Heraklitos bir Helen olmasaydı, 19. ve 20. yüzyıllardaki Avrupa filozofları onu bir filozof olarak görmeyecek, aksine nasıl ki Buda ve Konfüçyüs’ü birer filozof olarak kabul etmeyip sadece bir bilge olarak görüyorlarsa, onu da bir bilge olarak göreceklerdi. Zira Heraklitos da düşüncelerini gerekçelendirmez ve nadiren somut kavramlar kullanır.

    Dünya ve insan aklının ontolojik durumu (onların gerçeklik ya da „idealizmi“, salt zihinsel yansımaları ve dilsel yapısı), ahlaki değerlerin evrenselliği veya göreliliği, veyahut tamamen hiçliği (uzlaşımcılığa karşı özcülük veya hatta nihilizm) gibi temel ve klasik felsefi sorularla sadece Helen ve Helen eğitimi görmüş filozoflar değil, aynı zamanda Güney ve Doğu Asya’daki düşünürler de meşgul olmuşlardır. Bununla birlikte Avrupa’daki filozofları Asyalı çağdaşlarından ayıran özellikleri ise onların felsefi soruları genellikle daha sistematik olarak ele almalarıydı. Bu anlamda Batılı filozofların daha esaslı olmalarının nedeni “daha derin” düşündükleri ve tek başlarına en “son” felsefi soruna kadar ipin ucunu bırakmamaları değildi, aksine yaptıkları işi “daha çok alt bölümlere ayırarak” yapmalarıydı. İşte bu husus, sonraki süreçte dünyanın her yerinde profesyonel felsefenin her zaman “Batı” felsefe geleneğine dayandığının bir nedeni olarak değerlendirilebilir.

    Öte yandan bilinç analizinde bir zenginlik olarak 4. yüzyılda Kuzeybatı-Pakistan’da bugün Peşvar olarak isimlendirilen Purushapura’da doğmuş olan Vasubandhu gibi Budist filozoflara da yönelindiği görülür. Yine özellikle sezgisel ahlaki bilincin açıklanmasında, bugüne kadar, son olağanüstü neo-konfüçyen filozof olan, 1472 yılında güney Çin Eyaleti Zhejiang’deki Yuyao’da doğan Wang Yangming’e başvurulur.

    Güney Asya’daki felsefe tarihinin yazıya dökülmeden de felsefe yapmanın mümkün olduğunu gösterdiğini söylüyorsunuz. Yazılı olmayan bu felsefe (ve sözlü diğer felsefe gelenekleri) –tırnak içinde söylüyorum– “primitif” kalmaya mahkum değil mi?

    Afrika’nın ve Kolomb öncesi Amerika’nın yazılı olmayan kültürlerinde de felsefi düşünce olduğuna dair, Alman Kültürlerarası Felsefe Derneği’ndeki arkadaşlarımızın hazırladıkları, fakat benim düşünceme göre pek az itinalı çalışmaları üzerine ben şu noktaya dikkat çektim; yazısız felsefi düşüncenin ne kadar eskiye götürülebileceği bilinmek isteniyorsa, Güney Asya’nın (Hindistan’ın) da bu açıdan incelenmesi gerekmektedir. Güney Asya’da eksen çağında (M.Ö. 800’den M.Ö. 200’e) ve akabinde takvim hesabının değişmesine kadarki yüzyıllarda hepsi okur yazar olmayan büyük filozofların sözlü Afrika ve Amerika kültürlerinde şimdiye kadar karşılaşılmayan düşünce faaliyetleri vardır. Fakat daha sonra Güney Asya’daki filozoflar da yazıyı kullanmaya başladılar. Yazıdaki soyutlama ve sistematik zorluğun hangi ölçüde elzem olduğu ise evvela kişinin bu ikincil soruna ilgi duymasıyla çözülebilecek bir meseledir.

    Doğrusal bir kültürbilimin (Geisteswissenschaft) tasarımına dair öne sürülen en çarpıcı görüşün Hegel’e ait olduğunu belirtiyorsunuz. Bu doğrusal yol (yine Hegel’e göre) Perslerden başlayıp kuzey Avrupa’ya çıkıyor. Bizi bu yolun “doğrusal” olmadığına ikna edici neler söyleyebilirsiniz?

    Felsefi gelişimin doğrusal yolu Hegel’den sonra başlar, tabii bu sistematik olarak ve Çinlilerde olduğu gibi sadece kendi genetik ilişkileri içerisinde ele alınmaz ise. Eksen çağından itibaren Afro-Avrasya yarımküresinin batısında (Güneybatı Asya, Kuzey Afrika ve Avrupa’da) gerçekten felsefe tarihinde bir genetik süreklilik vardı. Fakat bu çizgisel değildi. İçerik ve coğrafi olarak çok sayıda bölüme ayrılan ve sonra tekrar yakınlaşan yollar şeklinde gerçekleşmişti. Bu aynı zamanda sorunsuz bir şekilde sürekli olmadı, aksine boşluklar ve Helenli yazarlara geri dönüşlerle, Avrupa’da ise kısmen “Arap felsefesi”ne uğrayarak gerçekleşti. Bu nedenle süreç dairesel ve spiral şeklinde gelişti. Sonraki gelişimi de her zaman tüm genişliğiyle sadece ileri doğru gerçekleşmedi. Felsefede bir açıdan ilerleme varsa, ona neredeyse her yerde başka açılardan kayıplar eşlik etmektedir.

    Düşünce binasının alt katmanlarının düşünce tarihindeki yeri ve önemi ne olursa olsun, bunlar “alt katman” olarak kalmaya mahkum değil mi? Bugün dünyaya, dünya insanına “Batı” dışından orjinal bir öneride bulunulması ihtimalı var mı, kaldı mı?

    İnsan düşüncesinin dayanak noktalarını yeterli ölçüde biliyor muyuz? Helen düşünürlerinden elli-yüz bin yıl öncesinde, en eski insan dillerinde aradıklarımız onlar değil mi? Ve bu dayanak noktalarının kavramsal ve argümanlaştırılarak düşünülen ifadeleri yalnızca veya sadece Helen “antikitesinde”? mi var?

    Avrupa’da 19. yüzyıldan itibaren mantığın bazı klasik olmayan formları serbestçe geliştikten sadece kısa bir süre sonra, aynı gelişmelerin yüzyıllarca önce Güney Asya’da olduğu anlaşıldı. Panini’nin bugünkü Kuzey Pakistan’daki Gandhara’da, M.Ö. 400’ler de geliştirdiği dilbilgisi ve sesbilimi, Avrupalı hindologların ondan haberdar olması sonrasında 19. yüzyıl genç gramercileri ve hatta 20. yüzyılın “yapısalcı” dilbilimcilerine, yani “modern linguistik” olarak adlandırılan yeni insan bilimlerinin bir model bilimi olan 20. yüzyılın “yapısalcı” dilbilimcilerine ilham kaynağı oldu.

    David Hume ve Adam Smith’in ahlakın temellerine dair anlayışlarının Çin filozofu Mengzi’nin Cizvit misyonerlerinden kısa süre önce 1711 yılında yayımlanan metinlerinden doğal hislerle tamamen bağımsız olduğu hâlen yeterince aydınlatılmış değil. Hume 1734-37 yılları arasında La Flèche’de Cizvit okuluna komşu olarak kalmıştı ve Descartes da bu okulda okuyordu. Öteden beri Asyalı filozofları okumak faydalı olmuştur. Fakat bu filozoflardan yalnızca kendi ve sözde “saf batı geleneği” vesilesiyle bildiklerimizi dikkate almaktan sakınmalıyız.

    Peki, Hegel öncülüğünde “Batı” neden tarihi kendisine çıkan bir yol olarak okuma ihtiyacı duydu? Daha önemlisi “Doğu” da aynı şeyi yapmadı mı? Kindi ve Farabi’nin de söz gelimi bilim ve felsefenin Keldanilerden Mısır’a, oradan Yunan’a, Yunan’dan Süryanilere ve son olarak Müslümanlara geçtiğine dair görüşlerini hatırlıyorum. Her iki yaklaşım arasında ne fark var?

    Öyle görünüyor ki Hegel, Kindi ve Farabi, bildikleri her şeyi yaratıcı bir şekilde asimile etmek isteyen ve kendilerini seleflerinin bilgisini tamamlayan kimseler olarak gören düşünürler. Avrupa tarafından Hegel ile Güneybatı Asya tarafından Kindi ve Farabi arasındaki ince farkları bu filozofları daha iyi tanıyan ehillere bırakmak durumundayım. Başka bazı filozoflar ise sadece kendi rotalarındaki gelişmeleri görmüyorlar. Bu noktada önemli olan; takip edilemeyen gelişmeleri hızlıca değersiz gelişmeler veya sadece olumsuz gelişmeler olarak değerlendirmekten kaçınmaktır.

    Aynı “atalar”dan geliyor olmamıza rağmen “Doğu-Batı” kırılması her geçen gün derinleşiyor gibi görünüyor. Tarihi ve düşünceyi “Doğu-Batı” karşıtlığı üzerinden okumayı bir türlü aşamıyoruz. Bu ayrışmayı/karşıtlığı kışkırtan başlıca unsurlar neler sizce? Ve bunun aşılması yakın gelecekte mümkün mü?

    Görünen o ki insanlar doğası itibariyle kutupsal karşıtlıklar çerçevesinde düşünmeye ve duyduklarını kutuplaştırarak sınıflandırmaya meylediyorlar. Böylelikle batı ve doğu, erkek ve kadın, rasyonel ve duygusal kültürler ve buna benzer farklılıklar ortaya çıkıyor. Acaba “Asya değerleri” olarak nitelenen değerler -aile bağları, eğitime olan saygı, çalışkanlık, disiplin, uzlaşı ve dayanışma- yalnızca Asya’da, Asyalılar da mı bulunuyor? Avrupalı ve Amerikalılarda bulunmuyor mu?
    Türkler, Araplar, İranlılar, Hindistanlılar, Malezyalılar ve Moğollar gibi İstanbul Boğazı’ndan Pasifiğe tüm Asya, Çinliler, Koreliler ve Japonlar gibi aynı şekilde Konfüçyüs tarafından mı eğitildiler? Ve “yakın gelecekte” Avrupalılar ve Amerikalılar da birlikte ve ayrıcalıklı mı olacaklar?

    İnsan “doğu ve batı”, “doğu ve batı kültürleri” gibi korkunç şekilde basitleştirilmiş karşıtlıkların üzerinden, doğrudan sadece iki kültürü değil de, aksine kültür tipolojisi uzmanlarının yaptığı gibi, genetik olarak birbiriyle akraba olmayan ve coğrafi olarak birbirinden uzak olan birçok kültürü bir arada sistematik olarak karşılaştırdığında, bilimsel açıdan çok verimli bir noktaya taşıyor.

    Aslında bu karşıtlık bir yönüyle düşünceyi besliyor. Siz de Yahudilik tarihi, “Doğu” ile “Batı” arasındaki rekabetçi ilişkinin ne denli yaratıcı ve çeşitlendirici olabileceğinin kanıtı diyorsunuz. Bununla birlikte, bugünkü fiziksel, kültürel, sosyal, siyasal vs. şartlar “Batı” dışında, başka bir coğrafyadan bir “felsefe” ortaya konması için müsait mi? Hasılı, 21. yüzyıl itibariyle bir “rekabet” kaldı mı? Ki bu rekabetten bir verim umalım…

    Baba tarafından üçüncü, anne tarafından ikinci nesil Japon asıllı Amerikan olan Francis Fukuyama 1992’de Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle tarihin sonunun geldiğini yazdı. Buna göre gelecekte bundan böyle sadece Batı tarzında özgür demokratik tek bir devlet formu olacaktı. İdeolojiler arasındaki kavgaların sonu görünüyordu. Ancak çok kısa bir süre içerisinde korkunç bir şekilde bunun tam tersinin işaretleri ortaya çıktı. Bugün Amerikan tarzı bir demokrasidense, “aydınlanmış” birlik partisi tarafından diktatörce yönetilen “Çin Halk Cumhuriyeti”ni daha iyi bir devlet formu olarak görenler sadece dışarıdan bakan insanlar değil. İdeolojik savaşlar sadece reaksiyoner İslamcılar ile dünyanın geri kalanı arasında gerçekleşmiyor. Bunlar ABD’de ve başka yerlerde, koyu muhafazakârlarda ve henüz olgunlaşmamış 1968 kuşağında da var.

    Bu noktada bir not olarak eklemek isterim: Fukuyama’nın geldiği yer ve yetiştiği ortam belki de onu bu iyimser düşüncelere sevk etmiş olabilir. Lütfen ilk sorunuzu düşünün!

    Fakat Fukuyama’nın görüşünü dikkatle inceleyecek olursak acaba bu gerçekten iyimser bir görüş mü? Her şeyden önce: bu aslında gerçekçi bir gelecek perspektifi mi? İdeolojik çatışmalar her zaman olacaktır. Basit bir nedenden dolayı: İnsanların biricik ve aziz olan değerleri maalesef herkes için tam anlamıyla eşit seviyede uygulanmıyor. Mesela en üst seviyedeki bir bireysel özgürlük hakkı, en üst düzey sosyal adalet herkesin ideal eşitlik ilkesiyle iyi geçinemiyor. Bu nedenle her zaman kültürler ve devletler içerisinde bütün halkın refahını mümkün mertebe bireysel özgürlükleri sınırlamadan garanti altında gören ve aynı şekilde bunu daha ziyade eşitlik ilkesi açısından savunan ve bu beklenti içerisinde olan siyasi partiler olacaktır. Tarihin sonu en azından bu tür görüşler için henüz görünmemektedir.

    Peki, kültürün diğer alanlarında durum nedir?

    Ben bu tür sorulara karşı bir araştırma stratejisi olarak kendimi dil ve dilbilimi alanında inceleme yapmaya alıştırdım. Dilsel olgular diğer çoğu kültürel olgulardan daha sağlam bir zemin teşkil ediyor ve dilbilimi özellikle metodolojik açıdan gelişmiş bir alan olması dolayısıyla, daha önce söylediğim gibi insan bilimleri konularında bir model teşkil ediyor. Dillerden yola çıkarak gerçekten “her şeyin aktığı” (Heraklitos) ve “değişken” (Buda) olduğu çıkarımını yapabiliriz. Diller kronik bir şekilde değişirler. Değişiklikler karşıt yönlere doğru uzanır. Kişi anlaşılmak istiyorsa bilinçli veya bilinçsiz olarak alıcının diline uyar.

    Böylece buna kanıt olarak kelime seçiminde ve en az bilinen dilbilgisel yapıdaki standartlaştırmalarla dil sınırları aşılır. Diğer yandan dil, kıyafetten farksız bir şekilde, yine bilinçli veya bilinçsiz olarak, belli bir grup ile kendini özdeşleştirme ve kendini başkalarından farklılaştırmaya yaramaktadır. Kültür tarihi açısından dikkate değer bir durum ise, özellikle de ikinci ve üçüncü nesil göçmenlerin, dilsel ve diğer alanlarda dikkat çekici bir şekilde güçlü oldukları bizzat vatanseverlik meselelerinde, kendileri için artık bir vatan hâline gelen ülke ile kendilerini özdeşleştirdiklerinin görülmesidir…

    Sorunuzun son kısmına geliyorum. Acaba kendilerinden bir verim beklemeyi ümit edebileceğimiz “Batılı” ve “Batılı olmayan” kültürler arasında gerçekten bir rekabet var mı? Eğer bir dil, onu ilk dil olarak öğrenmeyen geniş bir insan kitlesi tarafından kullanılıyorsa, o dil orijinal konuşanlarının artık üzerinde bir gücü olmayan dış etkilere maruz kalıyor demektir. Stanfordlu Sosyo-dilbilimci Charles Ferguson 1982’de “Dilin ‘kontrol’ü diğer insanlara geçti.” diye yazmaktadır. Bu özellikle de İngilizcenin Avrupa ve ABD dışındaki bütün toplum katman ve çizgilerinin ilk dili, asıl anadili olması açısından geçerlidir. Eğer bir Hintli, Afrikalı veya Japon romanlarını İngilizce yazmaya başlarsa, bunun sadece İngilizcenin kelime hazinesine bir etkisi olur, ve edebi bir tür olarak bizzat da romana etkisi olur. Benzer bir durumu felsefede de beklemek gerçek dışı bir durum mu olur? Yani ABD’de veya kendi ülkelerindeki Asyalı ve Afrikalı filozofların, “Batılı” filozofların tartıştıkları güncel problemleri tartışmalarını beklemek… Bilimlerde bununla ilgili bir kanıta daha hızlı ve kolayca ulaşmak belki de mümkündür. Örneğin 1957 yılında Fizik alanında Nobel ödülü alan iki Çin kökenli Amerikalı Tsung-Dao Lee ve Chen-Ning Franklin Yang’ın parite yasalarıyla ilgili söz konusu araştırmalarında, sahip oldukları Çin kültürünün arka planından istifade edip etmediklerini ortaya çıkarmak araştırmaya değer bir konudur.

    Geçmişteki etkileşimin boyutları ne olursa olsun bugün gelinen nokta ortada. Batı’nın ulaştığı son noktayı temsil eden Amerika felsefi/bilimsel hemen her alanda bir numara. Yakın gelecekte ekonomide Çin’in Amerika’yı geçeceği itirazı yapılsa bile Çin’in “insan”a herhangi bir önerisi olabileceğini söylemek zor. Olsa bile bu da “Batılı” olmaya mahkum görünüyor… Ne dersiniz?

    Çinliler, Hintliler gibi, felsefede, siyaset bilimi ve belki de en açık şekilde sanat gibi bilimlerde spesifik olarak “Batılı” ve “modern” olarak görülmekteler, ancak Avrupa dışından farklı yaklaşımları olup ve bu alanlardaki kazanımları ile de dikkat çekmektedir. Politikada her yerde ve tüm ülkelerde zekice olan, açık bir şekilde heyecanını “Batı’dan” alan reformlar ve devrimlere -demokrasi, insan hakları- iki açıdan dikkat çekilmesidir: (a) bu konuda kendi geleneğinde de dikkate değer yaklaşımlar olduğu ve (b) bunun spesifik olarak “Batılı” olmadığı, aksine genel insani bir konu olduğu. “Modernleşme” ve “Batılılaşma” kavramlarını eşit kabul etmek yanlıştır. 1669’de Pekin’de Çin İmparatoru Kangşi, Cizvitlerin bir kitabının başlığının eski bir yazıt olan Yeni Batı Takvim Bilimi olmadığı, aksine sade bir şekilde Yeni Takvim Bilimi olduğunda ısrar etti. Öne sürülen şeyin matematik biliminin içeriğine göre yeni, fakat spesifik olarak Batılı olmadığı onun için gayet açıktı.

    “Batı’nın” kalıcı faydası, daha önce söylediğimiz gibi; antik Yunan’dan beri pek çok bilimsel ve felsefi bulgunun Güney ve Doğu Asya’dan farklı olarak, Batı’da daha sistematik olarak çalışılmış olmasıdır. Fakat “Batı” çoğu kez o coğrafyalarda yapılan kazanımlardan istifade etmiştir. Yeni zamanlardaki Avrupalı matematikçiler İranlı ve Arap bilim adamları aracılığı ile tanıdıkları Hintli matematikçilerin çalışmalarından -cebir, trigonometri- istifade etmişlerdir. Matematikteki ilerleme açısından son derece önemli olan sayıların ondalık sistemi -sıfır-rakamı dâhil-, “Batı kaynaklı” olduğu şeklinde dünyaya yayılan her şeyin aslında öyle olmadığına dair fevkalade bir örnektir. Bu da Güney Asya’dan geldi. Kopernik devrimci kozmolojik görüşlerinde ampirik gözlemlere ve hesaplamalara dayanıyordu, ki bu gözlem ve hesaplamalar Türkçe konuşulan kuzeybatı İran’da, Maraga rasathanesinde uzay bilimci ve matematikçilerden oluşan uluslararası bir kurul tarafından yapılmıştı. Rasathane zamanın İran’daki Moğol hükümdarı tarafından kurulmuştu.

    Çiçek aşısı “Batı’da” Lady Wortley Montegu sayesinde tanındı. Montegu bu aşıyı 1717’de İstanbul’da görmüş ve değerini anlamıştı. Avrupa’ya Osmanlı İmparatorluğu üzerinden -ve onun Mısır’a doğru genişlemesi sayesinde- gelen ve felsefi açıdan diğer bir önemli buluş, İbn Haldun’un sosyolojik tarih felsefesinin keşfedilmesidir. İbn Haldun İslam tarihinde “Altın Çağ” olarak adlandırılan 8. yüzyıldan 12. yüzyıla kadar olan dönemin haricinde de yaratıcı felsefi ürünler ortaya konulduğunun bir örneğidir.

    Bununla birlikte şunu da eklemek gerekir: Felsefe Atlası’nı hazırlarken arzu ettiğim bir şey de, Güney ve Doğu Asya’daki yaratıcı felsefenin sadece eksen çağ ve İslam tarihinde “Altın çağ” olarak adlandırılan dönemle sınırlı olmadığını metinler ve haritalarla delillendirmekti, ki Avrupa algı ve araştırmaları önyargılar nedeniyle uzun zaman boyunca sadece bu dönemle yetinmişti. Bu kısıtlamanın kökleri Avrupalı felsefe tarihçilerinde yatıyordu, Asyalı filozoflarda değil.

    Her ne kadar Çin tarafından dünyanın birinci ekonomik gücü özelliği kırılıyor olsa da, ABD’nin yakın gelecekte “neredeyse tüm felsefi/bilimsel alanlarda” bir numara olarak kalıyor olması, kendi topraklarındaki Asya kökenli bilginlerin çok sayıda olmasından kaynaklanmaktadır. Ne Çin, ne Rusya, ne de Avrupa, dünyanın bütün bölgelerinden pratik olarak ABD kadar çok sayıda entelektüeli ağırlayamaz. Sadece Japonya ve Çin’deki gibi farklı kültürlerden gelen düşüncelerin kabul edilip edilmemesi veya yaratıcı düşünce konusunda kabiliyetli insanların göçmen aileleriyle birlikte her zaman kabul görüp görmediği farklı bir noktadır.

    Fakat bu tür göçmenler olmasa da bugün Çin’in felsefi ve her şeyden evvel insan bilimleri ve tıp alanındaki potansiyeli hafife alınmamalıdır. 1,3 milyardan fazla nüfusa sahip bir ülke, yaratıcı ve dinamik insan unsuru konusunda elbette her biri 80 milyon nüfusa sahip olan Türkiye ve Almanya’dan farklı bir kaynağa sahiptir. Avrupalı filozoflardan farklı olarak Çinli filozoflar sadece Avrupa’yı değil, aksine aynı zamanda kendi geleneklerini de tanıyorlar. Zenginliği açısından sadece Güney Asya ve Avrupa düşünce tarihi Çin ile karşılaştırılabilir. Ayrıca Çin’deki filozoflar karşıt siyasi şartlar altında düşünsel anlamda faal olmaya alışmışlardır. Onların çoğu hayatları boyunca takibata uğramış, zulüm görmüş ve uzak bölgelere sürgün edilmişlerdir. Felsefe Atlası’nı hazırlarken buna benzer bir durumu ayrıca Müslüman filozoflarda da görerek kayda geçirdim.

    Küreselleşmenin de etkisiyle insanlık –kaçınılmaz olarak– tek bir kültüre evrilecek midir?

    Dünya genelinde insanlığın tek bir kültüre evrilmesi ihtimali, büyük bir ihtimalle dünya genelinde tek bir dilin kullanılması ihtimali kadar zayıftır. Yaratıcı insanların, her zaman kendilerini diğerlerinden ayıran temayülleri vardır. Herkes bunu fark edemez. Beklenmedik şekilde sürekli olarak, yeni ortaya çıkanlar da dâhil olmak üzere bölgesel farklılıklar kendisini göstermektedir. Harry Potter çevirilerinde önemli açılardan İngilizce orijinalinden farklılaşan sadece Türkçe çevirisi değil herhâlde. Bu bizzat romanın Amerikan baskısında da geçerli olan bir şey.

    Gelecekte en dramatik farklar muhtemelen artık dünyanın farklı bölgelerinde değil, daha ziyade farklı toplumsal gruplaşmalar arasında görülecek. Avrupa’daki muhafazakâr Hristiyanlar şimdiden, ahlaki değerler ve metafizik dünya görüşü açısından, seküler düşünen ve monden yaşam tarzına sahip kendi yurttaşlarındansa muhafazakâr Müslümanlarla daha fazla ortak noktaları olduğunu keşfediyorlar. Artık öyle Avrupalılar var ki, bunlar “Japon kültürünün” kendi büyüdükleri kültürden doğallık açısından çok daha fazla şey ifade ettiğini hissediyorlar. Şüphesiz ve maalesef küçük bölgelerde var olan kültürlerin yok olması kaçınılmaz. Tıpkı günümüzde sadece çok az sayıda insan tarafından konuşulan bazı dilleri kaybediyor olduğumuz gibi. Fakat “Çin kültürünün” öngörülebilir bir gelecekte “Batı kültürü” lehine çok az kaybı olacaktır. Aynen Çin dili ve yazısında olduğu gibi. Dilbilimcilerin görünüşte bu kadar zor bir yazı olan Çin yazısının nasıl böyle güçlü bir dirence sahip olduğunun nedenleri üzerine yapacakları çalışmalarda daha çok yol kat etmeleri gerekiyor. Bu noktada muhafazakâr bir tutumun hiçbir şekilde tek sebep olduğu söylenemez.

    Giderek daha fazla artış gösterenler ise çift veya daha fazla katmanlı kültürlerdir. Günümüzde çoğu bölgede anadilin yanında İngilizce’nin ikinci bir dil olarak mevcudiyeti gibi veya Çinliler de geleneksel yazısının birinci yazı ve Latince yazısının belirli amaçlar için ikinci yazı olarak geçerli olması gibi. Buna benzer şekilde “Çin kültürü” temel kültür olarak verilmeye devam edilirken, bunun yanı sıra belli alanlarda geçerlilik bulan küresel, günümüzde daha ziyade ağırlıklı olan Avro-Amerikan kültürünün ikinci kültür olarak verilmesi gibi.

    Son olarak şunu sormak istiyorum; İstanbul’un felsefe için artık bir önemi kalmadığını, Batılı üniversitelerde yapılan İslam düşünce ve edebiyatının metin analizlerine katkı dahi sağlayamadığını söylüyorsunuz. “İstanbul”un insanlığın düşünme çabasına (yeniden) katkısı için gerekli maddi ve manevi şartlar neler sizce?

    20. yüzyıl “Batı felsefesi” haritasında Yunanistan ve Konstantinupolis/İstanbul’dan feragat edilebilir diye yazdım. Tabii İstanbul’un 20. yüzyılın ilk yarısında Sovyetler Birliği ve Nazi Almanya’sından kaçarak gelen bilim adamlarına ev sahipliği yaptığını hesaba katmaz isek. Mimar Le Corbusier’in “Şark seyahati” dışında bu bilim adamlarının İstanbul üzerine izlenimlerini kaydetmedikleri önemli bir husustur. Bu durum gerçekten İstanbul’dan değil, kendilerinden kaynaklanmış bir durum olmalıdır. Eğer sadece “Batılı” veya Avrupa etkileriyle bozulmamış Türk kimliğine sahip sözde İslamcı entellektüeller önyargılarını bir kenara koyarlar ve birbirleriyle konuşurlarsa ya da genç nesiller her iki gelenekte yetişirlerse İstanbul, felsefe ve insanlık adına yeniden bütünüyle anlamlı bir hâle gelebilir.