RÖNESANS YILLARINDA OSMANLI Bir Yüzleşme Öyküsüne Giriş

Selçuk Mülayim

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • 1531 yılında bir kuyruklu yıldız dört ay boyunca, her gün gökyüzünde görülmüştü. Daha sonraları “Halley” adı verilecek olan bu tuhaf gök cismi, 16. yüzyılda onu gören her kültür çevresinde farklı yorumlandı. Bir kısım Avrupalı Hıristiyanlar, Tanrı’nın bu uyarısı gereğince, fitnenin kaynağı olan sorumluları aramaya koyuldular. Bazı kilise büyükleri bu alışılmadık olayı, veba salgını ve türlü âfetlerin habercisi saydıklarından, cadıların avlanması gerektiğini söylediler. Tepkiler Avrupa’nın değişik kültür çevrelerinde farklı yaşanırken, aynı yıl Rotterdamlı Erasmus (1466-1536), hiç kimseye aldırış etmeden Aristoteles’in bütün eserlerini bir araya getirip yayımlamaya başlamış, Granada’da bir üniversite kurulmuştu. Ertesi yıl kilisenin beklediği felaketlerden biri yaşandı: Kanuni Sultan Süleyman atının dizginlerini eline alarak Almanya Seferi’ne başladı. Bu sıralarda, teleskopu bularak gök cisimlerini gözlemleyen Avrupalı bilginler kayıt altına aldıkları bu cisimleri Yunan mitolojisindeki unsurlara göre adlandırmaya başladılar. Venüs, Mars, Jüpiter, dünden bugüne, bu adlarla, aynı düşünce sistematiğine göre adlandırılıyorlar.

    Yaşanan olaylar çok farklı algılarla ve bambaşka çeşitlemelerle dile getirilse de, tarih, özetle bir tek şeyi anlatıyor: Kazananlar ve kaybedenler. Kültür ve sanat konularıyla sınırlı kalan daha küçük kayıtlar ise, somut örnekleri gözler önüne serdiğinden geçmişi bu kez elle tutulabilir şekilde yine önümüze koymaktadırlar. Çoğu kez inanç sistemleri ekseninde şekillenmiş olan Avrupa ve Osmanlı dünyaları için tekrarlanan, “Devletlerin yükselişlerini, rekabet ve yarışlarını ivmelendiren ve sonucu belirleyen kültürel dinamikler neydi?” sorusu da, bu nedenlerle benzer cevaplarla birlikte sıklıkla karşımıza çıkacaktır.

    Çoğu kez yapıldığı gibi sadece parlak sayfalardan oluşan bir tarih yazmak mümkündür. Tarihi süslemek kolaydır. Atlar, kılıçlar, bayraklar ve kös seslerine eklenen seçilmiş birkaç mimari eser yahut el sanatları eşliğinde anlatılan tarih, bizi, bütünüyle güzel şeylerin bahçesinde yaşatabilir. Hayal gücümüzün rüzgârını arkamıza alarak, geri kalan dünyayı üstünkörü geçtiğimiz çok olmuştur. Mesele şu ki, algılarımızı hep aynı kalıplar içinde böylece sürdürürken, yine bize ait olan, fakat o derece parlak olmayan, gerileme, çöküntü ve ezikliklerle yürüyen öteki tarih kesitlerini daha baştan ihmal etmiş oluyoruz. Ağır ve utanç verici yenilgileri yaşadıktan sonra, bugün anlıyoruz ki, bizi uyandıracak doğru farkındalıkların anahtarı, sırtımızı dönerek ihmal ettiğimiz olaylar dizisinin içinde yatıyor. Bu tür hesaplaşmaları, çöküş’ün ilk belirtilerinin yaşandığı günlerde yapanlar olduğunu, onların seslerinin işitilmediğini, bu tür ihmallerin yarattığı ölümcül boşlukları, karşılaştırmalı bir kültür tarihi bağlamında daha açık görebiliyoruz. Aşağıdaki kısa yüzleşme denemesi, bu boyuttaki hesaplaşma ve tartışmaların küçük bir adımı olarak sunulmuştur.

    Parlak ve mutantan yaşanan uzunca bir dönemin bitiminde, hatta bitmeden, 18. yüzyıl boyunca ve sonrasında hızını artırarak devam eden yıpratıcı sarmal, Osmanlı’dan her gün bir başka parçayı kopartarak işleyişini sürdürmektedir. Bu süreç ilk belirtilerini gösterdiğinde bile, derleyip toparlanarak önlemler alınması gerektiğini uyaranlar olmuştu. Uyaran kişiler, üst makamları rencide etmeden yeni denklemin kurumlar ölçeğinde nasıl kurulacağını dile getiremediklerinden, konuyu genel ahlak ve geleneksel düzenin bozuluşuna bağlamakla yetindiler. Telaşa kapılanlar, büyük Osmanlı devletini bütüncül bir biçimde gözden geçirmek yerine, onu yutmak isteyenlere karşı ancak bir müdâfâ-i nefs’e geçmek zorunda olduklarını anladıklarında artık devran dönmüştü. Oysa, inhitat veya inkırazın bir yüzyıl öncesinde, her iki dünya arasındaki durum başabaştı.

    Özellikle, Konstantinopolis’in Türkler tarafından ele geçirilmesiyle birlikte Avrupa’da pekişen Haçlı İttifakı yanında, Ortaçağ tarihinin akışına yön veren büyük dönüşümlerin yaşandığı Rönesans hareketinin dengeyi değiştirici özel bir anlam boyutu taşıdığını hemen bütün tarihçiler kabul ederler. Çok özet olarak tekrar hatırlanması gerekiyor: Yelken gücüyle yol alabilen büyük teknelerle uzak denizlere açılanların başlattıkları arayışlar, macera ve değişim tutkuları karşısında, hâlâ eski dünyanın büyük kısmını elinde tutan Osmanlılar, arayış, deneme ve değişim olgularını kolayca kabul edemediler. Portekizli kaptanlarla, Barbaros gibi kaptanıderyalar veya Pîrî Reis’in arayış ve motivasyonları bambaşkaydı.

    Kuruluşundaki sağlamlığa ve dirençli yapısına fazlaca güvenen Osmanlı düzeninin yöneticileri, her türlü değişimin getirebileceği kayıplardan tedirgin oldular. 18. yüzyıldan itibaren bu direnişin ve kapanmışlığın beyhude olduğunu anladıkları zaman iş işten geçmişti. Bu umutsuz noktaya gelindiğinde ise, Avrupa’daki gelişmeleri telaş içinde, sorgusuz-sualsiz ithal ederek yine büyük bir açmazın içine girdiler.

    15. yüzyıla dönersek, kültür, sanat ve teknolojik gelişmeler bakımından Fatih devri (1451-1481)’nin, sadece Osmanlı tarihi açısından değil; fakat dünya tarihi açısından da çok özel ve önemli bir dönemi açmak üzere olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki, ünvanında bir “fetih” olayının parlaklığını taşıyan gözükara bir asker, kültür alanlarındaki girişimleriyle de, bir İslam devletinde neredeyse Rönesans açıcı bir vizyona sahipti. Bu sultan, farklı kültürleri, son sınırlarına kadar kullanabileceği birikimler olarak gördü. Antik Çağ’ın bilim, matematik, felsefe ve tıp gelenekleri rahatça kullanıldı, düşünülenin ötesinde tercümeler yapıldı. Savaş makinaları ve türlü silahların yapılışlarını ve işleyişlerini anlatan bir eser, De re militari yine bu sultan zamanında saray kitaplığına girmişti.

    Jeopolitik sezgileri kadar, kültür ve sanat sezgileri yüksek olan sultan, kadim İran ve Mısır kültürlerine ilgi duyduğu kadar, başta İtalyanlar olmak üzere, Avrupalı sanatçıları etrafına toplamayı başarmıştı. Portre resmini yaptırmak üzere Gentile Bellini’yi İstanbul’a davet ettirdiği, özellikle 1479-1481 arasındaki yoğun girişimleri sırasında Yeni Saray (Topkapı Sarayı)’ı İtalyan tarzı fresklerle bezettiği bilinir. Bu ilişkilerin II. Bayezit döneminde zayıfladığı, babası zamanında sarayda toplanmış olan çeşitli resim ve seçkin sanat malzemesinin bu sultan zamanında dışarıya atıldığı, Avrupa kültürüyle olan bağlantıların askıya alındığı kabul edilir. Bu bağlamda, en güzel Fatih portrelerinden biri olan Bellini imzalı yağlıboya tablonun nasıl olup da Londra’daki National Gallery’e kadar gittiğini ayrıntılarıyla bilemiyoruz. Dolayısıyla Osmanlı sarayında, 15. yüzyılın sonlarında nasıl bir rüzgârın estiği de anlaşılamıyor.

    Sorgulamadan ve Değişmeden Kalmak

    Osmanlı yüzyılları boyunca, uzun süre tek adamın yönettiği yapı (monarchia), çoğu durumda en geniş anlamdaki bir seferberlik (totalite) kavramında dile geldiği üzere, her şeyin tutarlılık içinde yürümekte olduğu ve böylece her kafadan bir ses çıkmadığı için bütün çarkları beraberce işleyen bir makinaya benziyordu. İlginçtir ki, otantik Osmanlı metinlerinde “imparatorluk” ifadesi kullanılmaz. Devlet, Selçuklu’dan Osmanlı’ya, iki hanedanın ismi altında sürmüştür. Biat, itaat ve sadakatle kazanılan askeri başarılar, mimari, edebiyat musiki tarihinin parlak sayfalarına da yansıyarak böyle bir düzen içinde somutlaşmıştı. Ne var ki, bütün bunların yükselerek sürmesi için felsefi düşünce ön koşul sayılmadığı gibi, kendi değerlerini de belgelemeyen, kültür varlığını yazıya dökmeyen bir ortamda düşünce taşlaştı ve sadece kendisine güvenen bu içe dönüklük, çevresinde oluşan büyük güçlerin kıskacına girinceye kadar sürdü.

    Büyüklüğü ve gücü ne olursa olsun, değişim ve yenilik, az ya da çok direniş ve çatışmaları da beraberinde getirmektedir. Değişimi öngörenlerle, sadece geleneğe tutunarak yaşayan kitle tabanı arasında gerilimler süreklilik gösterir. Osmanlı düzeninde yenileşmeyi isteyenler; Sultan’ın kendisi, devlet adamları, bazen de Valide Sultanlar olsa da, tebaa ve kullardan oluşan halk, din adamları çoğunlukla onların karşısındadır. Değişim girişimleri, farklı istikamette yürümek isteyen güçleri karşı karşıya getirirken, ilkelerin sorgulanması veya bunların dokunulmazlıkları dehşet verici olaylarla noktalanabilmektedir. Bu tür cepheleşmelerden biri Genç Osman, diğeri Sultan III. Selim’in başını yemiş, bir başkası Sultan Abdülaziz’in hayatına kast eden gizli bir güç olarak kalmış, bir diğeri Sultan Abdülhamid’i tahttan indirmişti.

    Kanlı biten siyasal olaylar, sultanların, kültür ve sanattan anladıkları şeylerin zaman zaman farklılıklar gösterdiğini su yüzüne çıkaran ipuçlarını da saklamakla birlikte, dünyayı ve dünyevi değerleri umursamamak genelde yaygın bir tutum olarak gözüküyor. Dolayısıyla, 15. ve 16. yüzyıl ortalarında, çok parçalı Avrupa devletleri ile yekpâre bir bütün olan Osmanlı varlığını karşılaştırırken, kurguları büsbütün farklı olan iki dünyada, değişimi algılayacak toplumsal kesimlerin de büsbütün farklı olduğunu hatırlamak gerekiyor. Doğu’da ve Batı’da, birbirlerinin dünyasını da yönetmeye hazırlanan siyasal güçlerin karşılıklı duruş sergiledikleri bir konumda, 16. yüzyıl başları ve 17. yüzyıl içinde, Osmanlı ortamında kaleme alınmakta olan bazı eserler, karşılaşılan sorunlara çözümler gösteren risale ve lâyihalar halinde ortaya çıkmaya başlamıştı. İlk uyarılardan birinin daha Fatih döneminde kendisini göstermesi ise daha şaşırtıcıdır.

    Şair Kınalızâde Ali Efendi (ölm. 1572), Fatih Sultan Mehmed’e yakın, ona hocalık yapmış bir kişi olarak tarih sahnesinde görünürken, Türkçe kaleme aldığı Ahlâk-ı Alâî adlı eserinde, aşırılık, israf ve lükse karşı uyarılarda bulunmakta, bu gibi tutumlara dini yasaklamaları hatırlatarak cevap vermektedir. Sözgelişi, evlerin yüksekliğinin 6 zira’dan fazla olmaması gerektiği, aksi halde gökteki meleklerin, “Nereye gidiyorsun ey melun?” diyerek azarlayacaklarını hatırlattıktan başka, binayı yıkıp yeniden yapmak, tamirde aşırılık, bıkarak şeklini değiştirmenin çirkin bir hastalık ve kötü bir huy olduğunu, süsleme ve renklendirmede aşırılığın israf olduğunu belirterek, bu gibi davranışları kınar. Kınalızâde, ilk bakışta aşırılığa karşı dururken, en azından konut mimarisindeki yüksekliğe kendince sınır koyuyor, Osmanlı şehirlerindeki en yaygın yapı tiplerinin inşaatında, araştırma ve yeni teknoloji uygulamaları konusunda yapı ustalarının yolunu kapatmış oluyor. Ordusunda Macar asıllı top döküm ustalarına yer vermiş olan, İtalya’dan sanatçı davet eden bir sultan ile aynı dönemde ileri sürülen görüşler, kuruluş devrini henüz yaşayan Osmanlı mimari üslubunun iç çelişkilerinin ne denli büyük olduğunu da gösteriyor.

    Yaklaşık 100 yıl sonra, toplumsal çelişkiler bambaşka bir mahiyet alarak daha da derinleşmiş olacak ki, Sultan İbrahim (1640-1648) ve IV. Murad (1648-1687) dönemlerinde yaşanan endişe verici gidişat karşısında risaleler yazan Koçi Bey’in eseri, bir nasihatnâme, hatta ıslahat lâyihası özelliğini taşımaktadır. Sultan karşısında artık cesur ve açıksözlü davranma zamanının geldiğine karar veren bu düşünür, ülkenin içine düştüğü kötü durumun başlangıcını Kanuni devrine ve özellikle III. Murad’a kadar indiren bir görüş derinliğine de sahiptir.

    Koçi Bey, tımar ve zeamet sisteminin bozuluşu ile rüşvet, lüks düşkünlüğü gibi fesat ve kötülüklerin, ancak kanun-ı kadim (eski usul ve nizamlar)’e dönmekle ortadan kalkacağına inanmaktaydı. Tuhaf olan şu ki, 17. yüzyılın sonuna gelindiği halde, ısrarla suçu iç değerlerde arayan, naif ve kısa görüşler birçok düşünürde tekrarlanmaktaydı. 1643’ten önce yazıldığı düşünülen bir eserde, bazı kanun ve geleneklerin de gözden geçirilmesi, hatta bunların değiştirilmesi gerektiği fikri köktenci bir tutumla dile getirilir. Bambaşka bir alanda, ölçü birimlerinin değişik eyalet ve şehirlerde farklı olmasının yaşattığı sıkıntılar anlatılırken: “… hutbe ve sikke nasıl birse, arşun, vukıyye, kile ve dirhemlerin de İstanbul’a göre olması…” ifadeleriyle bir standart oluşturmanın gerekliliği haklı olarak dile getirilir. Eğer, sadece ölçü birliği sağlanabilmiş olsaydı, tartma ve değerlendirme en hassas biçimde yapılabilecek, en azından ticaret ve teknolojinin bütün alanlarında büyük bir hız ve tasarruf sağlanarak yalnız Avrupa’da değil yeryüzünde bir ilk olacaktı. Söz konusu yazma eserin bir başka yerinde, değişim (reform) isteği ve buna direnenlerin tutumlarına karşı genel kapsamlı en çarpıcı şu ifadeleri bulabiliyoruz: “… evvelden olıgelmemişdür dimek fâide virmez, ol zaman bu zamana uymaz. Ol zamanlarda bu fesadlar yoğimiş… âdet-i kadimdir der, demezler ki aceba bu âdeti koyan bir âkil vezir miydi…” ve benzeri dikkatli uyarılardan başka ve belki hepsinden daha önemli olarak, ancak oturup görüşerek sorunlara çözümler getirilebileceğini şu meseli hatırlatarak dile getirir: “Meşveretten kimse hüsran bulmadı, meşveret iden pişman olmadı”.

    Yukarıda kısa alıntılarla özetlediğimiz önerilerden başka, özellikle son uyarıda, yazarın, 17. yüzyıl başlarında, danışma kurulları, ihtisas encümenleri veya yasa düzenleyici meclislerin ortama katıldığı, tartışmaların yapılabildiği bir Osmanlı düzenini özlediği anlaşılıyor. Ama açıktır ki, o günlerde böyle bir ortamı akla getirmek için bile zamansız bir çıkış yapılmıştır.

    Ortaçağ takvimine geri döndüğümüzde, Avrupa’daki Rönesans sürecinin ikinci yarısına karşılık gelen II. Bayezit dönemiyle birlikte, toplumsal düzenle birey arasındaki bağlantılar ve davranış biçimlerinin “klasik” diyebileceğimiz ölçülere göre kurulmak üzere olduğunu söyleyebiliriz. Toprak düzeni, ticari ilişkiler, ordu ve devşirme düzeni buna göre gelişiyor, kervan yollarındaki canlılık yanında şehirlerdeki fiziki çevre de buna göre yaratılıyordu. Yavuz Sultan Selim’in, devletin doğusunu güvence altına almakla kalmayıp İslam halifeliğini de üstlenmesi, neredeyse yeryüzünde “Osmanlı Çağı” diyebileceğimiz ve Kanuni döneminde (1520-1566) zirveye çıkacak olan parlak yükseliş ve her şey kendi içinde tutarlı gözükmektedir. Eğer eski dünyanın batısındaki başka insanlar yeni düzenler kurup, bunları en atak biçimlerde ileri sürmeselerdi, belki Osmanlı tırmanışı öylece sürecekti. Ama öyle olmadı. Avrupa’nın büyüyen güçleri, siyasal bakımdan tek vücut görünmeseler de, en parlak günlerinden başlayarak Osmanlı’yı önce durdurdular, sonra da geriye itmeye başladılar. Bu rekabetin örnekleri farklı alanlarda parça-parça sahneye çıkıyordu.

    İlki 1183’te kurulan ve uzun süre Avrupa’nın her yerinde canlar yakan engizisyon mahkemelerinin hükümlerinde işkenceci olabildikleri bilinmektedir. G. Bruno (1548-1600) adlı bir gökbilimci, bir sorgulama sonucu ateşe atılarak infaz edilmişti. Ama bu arada, maddeyi altına çevirmek isteyen simyacılar laboratuvar deneylerini öğrenmekteydiler. Tılsımlı ve mistik alanlar fen bilimleriyle çarpışmaktayken ilginç olan şu ki, bu yakıcı keşmekeş içinde, eski eserlere karşı artan ilgi koleksiyonculuğa dönüşüyor, galerilerde biriken eserlerin katalogları da basılmaya başlanıyordu. Durdurulamaz çok yönlü bir yükseliş, papazları ve imparatorları da sarıp sarmalamayarak Avrupa’ya yeni bir çehre kazandırmaktaydı. 1300-1530 yılları arasında Avrupa şehirlerinde ivme kazanan bu parlak çağ, çok sonraları, 19. yüzyıl tarihçisi J. Michelet (1798-1874)’nin tanımıyla “Renaissance” olarak adlandırıldı.

    Tecessüs, Macera ve Bunların Belgelenmesi

    Eski Dünya’nın Anadolu yarımadasında, Yıldırım Bayezit’in Ankara Savaşı’nı kaybetmesinden hemen sonra İspanya Kralı III. Enrique’nin Timur’a gönderdiği elçi, 1403’te yola çıkarak, Konstantinopolis ve Trabzon’a da uğrayarak Ermenistan, İran ve Horasan’a geçer. 1404’te Semerkand’a ulaşan elçi, 1406’da Kastilla’ya döndüğünde gözlemlerini kralına sunmuş, 15. yüzyıl başlarında Asya ve Anadolu tarihi için de en önemli kaynaklardan biri sayılan bu rapor dünden bugüne çeşitli dillere çevrilmiştir.

    Osmanlı tahtının kargaşa içinde bulunduğu bir sırada akıllara durgunluk veren mesafeleri katederek, tekrar İspanya’ya dönen Ruy Gonzales De Clavijo’nun kralına sunduğu jurnal neleri içeriyordu, verdiği bilgilerin ne kadarı basıldı tam bilinemez. Bu raporun verilişinden yaklaşık 350 yıl sonra, denizaşırı bilimsel araştırma seferlerinin en eskisini gerçekleştiren J. Cook, ilki 1772-75 ve ikincisi 1766-80 arasında olmak üzere iki defa yolculuğa çıkmış, ikinci yolculuğunda ada (Hawaii Kealakekua körfezinde) yerlileri tarafından öldürülmüştür. Macera (Adventure) ve Keşif (Discovery) gibi adlar taşıyan teknelerle Avrupa’ya taşıdığı etnografik malzeme müzelerde sergilenmek üzere koruma altına alındı.

    Kapak ya da sunuş sayfalarında, itinerario, descriptio, voyage, relatio yahut journey vb. ifadeler bulunan türden eserler Osmanlı dünyasında yok denecek kadar azdır. Clavijo’nun İspanya’ya dönüşünden 300 yıl sonra Seyahatnâme’sini tamamlayan Evliya Çelebi (ölm. 1684?), büyük ve kapsamlı eserini, 50 yılı aşkın bir süre, Osmanlı topraklarını ve komşu ülkeleri çoğu kez at sırtında dolaşarak kaleme almıştır. Yer yer eğlenceli bir üslupla anlatılanlar, çok yönlü kaynak değeri taşıması yanında hoşça vakit geçirmeyi seven zevk sahibi bir insana aittir.

    Özellikle askeri alanda atak ve hızlı davranabilen Osmanlı gücünün, dış dünyaya karşı tecessüs duymasını, Avrupa’dan veya bir başka kültür çevresinden gelen eşyaya dikkatini yoğunlaştırmasını uzun süre engelleyen temel tutum, aşırı derecedeki kendine güven duygusuyla açıklanabilse de, özellikle 17. ve 18. yüzyılda iç bünyeden kaynaklanan duraklatıcı engelleri de gözden uzak tutmamak gerekiyor. Bunlar, en genel anlamda düşünceyi yavaşlatan, araştırmacı zihniyeti donuklaştıran anlamlı tehditler olarak tanımlanabilir. 17. yüzyılda, Kadızâde Mehmet Efendi (ölm. 1635) önderliğinde başlayıp, İslami bir arındırma hareketi kisvesine bürünerek süren ayaklanma, Osmanlı toplumuna kimlik kazandıran bir kısım yerleşmiş gelenekleri şiddetle reddederken devletin başına ciddi sıkıntılar açmıştı. Bir benzeri 19. yüzyıldaki Vehabi hareketinde tekrarlanacak olan “Kadızâdeler” hareketinin öne sürdüğü yasaklar arasında, kabir ziyareti ve ölenlere merasim icrasının men’i yanında, sanatın her türlüsünü lanetleyen tehditler de vardır. Bu taassup hareketinden kısa süre sonra, Sultan III. Osman (1754-1757), kâfir elinden çıktığı varsayılan vazo, tablo ve mobilya gibi, o güne kadar kullanılan Batı kaynaklı eşyayı saray dışına çıkarttı. Bu tür endişelerin yoğunlaşması, anlamlı sanat eserleri ile sadece maddi değer taşıyan günlük eşya arasındaki fark konusunda bir kafa karışıklığı da yaratmaktaydı. I. Abdülhamid dönemi Şeyhülislâmı’nın 1788’de, “Kadın ziyneti ile, altın ve gümüşlü silahdan maada, altın ve gümüş haramdır.” fetvası ile bu tür eşyanın Darphâneye teslimi istenmişti. Bu fetva ile nelerin yok edildiğini tam olarak bilemiyoruz. Ancak, kesin olan şu ki, bir kısım sanat eseri veya ona benzer eşyanın hoş karşılanmayışı açısından 17. ve 18. yüzyıllar, klasik çağın Osmanlı ortamına göre daha tahammülsüz çıkışlara sahne oluyor. Bu açıdan dönemin kültür algısını Avrupa’daki eğilimlerle karşılaştırmak artık mümkün gözükmüyor.

    Hatırlamakta yarar var: Milano Kardinali Federigo Borromeo (1564-1631), çoğu Doğu-İslâm ülkelerinden getirilmiş el yazmalarından 10 bin kitaplık bir kütüphane oluşturmuş, ayrıca, kilise mensupları ve soylular için iki ayrı akademi yanında resim ve mimari eğitimi veren okullar açtırmıştı. Kardinalin koleksiyonunda yer alan çok çeşitli sanat eseri, bir eski eser meraklısı (dilletante) olan G. Mancini tarafından yayımlanarak tanıtılmıştı. Kardinalin hekimi ve eski eser danışmanı olan Mancini’nin yaklaşık 1620’de yazdığı bir kitapta (Considerazioni sulla pittura), koleksiyonculuğa ilişkin konular; eserlerin ticari değerleri, sergileme usulleri, sahte eser sorunu ve benzeri konular yer almaktaydı. Borromeo, koleksiyonunu 1618’de, kendi adıyla kurduğu bir akademiye bırakmış, Milano’daki bu kurum daha sonra Accademia di Belle Arti adıyla yaşamaya devam etmiştir. Osmanlı Sarayı’nda ve medreselerde öteden beri kütüphanelerin varlığı bilinmekle birlikte, halka açık kütüphanelerin uzun süre kurulamadığı bir gerçektir. Bu konuda Avrupa-Osmanlı dengesinin bozularak, süreçlerin ters işlemeye başladığı ya da en azından kurumlaşma isteklerinin birbirini göz önüne almadıkları, algı farkının Osmanlı aleyhine arayı açtığı anlaşılıyor.

    Müze ve güzel sanat akademisinin ortaya çıkışı, 19. yüzyılın ikinci yarısında Osman Hamdi Bey (1842-1910)’in çabalarıyla gerçekleşmiştir. Hazine, Darphâne veya ambar konumundaki birikimlerden müzeye dönüştürülme emrivakisi o günlerde herkes için şaşırtıcı olmuştu. Öyle ki, müzeye ne ad verileceği konusunda bile kararsızlıklar yaşanmıştı.

    Osmanlı şeyhülislamları veya bilginleri, kendilerine ait özel koleksiyonları olsa da, yabancı ülkelerden eser getirtip bunları incelemeye heves etmedikleri gibi, arkeolojik kazı konusuna da bir anlam veremediklerinden bu işi uzun süre yabancılara bırakmakta bir beis görmediler. Ülke toprakları altında yatan bir tarihin değerini anladıklarında ve peş peşe çıkarılan Nizamnâme’lerle bu yağma ve talanın önünü kestikleri zaman önemli bir birikim Avrupa müzelerine akıp gitmişti. Özetle bu konuda da Avrupa’ya göre 200 yıllık bir gecikmenin bedeli ağır oldu.

    Şunu belirtmek gerekir ki, “eskiyi anlama” konusunda uzun süre açık ve anlaşılabilir tutumlar söz konusu olmadı. Antik Çağ’ın eserleri yahut Avrupalı eşya şöyle dursun, Osmanlı uleması, Selçuklu tarihini ve onlardan kalan eserleri bile merak edip bu konuya eğilmedi. Sultan’ın evi ve devletin yönetim merkezi olan sarayda, Emanât-ı Muhaddese kavramı altında, İslam Peygamberi ve halifelere ait bir kısım eşyadan oluşan küçük bir birikim korundu. Öyle anlaşılıyor ki, eskiye ilgi duymanın temel belirleyicisi olarak inanç alanı uzun süre önceliğini korumuştu. Acaba, “sanat” gibi dünyevi işlerle uğraşmanın beyhude olduğu mu düşünülüyordu? sorusu akla geliyor. Hangi kaynaktan gelirse gelsin, eserin eskiliği ve çevreye katkısı, dönüp dolaşıp 19. yüzyılda gündeme gelerek müze kavramını yerleştirdi. Şu halde, “taassup nedir?” sorusunun bu anlamdaki en genel cevabı “kültürel gecikmedir” şeklinde verilebilir.

    Çok dinli, çok mezhepli ve kendi içine kapalı cemaatlerden oluşan Osmanlı toplum yapısında, Müslümanlar da kendi içine kapalı oldukları gibi, inançlarına en yakın unsurları bile yakından algılamamışlardı. Sevilen, geniş kabul gören, mimaride yerini alan, hatta piyasası olan hüsn-i hat alanında, dile getirilmesinde hiç tereddüt edilmemesi gereken Arap harfli yazılar hakkındaki kaynak metinler bile dikkati çekecek kadar sınırlıdır.

    Hattatların hayat hikâyelerini kısaca anlatan, eserlerinden söz eden az sayıdaki yazmalardan biri, 1587 yılında kaleme alınan Menâkıb-ı Hünerverân adlı biyografiyle ortaya çıkar. Kitap sanatlarında payları olan, yazı sanatı, yazı malzemesi, yazının türleri ve üstatlarını ele alan Âli (1541-1599) adlı yazar, hüner sahiplerinin menkıbelerini (sanat sahiplerinin hayat hikâyelerini) anlatmaktadır. Bu eserde, bugün “minyatür” adıyla tanımladığımız kitap resimlemesi için, hareket halindeki canlıların resmedilmesinden kaçınıldığını, bunların gerçekçi bir anlayışla çizilmelerinin câiz olmadığı açıkça belirtilmiş, buna rağmen Türk musavvirlerinden (figür ressamları) Sinan Bey’in, Venedikli Mastori Pavli’nin öğrencisi olduğu, Sinan Bey’in öğrencisi Bursalı Şibli-zâde Ahmet’in ise Anadolu nakkaşlarının en iyisi olduğu da anlatılmıştır. İtalyan yazar G. Vasari (1511-1574)’den 30 yıl sonra dünyaya gelen Âli, kitabını Le Vite’den 37 yıl sonra yazmış oluyor. Âli’nin küçük hacimli risalesi istinsah edilmiş birkaç nüsha hâlinde uzun yıllar arşivlerde kalmış, ancak 1926 yılında basılarak matbu bir historiografi kaynağı olabilmiştir. Vasari’nin eseri ciddi bir hacim farkının ötesinde, matbaa baskılarının avantajıyla ilk yayımlandığı 1550’den itibaren defalarca basılıp yayılmıştı. Açıktır ki, Osmanlı dünyasında matbaanın uzun süre ayrıksı ve yabansı sayılmasıyla, bilim, kültür ve sanat eserleriyle her türlü birikimin yayılmasında ciddi bir gecikme olmuştu. Johann Gütenberg adlı bir usta ilk baskıyı 1440’ta Mainz’da gerçekleştirmiş, ilk Osmanlı matbaası 1727’de, yaklaşık 300 yıl sonra açılmıştı. Bu gecikmenin sebepleri bugün de tartışılmaktadır. Ancak, tartışılmayan bir gerçek var: Zaman ve mekânda kendi alanını dar bir çerçevede tutan Osmanlı bunun bedelini ağır ödemiştir.

    Sanatçıların destanlarını anlatmış olan Âli’den yarım yüzyıl önce Osmanlı payitahtına gelen Hollandalı bir sanatkârın tutumu farklı ve anlamlıdır. Pieter van Aelst (1502-1550)’in İstanbul’da bulunduğu bir sırada (1533) çizdiği resimler duvar halısı üretiminde kullanılmak üzere gravür tekniğinde basılmıştı. Panoramik sahnelerde, devlet ricali, askerler, halktan bazı tipler ve mimari çevre bir hayal zenginliği içinde eklektik unsurları taşırsa da, bazı ayrıntılar belge değerindedir. Bir halı ticareti bağlamında değerlendirileceği anlaşılan böyle bir çalışmanın Osmanlı’da karşılığını bulmak güçtür. Benzerleri olmadığı için çok sık başvurulan Matrakçı Nasuh (ölm. 1564)’un minyatürlü eserleri, daha çok askeri seferler boyunca menzillerde karşılaşılan şehirleri tasvir etmektedir. Bu ve benzeri Osmanlı yazmalarında yer alan minyatürler, yazılı anlatımları açıklamak amacıyla, insan unsurları en aza indirilerek çizilip renklendirilmiş resimlemelerdir. Çok sınırlı toplumsal kesimler için birkaç nüsha istinsah edilebilen bu tür eserler, matbaa söz konusu olmadığından uzun süre çoğaltılamamış, Van Aelst’in eseri de aradan 450 yıl geçtiği halde Türkçe’ye çevirilmemiş ve basılmamıştır. Bu gerçekleri anlamak, anlatmak ve açıklamak güçtür.

    Osmanlı yazarlarınca kaydı tutulan, fakat yıllar sonra bile geniş kitlelere ulaşmayan yazılı metinlerin ele aldıkları konuların öncelikleri de farklı olmuştu. Tarihçiler, payitaht’ı esas alıp, imparatorluğun diğer şehirlerini ve bölgelerini ancak olağanüstü durumlara sahne oldukları zaman gündeme getirmişlerdir. Bir kısmı okunamayacak derecede mübalağalı üslupta kaleme alınmış bu eserlerde, en fazla, ortamı ve eserleri ayrıntılı tanımlayanlar (tadat ve tafsil), yahut üslubu ve sanatçıyı överken tasvir ve hikâyelere başvuranlar da çıkmıştır. Bütün bunlarda dikkati çeken şu ki, bir Osmanlı tarihçisi, yazdığı ve okumuş olduğu şeyi aynı zamanda savunur veya bütünüyle karşısına alır. Tartışma ve muhakemeye pek sık rastlanmaz.

    Diğer İslam ülkelerinde olduğu gibi, Osmanlı kültür çevresinde de hat ve mimari önde gelen sanatlardır. Adı bilinen sanatçıların çoğunluğu bu alanlarda çalışmış olanlardır. Gerek Avrupa şehir devletlerinde gerekse Osmanlı tebaası içinde okuma yazma bilenlerin sayısı uzun süre oldukça düşük seyretmiş, Almanya’da matbaanın bulunuşuyla denge değişmiş, buna bağlı olarak genişleyen aydın sınıfı yeni bir gerçek olarak rekabet şartlarını da değiştirmiştir. Osmanlı ortamında, hat levhaları ve mimari kitabelerin okuyucusu az olmakla birlikte, mimari eserler kamusal alanlarda apaçık görülebilirlik avantajına sahipti. İlginçtir ki, birkaç büyük sultanla temsil edilen Osmanlı klasik çağında, Mimar Sinan’ı ve eserlerini anlatan, onlara ışık tutan yazmaların sayısı dikkati çekecek kadar azdır. Büyük ustanın kaleminden çıktığı düşünülen Mimarnâme adlı eserin günümüze ulaşmamış olması, bu bağlamda önemli bir boşluk bırakırken, genelde “tezkire” olarak adlandırılan birkaç yazma, bir dizi tartışmalı ve çelişik hususları da karşımıza çıkarmaktadır. Bunlardan biri, 1890’larda Ahmed Cevdet Bey (1862-1935) tarafından, yazmanın kaleme alınışından yaklaşık 300 yıl sonra yeniden keşfedilmişçesine tanıtılmıştır. Yaklaşık 100 yıldır bu yazmalar üzerinde çalışmakta olan çağdaş uzmanların vardıkları sonuçlar ise açık, anlaşılabilir ve tam değildir. Tezkirelerde verilen yapı listeleri birbirini tutmazken, bu metinlerde bir Osmanlı mimarının kişiliğine uymayan ifadeler de vardır.

    Sinan tezkirelerinin yazılışlarından yaklaşık 100 yıl önce, mimarlık tarihine ilişkin merak ve bilgi oluşturma çabalarının şaşırtıcı örneklerinden biri, henüz devlet olamamış İtalya’nın şehirlerinden birinde, Floransa’da yaşanmıştı. Papa X. Leo (1475-1521) tarafından, Rafaello’nun yararlanabilmesi için bir kitap tercüme ettirilir. Roma Çağı mimarlarından Vitruvius (M.Ö. I. yüzyıl)’un De Arkhitektura adlı bu eseri, mimaride oranlar, düzenler ve yapı tiplerini anlatırken kendi döneminden önceki gelişmeleri de verdiğinden Roma çağından günümüze değerini koruyan bir kitaptır. 1486’da (II. Bayezit döneminde) Avrupa’da ilk çevirisi yapıldıktan sonra, pek çok dile tekrar tekrar çevrilip basılan kitap 19. yüzyıla kadar mimarlıkla uğraşanların el kitabı olmuştu.

    Osmanlı mimarlık ortamında kayıt tutma geleneği, inşaat masraflarını içeren defterlerde fazlasıyla ayrıntılıdır. Malzeme, teknoloji ve hatta çalışan kadrolarda yer alan isimleri bu belgelerden deşifre de etmek mümkündür. Ancak, masraf kayıtları ve vakfiye senetlerinin amacı, kuramsal bilgi mirasını aktarmak ve mimarlık tarihine ışık tutmak değil; harcamaları denetlemek ve kurulan tesisin idamesini sağlamaktır. Mimarı koruyan devlet adamları ise sayılıdır. Küçük medhiyeler ve tarih düşürme dizeleri dışında, mimariye ilişkin kuramsal eserlerin çoğaltılması gibi bir endişe göze çarpmıyor.

    Gecikme ve Atâlet’in Bedeli

    Birkaç sayfa boyunca özetlemeye çalıştığımız karşılaştırmalar, Rönesans ile çağdaşı Osmanlı entelektüel düzeninde davranışların bambaşka yollar tuttuklarını gözden kaçmayacak derecede belirgin olduğunu gösteriyor. Şöyle ki, Osmanlı düşüncesi, 19. yüzyıla kadar, yaygın anlamdaki “eski eser – eski kültür” kavramlarını tanımadığı gibi, kendi kültürel kimliğini sürdürecek bilgileri de kayıt altına almamıştır. Merkezî otoritenin bu anlamdaki korumacılığı, mimari tesisler bağlamında hayratın muhafazası, vakfedilmiş tesisin kullanılabilir şekilde ayakta tutulabilmesi ile bir kısım taşınabilir eşyanın, mukaddes hatıra veya emanetin korunmasından ibarettir. Sınırlı kalan bu eğilimler, eserlerin bağımsız bir şekilde etüt edilmesine, bu eserlere yönelik araştırma ve inceleme yapılabilmesine yol açmamıştı. Bir başka deyişle, koruma/muhafaza etme kaygısı ile çok sonraları gelişecek olan eser etüdü farklı ve uzlaşmaz şeyler zannedilmişti. Kültürel simge niteliğindeki eserle, dünyevi amaçla ilgilenmenin yolları ayrılmış, eserin tarihi derinlikteki yerini kavramakla, onun ölçülebilir cismani özelliklerini örtüştürmek denenmemiştir.

    Kınalızâde’den Koçi Bey’e ve daha ismini sayamadığımız nicelerinin, bilinenleri her defasında tekrar tekrar dile getirmelerinin bir yararı olmadı, Osmanlı yöneticileri ve onlarla birlik olanlar varisi oldukları düşüncelerden ve acı karşılaşmalardan ders çıkaramadılar. Kendilerine musallat olan bir çeşit akıl tutulmasını silkeleyip atamadılar. Dikkat çekici olan şu ki; uyarıcı akıllı adamlara tepkide bulunanlar, kendi düşüncelerini öne sürmektense her fırsatta Kur’an, hadisler ya da bir başka şekilde, fakat her defasında sadece inanç temelli geleneksel cevapları hazırda tuttular. Oysa gelişmeci yolu açmak isteyenler de aynı cemaatin üyeleriydi. Açıktır ki, eski’yi, güçlü boyutlarıyla sürdürmek yanında, sapmaları düzeltme yolundaki irdelemelerin geleneğe aykırı (kadimden olugelene muhalif) ilan edilmesi, sadece kendine aşırı güvenden değil; bir düşünce tembelliğinin sonucu gibi gözüküyor.

    Destansı bir tarihin, en zirve noktalarında başlayarak ilerleyen sinsi çöküntü belirtileri göstermesinin sebepleri kuşkusuz birden çoktu. 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da yükselmekte olan her şeyi kader’e bağlamakla atâlet’e düşen Osmanlı düşüncesindeki ihmalleri, hatta insan budalalıklarını fark eden bizzat Osmanlı düşünürleri, inhitatın önemli sebeplerinden biri olarak dışarıda sürüp giden ahvali irdelemek, kendine ait kültürel verileri karşılaştırmalı bir anlayışla kayda geçmemek olduğunu sezmişlerdi. Ne var ki, hatalar zinciri sürüp gitmekteyken onların sesleri de boğuldu.

    16. yüzyıl Avrupası’ndaki Rönesans ve Aydınlanma’ya benzer bir şeyler, Osmanlı’da 18. yüzyılda denenmeye başlamıştı. Fakat baskın gerçek şu ki, Batı’da olup-bitenler önce kabul edilmek istenmedi, görmezden gelindi; bir yüzyıl sonra kabul edildiği zaman, Islahat, Tanzimat ve Meşrutiyet paniğine düşüldü. Bu ve benzeri devlet reformlarında ileri sürülen kimlikler düpedüz Avrupa kalıplarıydı. Değişen dünya düzeni Osmanlılar için çözülme ve dağınıklıktan başka bir şey getirmedi. Zaten atı alan Üsküdar’ı geçmişti.