BEKİR KARLIĞA İLE RÖNESANS VE HÜMANİZM İLE İSLAM DÜNYASININ ETKİLEŞİMİ ÜZERİNE

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Prof. Dr. Bekir Karlığa, 1972’de İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nden, 1977’de İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nden mezun oldu. Fakültedeki görevine, Yüksek İslam Enstitüsü döneminde, 1977 yılında Felsefe ve Mantık asistanı olarak başladı. 1980 yılında İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde İslam Kaynakları Işığında Pythogoras ve Pre-Sokratik Filozoflar adlı teziyle doktor oldu. Yüksek İslam Enstitüsü’nün fakülteye dönüştürülmesinden sonra 1983’te yardımcı doçentliğe yükseltildi ve Kelâm-Felsefe Bölümü başkanlığına atandı. 1985-1986 yılları arasında Paris’te bilimsel araştırmalar yaptı. 1987’de doçent, 1993’te profesör oldu. Prof. Dr. Karlığa hâlihazırda Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi başkanıdır.

    Muazzez Tümay

    İslam ya da Müslüman toplumlar ile Hümanizm arasındaki ilişkiye geçmeden önce İtalyan Rönesansı’nın ve tabii hümanizmin ortaya çıkış sebeplerini sormak istiyorum. Hümanizmin İtalya’da ortaya çıkmasının ve adım adım tüm Avrupa’ya yayılmasının en başat sebebi nedir sizce?

    Öncelikle Hümanizm’in ve Rönesans’ın ne zaman ortaya çıktığını ve bugünkü içeriğini ne zaman ve nasıl kazandığını konuşmak gerekir. Bilindiği gibi her iki kavram da bugünkü muhtevasını, XVIII. yüzyıldan itibaren kazanmaya başlamıştır. Ne bugün Hümanist olarak anılan kişiler kendilerinin Hümanist olduğunu iddia ediyorlardı, ne de Rönesans döneminin aydın ve sanatkârları Rönesans diye bir kavramdan söz ediyorlardı. XVIII. yüzyılda, daha çok aydınlanmacı filozoflar bu dönemleri değerlendirirken bu dönemi ve bu dönem düşünürlerini bu isimlerle andılar. Böylece bu kavramlar devam edip geldi. Rönesans’ın önemli isimlerinden Petrerca ve Dante gibi ünlü düşünürler Rönesans terimini kullanmazlar. Sanıyorum ki Rönesans terimini, Jules Michelet’nin Fransa Tarihi isimli kitabından etkilenerek ilk kez Jacob Burckhardt kullanmıştır.

    Terimi ilk kez Jules Michelet kullanıyor, Jacob Burckhardt ise derinleştiriyor…

    Evet… Son iki yüzyılda, Hümanizm ve Rönesans kavramlarına suni ve zoraki olarak derin anlamlar yüklenmiştir. Ancak bu ifade, Hümanizm ve Rönesans hareketlerinin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Şüphesiz ki Rönesans, Batı dünyası için çok önemli ve köklü bir değişimi ifade ediyor ve yepyeni açılımlar getiriyordu. Ortaçağ’ın kendisine ne verilirse tartışmasız kabul eden skolastik, dogmatik ve teslimiyetçi anlayışının yerini, aklını ve deneyimlerini kullanarak her şeyi yeniden gözden geçirmeye çalışan, eleştiren, değerlendiren bir insan tipi ortaya çıkmıştı. Ve bu sayede Hümanizm bir dünya görüşü hâlini almaya başlamıştı. Dolayısıyla Rönesans ve Hümanizm hareketi, bugünkü çağdaş Batı’nın, Avrupa’nın temel çıkış noktalarından birisidir.

    Lise kitaplarında dahi Rönesansı İstanbul’dan İtalya’ya –İstanbul’un fethinden sonra- giden bilginlerin başlattığı yazıyor… Ancak Siz Rönesansı İstanbul’dan giden bilginlerin ya da filozofların başlattığına dair mezkur iddianın tutarlı olmadığını söylüyorsunuz…

    Evet, yakın zamanlara kadar özellikle eğitim ve öğretim kurumlarında, Batı’da Hümanizm’in ortaya çıkışına dair ısrarla tekrarlanan iddia şu idi: İstanbul’un fethinden sonra Bizans’tan kaçarak İtalya’ya sığınan düşünür ve bilginler, Medici ailesinin de desteğiyle Roma’da Platon akademisini kurdular ve eski Yunanca dersleri vermeye başladılar. Böylece Avrupa’da eski Yunancaya ilgi arttı ve bunun sonunda ortaya çıkan İtalyan Rönesans’ı ile birlikte bütün Avrupa’yı kuşatan ve adına Rönesans denilen Avrupa’nın yeniden doğuşu başladı.

    Ancak bu, tutarlı ve tatmin edici bir açıklama değildi. Rönesans ve Hümanizm gibi önemli bir atılımı, birkaç tercüme esere hamletmek inandırıcı olamazdı. Uzun tarihi boyunca Bizans’ta evrensel çapta kaç bilgin ve düşünür yetişmişti ki bunların arta kalanları bile Batı’yı ayağa kaldıran Rönesans gibi tarihin akışını değiştiren önemli bir atılımı başlatmış olsunlar?

    Bizans’ta yetişip Roma’ya giden Gemistos Plethon, Basilius Bessarion, Georges Scholarius Gennadius, Jean Chortasmenos, John Agyropulos, Michel Apostolis, Demetrius Chalcondiles, George Amiroutzes ve Theodoros Gaza gibi bilgin ya da düşünürlerin düşünce tarihinde önem ifade eden hangi felsefi fikirleri geliştirmişlerdi? Düşünce tarihlerinde, bunlardan sadece birkaçının adı yer alır, o kadar. Öyleyse bunların, Rönesans gibi önemli sonuçlar doğuran bir hareketi başlatttılarını düşünmek asla mümkün değildir.

    Rönesans ve hümanizmi kimileri 12. yüzyılla, kimileri 14. yüzyılla, kimileri ise 16. yüzyılla başlatıyor. Sizin tespit ettiğiniz kadarıyla Rönesans ve Hümanizmin kökleri hangi tarihe kadar geri götürülebilir?

    Skolastik dönem boyunca yüz yıllarca derin bir dogmatik uykuya dalmış olan Batı dünyası, İslam kültür ve medeniyetine dair eserleri tanıyarak içine düştüğü bu derin uykudan uyanmaya başlamış ve Rönesans denilen o büyük atılımın fitilini ateşlemiştir. XIII. yüzyılın başlarında, Bologna, Sorbonne ve Oxford Üniversitelerinin kuruluşu ile birlikte Batı’da o zamana kadar görülmeyen hızlı bir entelektüel canlılığın ortaya çıkmaya başladığına şahit oluyoruz. XIII. yüzyıl Rönesans’ı diye anılan bu atılımın, özellikle Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi İslam düşünürlerinin eserlerinin Batı’ya tercümesiyle başladığını söyleyebiliriz. Bu tarihten yaklaşık 50 yıl sonra Batı’da Averroist (İbn Rüştçü) ve Avicennist (İbn Sinacı) akımlar oluşmaya başlamıştır.

    Öyle dahi olsa, felsefe tarihinde İbn Rüşd bir Aristotelesçi, Aristoteles şerhçisi/yorumcusu olarak bilinir ve pek özgün olmadığı iddia edilir…

    Ben o görüşe katılmıyorum. İbn Rüşd her manada çok özgün ve yaratıcı bir filozof, bir bilgindir. İbn Rüşd, aynı zamanda büyük bir fakihtir. İslam hukukunu dört mezhebe göre değerlendiren en yetkin eseri o yazmıştır. O, tıb alanında çok önemli eserler kaleme aldığı gibi, mantık, kelam, fizik ve matematik alanlarda çağının en önemli eserlerini kaleme almıştır. Kısacası İbn Rüşd, sistem kurucu bir düşünür olduğu kadar modern metodolojinin de öncü ismidir. Metodolojik düşünce Avrupa’ya İbn Rüşd aracılığıyla intikal etmiştir.

    İbn Rüşd’ün etkisi kısa sürede bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Katolik Kilisesi bu etkiyi önlemek amacıyla tarihin en acımasız kurumlarından birisi olan Engizisyon mahkemelerini kurmuştur. Bu mahkemeleri yönlendirmek üzere Dominikan ve Fransisken rahipler görevlendirilmiştir. Kilise’nin girişimleri sonucu İbn Rüştçüler, Sorbonne Üniversitesi’nden kovulmuşsa da, yine Paris’te Faculte des Arts’da, yani Yedi Hür Sanatlar’ın okutulduğu ve bugünkü anlamda Fen Fakülteleri demek olan Sanatlar Fakültesi’nde etkin olmayı sürdürdüler. İbn Rüştçü etki, XVII. yüzyıla kadar başta İtalyan üniversiteleri olmak üzere bütün Batı üniversitelerinde devam etti. Aydınlanma hareketinin ana arterlerinden birini de yine İbn Rüştçülük oluşturmuştur. Hatta bu etkiyi XIX. yüzyıl Pozitivizmine kadar uzatmak mümkündür.

    Nitekim XIX. yüzyılın ünlü pozitivist ve oryantalist düşünürü Ernest Renan’ın “Averroes et l’Averroism” İbn Rüşd ve İbn Rüştçülük adlı doktora tezi, bu etkinin o günlerde bile ne kadar canlı olduğunu gösteren açık bir örnektir.

    Bir başka örnek de XIV. yüzyılda başlayıp XVIII. yüz yıla kadar devam eden ve İbn Rüşd’ü konu alan resim koleksiyonudur. 1350’lerden 1650’lere kadar Avrupa’da İbn Rüşd ile ilgili pek çok ünlü ressam tarafından sanat değeri yüksek tablolar yapılmıştır. Bunların en ünlüsü, içinde İbn Rüşd’ün tasvirinin de yer aldığı büyük ressam Rafaello’nun Atina Felsefe Okulu isimli tablosudur.

    Lippo Memmi, Benozzo Gozzoli, Giovanni di Paulo, Flippino Lippi ve Giorgione gibi adı bilinen ve bilinmeyen Rönesans öncesi ve sonrası dönemde yaşamış Batı resminin büyük ustaları, Aziz Thomas’ın İbn Rüşd’ü nasıl yendiğini gösteren 20 civarında resim yapmışlardır. Bugün Batı müzelerinin ve katedrallerinin süsleyen bu tabloların ana teması Batı’da yaygınlaşan İbn Rüşd etkisidir.

    Yaklaşık 300 sene gibi uzun aralıklarla yapıldığına şahit olduğumuz sanat değeri yüksek bu tablolar, aynı zamanda İbn Rüşd’ün uzun süre Batı dünyasında ne kadar etkili olduğunun göstergesidir. Özetle ve bir kez daha ifade etmek gerekirse, belli belirsiz fikirleriyle İbn Rüşd Rönesans ve Hümanizmin doğuşunda etkili olmuş bir figürdür.

    Rönesans hümanizmi Avrupa kültür ve düşünce tarihinde gerçek manasıyla bir kırılma, köklü bir dönüşüm/devrim olarak nitelendirilebilir mi?

    Az önce değindiğimiz gibi, Rönesans döneminde Rönesans ve Hümanizm terimleri bugünkü anlamda kullanılmıyordu. Rönesans’ın ve Hümanizm’in köklü bir değişim veya devrim olarak algılanması Fransız devriminden sonraki dönemlere rastlar. Özellikle Ansklopedistler ve Aydınlanmacılar, dini bir kenara bırakabilmek, dinin yerine felsefeyi ikame edebilmek için yoğun bir çaba harcadılar ve bunda başarılı da oldular.

    Az önce konuştuk ama toparlamış olmak ve konuyu biraz daha derinlemesine ele almak için tekrar soracağım: İslam’ın ya da Müslüman toplumların Rönesans ve Hümanizmin ortaya çıkışındaki tesirlerine dair genel kanı; İstanbul’un Türkler/Müslümanlar tarafından fethinden sonra İstanbul’dan özellikle Floransa’ya giden bilginlerin İtalyan Rönesansını başlattığı yönünde. Siz bu genel kanının doğru olmadığını, aksine, Bizans İstanbulu’ndan ziyade Haçlı seferleri esnasındaki etkileşimin ve Endülüs’ün Rönesansı –ve Hümanizmi– başlattığını iddia ediyorsunuz. Siz İstanbul’un bu noktada öne çıkarılmasını nasıl açıklıyorsunuz?

    Sadece Haçlı seferleri ya da Endülüs’ten ziyade, burada asıl etkin rol oynayan İslam dünyasından Batı dünyasına yapılan tercümelerdir. Güney Fransa’da, Toledo’da ve Sicilya’da yapılan tercümelerle, Avrupa’da yeni fikir akımları doğdu. Bu yeni fikir akımları, 13. yüzyılda skolastiği yıktı. Akabinde üniversiteler kuruldu. Üniversiteler kurulurken Bağdat’taki Nızamiye medreseleri ve Mısır’daki Ezher Üniversitesi model alındı. Bu üniversitelerin kurulmasıyla yeni bir bilim adamı tipi ortaya çıktı. Ve yeni bir metodoloji gelişti. Modern bilim ve düşünce, geliştirilen bu yeni metodolojinin mahsulüdür.

    Yani asıl tetikleyici İstanbul, Endülüs ya da başka bir coğrafi merkezin etkilerinden ziyade İslam dünyasından aktarılan söz konusu bilgi birikimidir diyorsunuz.

    Evet, bu tercümeler yalnızca Endülüs’ten gerçekleştirilmedi. Haçlı seferleriyle Suriye’ye, Anadolu’ya, Antakya’ya ve Şam’a gelen bilgi düşkünü bazı kişiler buradan götürdükleri eserleri Batı dillerine aktardılar. Benim tespitime göre, 100 civarında mütercim Arapçadan Latinceye ve İbraniceye tercümeler yaptılar. İtalyan asıllı Gerard de Cremone tek başına 70 adet eseri tercüme etmişti. Bir kültüre mensup bir kişinin kendisine ait olmayan, başka bir kültüre ait eserleri bu denli azimle aktarmaya çalışması tarihte çok az rastlanan bir örnektir.

    Peki Rönesans ve Hümanizme İstanbul’un müşahhas etkisi ne ölçüde ve çerçevede oldu? Bunu net olarak ifade etmek mümkün mü?

    Bakınız, Bizans Hıristiyanlığı kabul edince, Kilise mensupları, kutsal kitaptan başka hiçbir kaynağa ihtiyaç olmadığını öne sürerek, İncil dışında diğer kitapların çoğunun yasaklanmasını ve ortadan kaldırılmasını sağladılar. Nihayet İmparator Justinyanus, 529 yılında Atina felsefe okulunu kapatmış ve bütün felsefecileri ülkesinden kovmuştu. Böylece Yunanca konuşan Bizans’ta, Yunanca felsefe eserlerini okuyup anlayan kimse kalmamıştı.

    İbnü’n-Nedim’in el-Fihrist isimli eserinde anlattığına göre; Halife Me’mun, gördüğü bir rüya üzerine Aristo’ya hayran olur ve İstanbul’dan Aristo’nun eserlerin ister. Ne var ki bütün çabalara rağmen o günün İstanbulu’nda Aristo’nun hiçbir eseri bulunamaz. Bir rahibin hatırlatması üzerine, İstanbul’a 3 günlük mesafede –muhtemelen İznik’te- bir kilisenin mahzeninde saklanmış kitaplar arasında Aristo’nun eserlerinin de bulunduğu anlaşılır. O mahzenden çıkarılan kitaplar Bağdat’a gönderilir.

    İstanbul’da eski Yunanca bilen dahi kalmadıysa nasıl oldu da İstanbul’dan İtalya’ya gidenler eski Yunancaya dönüşü sağladı ya da belirli ölçüde de olsa kadim Yunan edebiyatına dönüşü sağladı?

    O günlerde Bizans ile savaş hâlinde bulunan İran şahı, Bizans’tan kovulan felsefecileri ülkesine kabul ederek bugünkü Bağdat yakınlarında bulunan Cündi Şapur denilen yerde ikamet etmelerine izin verir. Cündi Şapur’a yerleşen Bizanslı felsefeciler, antik Yunan felsefesini öğretmeye devam ederler. İran vatandaşı olan Süryaniler, bu eserleri kendi dillerine tercüme ederler. Müslümanlar bu bölgeyi fethedince, Süryani rahiplere büyük paralar vererek Antik Yunan düşüncesine ait eserleri Arapçaya tercüme etmelerini sağlarlar. Böylece Antik felsefeye dair değerli eserler kaybolup gitmekten kurtulur. Daha sonra Bizans’ta yeniden geçmiş düşünceye ilgi baş gösterir…

    Müslümanların şöyle ya da böyle İtalyan Rönesans’ının ortaya çıkmasına katkıda bulunduğu kabul edildiğinde akla şöyle bir soru geliyor: Peki benzer bir gelişme neden Müslüman toplumlarda görülmedi?

    Bunun pek çok nedeni var tabii. Tek bir neden indirgemek doğru olmaz. Sadece birkaçına temas edelim:

    İslam dünyası, XIII. yüzyılda büyük bir yapısal değişim yaşadı. Batı’dan gelen ve ardı ardına 250 sene devam eden Haçlı seferleri İslam dünyasının Batı kanadını yıktı. Sicilya gitti, Endülüs gitti, kuzey Afrika büyük tehdit ile karşı karşıya kaldı. Diğer yandan Doğu’dan gelen Moğol istilası İslam dünyasının doğusunu ve güneyini alt üst etti. İran, Horasan ve Maveraünnehir bölgelerini kırdı geçirdi. Sonunda Hilafetin merkezi Bağdat’ı yakıp yıkarak bu geniş coğrafyadaki bütün kültür ve medeniyet birikimlerini ortadan kaldırdı. Üçüncü olarak İslam dünyasının merkezi noktalarını kökten sarsan İsmaili, Batıni terörü, Mısır’dan Suriye’ye Horasan’dan İran›a, Anadolu’dan Maveraünnehir bölgesine kadar bütün İslam coğrafyasında korku ve dehşet saldı ve serbest düşünce hayatını kökten yok etti. Ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk ve onun oğulları başta olmak üzere ardından gelen devlet adamlarına; büyük İslam düşünürü Gazzali’den cami imamlarına kadar, toplumda etkili konumda olan hemen herkes İsmaili, Batıni ve Haşşaşi tehdidi ile yüz yüze geldi. Böylece İslam dünyası önce siyasi birliğini yitirdi, sonra da entelektüel öncülüğünü kaybetti. Entelektüel hayat ancak istikrar ortamlarında boy salıp gelişebilir. İstikrar ve özgür düşüncenin olmadığı yerde yeni fikirler gelişmez.

    Batı’daki gelişmelerin benzerinin İslam dünyasında ortaya çıkmamış olmasının nedenlerinden birisi de Hıristiyan dünyasında olduğu gibi kilise-din, kilise-devlet, kilise-toplum çatışmalarının İslam dünyasında yaşanmamış olmasıdır. Zira İslam’da insanlar tarafından değiştirilmesi mümkün olmayan sabit bir nass, yani Kur’an-ı Kerim vardır. Ayrıca Tanrı’yı temsil eden bir kurum yoktur. Halife Tanrı adına söz söyleyen veya emir ve yasaklar koyan bir konumda değildir. Sadece Tanrı’nın emirlerinin tamı tamına uygulanmasını sağlama yetkisine sahiptir.

    Uygulama da böyle mi olmuştur peki İslam dünyasında?

    Haklısınız, sonraları halifeliğe böyle bir yetki verilmeye çalışılmıştır. Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir denilerek, saltanat meşrulaştırılmış ve imparatorluklar İslamiyet ile özdeşleştirilmeye çalışılmıştır.

    Bu çerçevede, “İslam Hümanizmi” kavramsallaştırmasının sıhhatine, bununla ne denmek istendiğine de değinmek istiyorum. Böyle bir tamlama veyahut kavramsallaştırma ne kadar anlamlı? Hangi anlamda bir “İslam Hümanizmi”nden bahsedilebilir, hangi anlamda bahsedilemez?

    Benim anlayışıma göre İslam hiçbir “izm” ile, hiçbir ideoloji ile eşleştirilemez. O yüzden İslam Hümanizmi’nden ziyade, İslam’ın insana bakışı, hümaniter yapısı üzerinde konuşabiliriz. Eğer hümanizm ile kastedilen bu ise bir sorun yok. Ancak insanı her şeyin kaynağı ve ölçütü sayan ve adeta onu idol hâline getiren bir anlayış İslam ile uyuşmaz, elbette ki. İslam, varlığı bir bütün olarak algılamamızı sağlar. Bu bütünlük içinde insan da önemli bir unsurdur, tabiat da. Her şeyin merkezine insanı koymak, bir süre sonra insanı tanrılaştırma ve putlaştırma sonucuna varabilir.

    Yine bu meyanda; Yunus Emre, Mevlana gibi İslam tasavvuf geleneğindeki önemli/etkili kimi isimlerin, hatta Hz. Peygamber’in dahi “Hümanist” ilan edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Hz. Muhammed ya da Mevlana “Hümanist” midir?

    Elbette Hz. Peygamber’i de, Mevlana’yı da, yukarıdaki bağlamda hümanist olarak nitelemek doğru değildir. Bu türden nitelemeler ve kategorileştirmeler -art niyet yoksa- bilgisizliğin sonucudur. Din önderlerini ve dinî figürleri kendi özel bağlamlarından soyutlayarak değişik çağdaş izmlerin arkasına takmak yanlıştır.

    Hümanizm ile başlayan, insanı her şeyin ölçüsü kabul etme anlayışının bugünü için neler söylenebilir? Fizik, felsefe ve diğer sosyal bilimlerde gelinen nokta, hâkim paradigma itibariyle artık “insan her şeyin ölçüsü” müdür?

    Elbette Batı’nın kültürel hegemonyası bütün dünyada kendini göstermektedir, bunu inkâr edemeyiz. Zira bilgiyi kim üretiyorsa, onu istediği gibi kullanır. Dolayısıyla Batı hegomonyası dünyada hâkim olduğu için, bu bakışın insanlar üzerinde etkili olması da anlaşılır bir durumdur.

    Son olarak sizin müellifi olduğunuz ve yapımını gerçekleştirdiğiniz, dünya genelinde pek çok ülkede ve dilde gösterimi yapılan “Batı’ya Doğru Akan Nehir” belgeseline dair bir soru sormak istiyorum. Bu başlık dahi Hegel’in bütün insanlık tarihini “Batı’ya çıkan bir yol” olarak okumasını hatırlatıyor. Malumunuz, Hegel doğrusal bir kültürbilim (Geisteswissenschaft) tasarımı öne sürüyor ve bu doğrusal yol -Hegel’e göre- Perslerden başlayıp kuzey Avrupa’ya çıkıyor. Hegel’in öncülüğündeki mezkur bakışı biz Müslümanlar da benimsedik mi? Bütün yollar/nehirler Batı’ya mı çıkıyor/akıyor?

    Hayır, bu yaklaşım tamamen yanlış bir anlama veya yorumun ifadesi olur. Ana fikrinden her satırına kadar tamamı benim kalemimden çıkmış ve onayımdan geçmiş olan bu belgeselde yukarıda sözü edilen anlayışa hiç yer verilmemiştir. “Batı’ya Doğru akan Nehir” ismi ve metaforu, Batı’yı ön plana çıkarmak veya Batı’ya olağan üstü bir konum kazandırmak maksadıyla seçilmemiştir. Böyle bir iddia, eserin içeriğine bakmadan kelimelerden hareketle sığ ve gerçek dışı bir hüküm olmanın ötesine geçmez. Bu belgesel, küresel bir medeniyet hikâyesidir. Şimdiye kadar medeniyetler, hep sizin sözünü ettiğiniz Batılı bakış açısıyla anlatılmaya çalışılmıştır. Biz ise burada medeniyetlerin hikâyesini doğulu, Müslüman ve Türk bakış açısıyla anlatmaya çalışıyoruz.

    Sizin dışınızda birkaç kişi tarafından da dillendirildiğini duyduğum bu fikirler gerçeği yansıtmamaktadır. Kelimelere ve isimlere takılarak önyargılarda bulunmak yerine, belgeselin bütünü izlenerek karar vermek daha doğru olacaktır.
    Dünyanın önde gelen 200 civarında bilim ve düşünce adamının katılımıyla hazırladığımız ve çekimini 16 ülkede gerçekleştirdiğimiz bu belgesel, özgün yorumları ve objektif değerlendirmeleriyle alışılagelen medeniyet konseptinin dışında yeni bir medeniyet bilinci geliştirmeye çalışmaktadır. Bu nedenle de bütün dünyada büyük bir ilgi görmüştür.

    Ayrıca son zamanlarda yaygınlaştığını gördüğümüz aşırı akımlar ve terör örgütleri tarafından zedelenen, hatta kirletilen İslam imajını, asli hüviyetiyle ve çağdaş dünyanın anlayacağı bir dille yeniden dünya gündemine taşımaya çalıştık.

    Her satırı tarafımdan kaleme alınmış olan “Batı’ya Doğru akan Nehir” şimdiye kadar yapılmış en uzun medeniyet belgeseli olduğu kadar şimdiye kadar dünyada en çok izlenen Türk yapımı eser olmuştur. Şu ana kadar dünyanın önde gelen 40’ı aşkın özel ve resmî televizyon kanalında yayınlanmış olup bir gecede yalnız Fransa’da 790.000 kişi izlemiştir.

    Belgeselin ana fikrini müsaadenizle kısaca aktarmak isterim: İnsanoğlunun ortaya koyduğu eserlerin yüksek seviyede özü ve özeti demek olan medeniyet, XVII. ve XIX. yüzyılda iddia edildiği gibi sadece Batı’ya ait bir olgu değil, bütün insanlığın ortak çabasının mahsulüdür. Bu ortak mirasın oluşumunda, bütünüyle Müslümanların önemli katkıları olduğu gibi Türklerin de büyük payı vardır.
    Uygarlığın ilk doğduğu yer Mezopotamya, yani Dicle-Fırat havzası, Mısır, Çin, Hindistan ve Orta Asya olduğundan medeniyetin kaynağı hep Doğu, Asya, özellikle de Ortadoğu olmuştur. Bu nedenle medeniyet ırmağı binlerce yıl boyunca hep Doğu’dan Batı’ya doğru akmıştır. Ancak Rönesans’tan itibaren Doğu, her alanda üretkenliğini yitirmeye başladığından medeniyet nehri de Batı’dan Doğu’ya doğru akmaya başlamıştır. Ama günü gelir nehir tekrar eski mecrasına dönerek Doğu’dan akmaya başlar.
    Kısacası “Batı’ya Doğru akan Nehir” belgeseli, işte bu bilinci yeniden canlandırmayı amaçlamaktadır.

    Açıklamalarınız için teşekkür ederiz.

    Ben teşekkür ederim.