Tasavvuf Bir Çeşit Hümanizm, Yunus Emre Ve Mevlana Hümanist midir?

Kudsi Erguner

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Batı Avrupa IV. yüzyıl Roma Hristiyanlığı döneminden XIV. yüzyıla kadar geçen süreci, payen ve batinî inançlarla mücadele eden kilisenin baskısı altında yaşadı. Bilimi ve bilgiyi sadece kendi kurumuna ait gören kilise, iktidarını muhafaza etmek için halkı cehalet içine itti. İsa dinini sadece resimlerle anlatılan efsanelere indirgeyerek, eski Roma dönemine ait Helen dinî inançlarını ve medeniyetini ortadan kaldırmaya çalıştı.

    XIV. yüzyıl başında eski Yunan ve Latin filozoflarının eserlerini kurtuluş olarak gören, başta Petrarque ve Coluccio Salutati olmak üzere pek çok aydın, geçmiş dönemlere mensup bu filozofların metinlerinin kasıtlı olarak kilisenin fikirlerine adapte edildiğini, değiştirildiğini veya eksik olarak neşredildiğini fark ettiler ve bütün baskılara rağmen bu eserlerin orijinallerine ulaşmaya çalıştılar (critical edition). Studia Humanista adını verdikleri bu etütler, daha sonra Hümanizm olarak adlandırılacak sivil hareketin adını da belirlemiş oldu ve terk edilmeye çalışılan eski medeniyetin kaynağı olan metinlerin orjinal hâlini arayış bir anlamda filolojinin de doğmasına yol açtı.

    İnsanın sadece ibadet etmek için yaratıldığına inanan Kilisenin Tanrı merkezciliğine (theocentricism) karşı hümanistler insanı âlemin merkezi olarak kabul ettiler. Kaderci kiliseye karşı, kaderinin yaratıcısı ilan ettikleri insanın akıl ve zekâsı sayesinde bütün mahlukat arasında en üstün varlık olduğuna inandılar.

    XII. yüzyıldan itibaren, doğumdan ölüme kadar insanların tüm yaşamlarını yönlendiren Kilisenin baskısına karşı bir çeşit başkaldırı olan hümanizmin tohumları atılmaya başlandı. Bunun bir sonucu olarak “yeniden doğuş” anlamına gelen Rönesans, aslında Batı Avrupa’nın yaşadığı büyük bir devrimdir. Devrilen de kilisenin halk üzerindeki baskısıdır. Bilginin, bilimin ve düşüncenin çok daha hür bir şekilde yayılmasını sağlayan yeni eğitim kurumları, dinî metinlerin bilim ve akıl ışığında yorumlanması, Hristiyanlık öncesi edebiyatın, bilginin, güzel sanatların ön plana çıkarılması, dünyaya bakışın tamamiyle değişmesi Ortaçağ Avrupasına son vererek, bir silsile hâlinde etkileri günümüze kadar uzanan devrimlere yol açmıştır.

    Osmanlı Aydını ve Batıcılık

    Her devrin düşünürlerinin ve yazarlarının, kendilerinen önceki dönemlerin ürünlerini tenkit etmesinden doğan fikrî hareketlerin ve hareketliliğin sonucunda çeşitli fikrî ve edebî kaynaklar ortaya çıkmıştır. Bu minvalde, huzur ve hakikat arayışında bir türlü tatmin olmayan Batı dünyasının devamlı arayış içerisinde olması da felsefe, sanat, yaşam şekli ve sosyal yapıda son derece çeşitlilik gösteren bir Avrupa doğurdu. Bu farklı filozofların ve düşünce akımlarının ortaya koyduğu eserler, bizim Batı hayranı aydınlarımızca da büyük bir zenginlik olarak görüldü.

    Onların nezdinde, bulduğu gerçekleri bizzat yaşayıp bütün fikrî dünyasını bu gerçekler üzerine inşâ eden Doğu ve İslam medeniyeti karşısında, aramayı bulmaya tercih eden, yahut bir türlü nihai bir gerçekliğe ulaşıp karar veremeyen Batı fikir dünyası her zaman daha önemli oldu.

    Osmanlı’da XIX. yüzyılın ilk yarısından itibaren, özellikle Tanzimat döneminde devlet politikası hâline gelen “Batılılaşma” hareketi, birçok konuda Batı kurumlarını örnek alan yüzeysel bir hayranlıktan öte, köklü bir değişimin de başlangıcı oldu. Bu köklü medeniyet değişiminde en büyük engel ise şehircilikten ev mimarisine; kılık kıyafetten yemek kültürüne ve dahi konuşulan lisana kadar toplumun günlük hayatını bütünüyle kapsayan hemen her olguda en azından beş yüz yıllık bir İslami dönemin izini taşıyan yaşam geleneğiydi.

    Bir yönüyle bir devlet politikası da olan Batılılaşmayı Ziyâ Paşa, Şinasî, Namık Kemâl gibi yazarlarımız başlattı; Abdülhak Hâmîd, Recaîzâde Ekrem, Ahmet Vefîk, Şemseddin Simavî, Cevded Paşa gibi yazarlarımızın geliştirdiği edebiyat akımlarıyla geniş ölçekli fikrî değişimler sağlanmaya çalışıldı. Bu ilk Batıcılarımızın etkisinde kaldıkları yazarlar genellikle aynı dönemlerin güçlü yazarları ve filozofları olan Montesquieu, Rousseau ve Voltaire gibi isimlerdi.

    Batılılaşmanın henüz başlangıcında ortaya çıkan yeni aydın kitlesi, okudukları bu eserlerin ışığında, hayran oldukları özellikle Fransız yazarların isyan ettikleri kendi toplumlarının koşulları ve baskıları ile doğal olarak içinde yaşadıkları toplumu kıyaslamaya başladılar. Hayallerinde Batı dünyasının “karanlık Ortaçağı”nın karşılığını İslam dünyasında da üreterek, Don Kişot kahramanlığıyla yaşadıkları toplumun tüm değerleriyle mücadeleye koyuldular.

    Hâlbuki karanlık olduğu zannedilen İslam dünyasının “Ortaçağı”, tarihin belki de en aydınlık dönemiydi. Birçok tarihçinin de altını çizdiği gibi, VIII. yüzyıldan XIII. yüzyıla kadar olan dönem bugün de İslam dünyasının “altın çağı” olarak kabul edilir. O çağlarda Bağdat, Kahire, Şam, Granada, Buhârâ, Şirâz, İsfahan Semerkand ve Fas gibi şehirler birer ilim ve sanat merkezine dönüştü. Emevî ve Abbasî döneminlerinde çocuklar altı yaşından itibaren okumayı ve yazmayı öğrenmekte; talebelere mantık, matematik, astronomi ve edebiyat dersleri verilmekte; daha ileri aşamada bu talebelere Eflatun ve Aristoteles gibi Antik Yunan’ın önemli filozofları ve görüşleri öğretilmekteydi. Bu okullarda Farabi, İbn Sina, Biruni gibi büyük filozoflar ve âlimler yetişti. Bu âlimlerin Batı’ya tesirine bir örnek kabilinden; Batı Avrupa “Metafizik”i Averroés olarak tanıdıkları Kordobalı İbn Rüşd’ün Arapça olarak kaleme aldığı Aristotetes şerhlerinin Latinceye tercümesi sayesinda keşfetti.

    İslam düşünce ve felsefe geleneğinde ilim ve iman hiçbir zaman birbirine zıt olarak algılanmamış, bilakis sebebleri araştıran her ilmin, sebeblerin sebebi olan Allah’a itikadı daha da sağlamlaştıracağına inanılmıştır. Aklın inanç için bir ayak bağı olması bir kenara, tam tersine akıl belli bir sınıra kadar aydınlanmanın gereği olan bir lütuf olarak kabul edilmiştir. Hümanizmi ortaya çıkaran Ortaçağ Avrupasında olduğu gibi eski medeniyetler lanetlenerek yok edilmeye çalışılmamış, imanı kuvvetlendiren birer ibret olarak görülmüş, insanın korku ve endişeleri körüklenerek dindar olması değil, Allah’a ve onun peygamberine bir sevgi, hatta aşk ile bağlanması teşvik edilmiştir.

    Tüm veriler kıyaslandığında, sömürgeciliğin başladığı dönemlere kadar İslam dünyasının Batı’ya nazaran, bilim, sanat, edebiyat ve fikrî özgürlük gibi hemen her alan ve konuda çok daha zengin olduğu anlaşılır.

    Ne yazık ki, aşırı hayranlıklarının körleştirdigi XIX. yüzyılın neokolonialist Batıcı şarklıları kendi tarihlerini Batı’nın Ortaçağı ile bilinçsizce kıyaslayıp bu devirleri karartarak, kendilerince bu hayâli zindandan kurtulmanın yollarını aradılar.

    Maalesef bugün dahi, Batı ile Doğu’nun tarihinin, sosyal ve dinî yaşamının, geçirdiği evrimlerin bütünüyle farklı olduğu göz önüne alınmadan, Hümanizm, Rönesans ve Reform arayışları öne sürülüp İslam dünyası ve kültürü “küresellik” adı altında gelişen kültür emperyalizminin içinde eritilmeye çalışılmaktadır.

    Günümüzde Eski Medeniyetler Ve Din

    Bugün dahi, bazı kesimler tarafından Hristiyanlık öncesi medeniyetlerin önemini vurgulayan hümanistler ile bir paralellik kurularak, İslam öncesi Türk geleneklerinde kimi değerler ön plana çıkartılmaya çalışılmaktadır. Şaman dininin yüceliğinden bahseden Türkologlar, tasavvufu da “şamanizmin İslam dünyasına uygulanmış şekli” olarak kabul edip Türk Müslümanlığı adı altında, Türklere özgü bir İslam dininin temelini tasavvufla inşa etmeye çalışıyorlar. Bu amaçla, İslam öncesi inançların da temsilcisi olduklarından, Yunus ve Mevlânâ hazretleri gibi en bilinen iki mutasavvıf, Türk Müslümanlığının peygamberi gibi kabul edilip sunuluyor. “Ortodoks Müslümanlık”ın karşıtı saydıkları tasavvufun üzerine, onların şahsında Hümanizm etiketi de yapıştırılıyor.


    Behey Derviş kendin girdaba atma
    Hak’kın buyurmadığı yola gitme
    Derviş Yunus sakın gafletle yatma
    Uyuma der bana Sultan Muhammed

    Mısralarının sahibi nasıl olur da şamanizmin devamı olarak kabul edilebilir?

    Yukarıda da değindiğim gibi, Hümanizm ve Rönesans devirlerinin en önemli felsefi temeli; kaderciliğe karşı çıkan “insanın bütün fiillerinin sahibi olduğu” fikridir. Yani cebrîlik ve ihtiyarîlik konusunda bitmez tükenmez tartışmaların, ihtiyârilik ile sona ermesidir.

    Tasavvufta ise mutasavvıflar “kaderci”dirler, yani fiili Allah’tan bilirler ve sonucuna râzı olmaya tâlim ederler. Mevlevî tarikatında dergâha kapanarak yaşanan çile dönemi de bir teslimiyet ve rızâ tahsilidir. Ebced hesabi ile rızâ kelimesinin harflerine karşılık gelen rakamlar yanyana konduğunda ortaya çıkan 1001 sayısı da çilenin süresini belirler. Rızâ ehli olmayıp cebrîlik yolunu seçenler ise bunun sonucuna râzı olmak zorundadır. Başka bir deyişle, muvaffakiyeti kendinden, yenilgiyi Allah’tan bilmek hatadır.

    Hümanist kelimesini bilinçsizce kullananlar günümüzde tasavvufu “insan sevgisi” olarak tanımlıyorlar. Oysa diğer Müslümanlar gibi, mutasavvıfların da insana ve tüm mahlukâta karşı duydukları saygının temeli Hümanist fikirler değil, onları Allah’ın mahluku olarak kabul etmeleridir. Âdem’den itibaren insan tüm bilgilerin ve hakikatin anahtarı olarak görülmüştür. Tasavvufa göre, olanlar ilahî fiilin zuhurudur, mahlukât da bu fiilin vesilesi… Yani her şey Yaradan’dandır, yaratılanlar da bunun vesilesidir.

    Son zamanlara kadar tekkelerde okunan aşağıdaki şiir, Âdem, yani insanın aslında bilinmesi gereken her şeye sahip olarak yaratıldığını ne de güzel ifade eder:

    Lâ deme gel zahida illâ gizlidir âdemdedir
    Allemel esmâ hem müsemmâ gizlidir âdemdedir

    Can gözün bîdâr edip ibretle kılsan bir nazâr
    Kudret-i bâri-i te’âlâ gizlidir âdemdedir

    Hızr ile Mus’ya hem binbir tekellüm eyleyen
    Hikmet-i tur u sînâ gizlidir âdemdedir

    Nur-i Rabbul âlemindir rahmeten lil âlemîn
    Fazl-i Ahmed, Sirri tahâ gizlidir âdemdedir.

    Her nefes bu nuh felek çarh-i devrân eleyen
    Kunbet u arş-ı mu’allâ gizlidir âdemdedir.

    Hilmiyâ gel ademi bil âdem isen âdemi
    Hâtem ile muhr-i ulyâ gizlidir âdemdedir.

    İnsanın yüceliğini bilmemek zaten dinin ve imanın eksikliği olarak görüldüğünden Mevlânâ hazretleri Mesnevisinde şöyle buyurur:

    İlmi var ammâ yog idi aşk-ı dîn
    Görmedi adem’den illâ nakş-ı tîn

    Yani, “İlmi var idi amma din aşkı yoktu, bu nedenle Âdem’de çamurdan yaratılan suretten başka bir şey görmedi.” der.

    Mevlânâ ve Yunus Emre hazretlerinin zaten olmayan dinî kurumlarla veya softa dindarlarla herhangi bir mücadelesi yoktur. Onların hürriyet anlayışı, Batı’daki gibi herhangi bir dinden ve dinî bir kurumun baskısından kurtulmak değil, nefsin insana yapabileceği eziyetlerden ve dünya hevesinden iman gücüyle arınabilmektir. Bu bütün tasavvuf büyükleri için de geçerlidir.

    Bugün önümüzde bizden önceki nesillerin hayran olduğu XIX. yüzyıl Avrupasından eser kalmamışken, bizler hâlâ o yüzyılın aynasına bakarak kendimize bir yer arıyoruz. Oysa, ait olduğumuz İslam medeniyeti tarihine kendi gözlerimizle bakabilsek, dinimizin medeniyetin karşıtı, ilmin zıddı, vahşetin kaynağı veya karanlıkların vesilesi olmadığını göreceğiz. Aynı açıdan bakınca, belki son yüzyıllarda yapılan tariflerin, tasniflerin, üretilen fikirlerin çoğunun ne kadar yalnış olduğunun da farkına varacağız. En azından Hümanizm ve Rönesans kelimelerinin, tasavvuf tarihinde hiçbir karşılığı, İslam medeniyetinde hiçbir yeri olmadığını anlayacağız.

    Eğer Hümanizm ve Rönesans yaşanılan çağın yalnışlarından ve dahi yalanlarından kurtulmak için başka değerler aramak ise, iki asırdır farklı bir medeniyete sarılmaya çalışan İslam dünyası bugününü yeniden gözden geçirebilmelidir.

    Esas Hümanizm ve Rönesans bir medeniyet tercihi değil, doğruyu bulup yaşamaktır. Niyazi Mısri’nin aşağıdaki mısralarında değindiği gibi; aranılan hakikat da insanın kendisinden uzak ve gizli değildir…

    Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.
    Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü,
    Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.

    İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün,
    Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş