HÜMANİST OLARAK BUDA VE KONFÜÇYÜS

Mario Poceski

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Dinin toplumda evrilen rolünü ve bunun moderniteyle olan ilişkisini bir çerçeveye oturtmada çokça kullanılan yollardan biri din ve bilim, inanç ve akıl ya da gelenek ve ilerleme gibi bir dizi -sözde çatışan-ikilikler öne sürmektir. Bazı siyasi ve entelektüel çevrelerde, özellikle de bir süredir Batı medyasında ilgi görmekte olan, seküler ideolojinin militan ve ateist karakterli kesimleriyle dolu olan ortamlarda din, modernite projesinin tam bir uyuşmazlık içinde olduğu, modası geçmiş bir hurafe gibi takdim edilmektedir. Böylesi bir kavramsal şablon içerisinde din, deneysel bulgu ya da akılcı kanıtları bulunmayan kadir-i mutlak tanrısallığı ya da doğaüstü alanın varoluşunu yanlış bir biçimde çerçevelendirdiğinden yalnızca yanlış ve muzır değildir; aynı zamanda insan davranışını yönlendirebilecek ve adil, duyarlı ve münevver bir toplum yaratabilecek bir ahlaki çerçeve sunma noktasındaki sözünü tutmakta da başarısız olmaktadır. Seküler ideolog, dinin irrasyonelliğini ve kişisel ve toplumsal ahlakı, hurafe saçmalarının bütün çeşitleriyle dolu eski kitaplarda bulunan uyduruk dinî dogmalar veya sorgulanabilir etik emirlere dayandırmanın savunulamazlığını sözüm ona açığa vurarak (yakından incelendiğinde ortaya çıkan, önceden kurgulanmış varsayımlar ve tanınan türlü türlü önyargılara dayalı) kendine özgü inançsızlığının yüce ahlaki zeminini savlamaktadır.

    Söylendiği gibi insanlık, Sigmund Freud’un (ve farklı bir bağlamda bir yere kadar Karl Marx’ın) bahsi geçen (Richard Dawkins ve Christopher Hitchens gibi) ideologlarca tasavvur edilmiş sözde ütopik toplumda, bizim din dediğimiz “evrensel bir takıntılı nevroz”u sonunda salıvermeye çağırdığı evrimsel bir aşamaya ulaştığında, kamu ahlakı bilimsel ilerleme ve akılcı düşünmeyle tam bir uyum içerisinde olan seküler hümanizmin aydın bir formu tarafından yönlendirilecektir. Ortak gelecek vizyonumuz içerisinde, insan hayatının en önemli alanlarında modası geçmiş dinî biçim ve düşüncelerin yerini liberal ve ilerlemeci seküler hümanizm biçimleri alacaktır. Kısaca açıklamak gerekirse bu, hümanizmin, din karşıtı gündemlerini beyan etmiş siyasi ve düşünsel hareketlerce sıkça benimsenen militan ve katı bir çeşididir.

    O hâlde bu, yine, hümanist geleneğin bütününe bakışın tek ve yahut da en uygun ve anlamlı yolu değildir. Zaman zaman önde gelen hümanistler dinî inançları, teamülleri ve kurumları sorgulamış veya reddetmiş olsa da, daha geniş bir tarihsel bağlamda, belli dinî çerçeveler içerisinde çalışan ya da dinî ve hümanist bakışaçılarını bir diğeriyle uyumlu gören hümanistlere dair bolca örnek bulunmaktadır. Gerçekte, seküler hümanizmin belli bir çeşidini norm olarak almak, Avrupa hümanizminin dinî (bilhassa da Hıristiyan) köklerinin çoğunu tanımayı yoksayacağından tek taraflı ve basittir.

    Genel anlamıyla hümanizm temel vurguyu insan onuru, refahı ve failliğine yapan bir felsefi bakış olarak anlaşılabilir; anlama, özgürlük ve yaratıcılık noktasında insan kapasitesine dair iyimser bir görüş sunar. Bu anlamda hümanizm, dikkatini, Tanrı’dan ve geleneksel olarak dinle ilişkilendirilen doğaüstü alandan uzaklaştırır. Bunun yerine, odak, özellikle edebiyat, sanat, felsefe ve tarihte ifade edildiği üzere, kendisine biricik yeti ve yetenekler verilen insanoğlunun dünyasına yöneltilir. Bir diğer ifadeyle vurgu, dinî inanç ve dogmanın yerini alacak akılcı düşünce ve deneysel bulguya doğru kayar. Avrupa medeniyetinde merkezî bir yer işgal eden bu türden bir paradigma kaymasında düşünce ya da ilginin odağı Tanrı’dan insana doğru hareket eder. Dolayısıyla insanlık eşyanın büyük düzeni içerisinde merkezî bir konum üstlenir ve anlam ve yaratıcılığın ana mahalli hâline gelir.

    İnsan tabiatı ve nesnel gerçekliğe ilişkin evrensel iddialara rağmen hümanizmin Avrupa’ya ve daha geniş ölçekte Batı medeniyetine özgü tarihsel koşullar, dinî çevreler ve düşünsel eğilimlerin bir ürünü olduğunu akılda tutmak önemlidir. Öncüllerinden bazıları antik Yunan’a kadar gitse de hümanizmin ayrı bir kavram olarak doğuşu bizi, temelde antik Yuna ve Roma metinleri ile sanat eserlerinin yeniden keşfedilmesinin ilham verdiği tarih, edebiyat, felsefe, filoloji ve sanat çalışmalarının yükselişine tanıklık eden İtalyan Rönesansına götürmektedir. Dar anlamda ise erken hümanizm bir antikite sevgisi ve klasik kaynaklarda kodlanmış düşünce ve ideallere geri dönüş arzusuydu. Sonraları, hümanist fikirlerin ve düşünce tarzlarının gelişimi akıl, tecrübe, eşitlik, hoşgörü ve sekülerizm gibi evrensel insani değerleri savunan Avrupa aydınlanması filozofları tarafından etkilenmiştir. Bunlar, dolayısıyla, bilim, teknoloji ve demokratik yönetim biçimlerinin ilerlemesiyle bağlantılıydı.

    Hümanist geleneğin özgün tarihsel kökenleri ve içkin Avrupa-merkezci önyargılarını göz önüne alırsak onun ideal, kural ve düşünme biçimlerinin bizim Budizm ve Konfüçyanizm gibi farklı toplum ve kültürlerin temellerine karşı gelişmiş, karmaşık Asya gelenekleri kavrayışımıza nasıl uygulanabilir olduğunu merak edebiliriz. Bizler Buda ve Konfüçyüs gibi antik doğulu bilgelerin düşüncesinin geniş anlamıyla hümanist perspektifle uyum (veya zıtlık) içerisinde olup olmadığına dair gerçekten ikna edici bir sav sunabilir miyiz? Genel olarak, Asya’nın muhtelif kesimlerinde ortaya çıkan bazı dinî öğreti ve düşünsel eğilimleri açıklamak için Batılı/Hristiyan kavram ve kategorileri kullanırken aşırı dikkat sarfedilmesi gerektiğini savunurum, çünkü bu tip bir uygulama sıklıkla uydurmaya benzer. Aynı zamanda, bunlar tüm hayranlık veren zenginlik ve kafa karıştıran karmaşıklıklarında güçlü bir ortak insani miras kavrayışına bağlı olduklarında çeşitli geleneklerin öne çıkan yönleri arasındaki temel farklılıklardan (veya benzerliklerden) bazılarının incelikli ve makul biçimde araştırılması, önemli tarihsel izlekler ve kapsayıcı kavramsal paradigma anlayışımızı zenginleştirmeye yardımcı olabilir. İyi yapıldığında bu tarz bir kıyaslama belki de bize, fazlasıyla tartışmaya açık din alanı dâhil, din ve maneviyat hakkındaki düşünüşümüzü şekillendiren temel kural ya da kategorilerin bazılarını yeniden incelememize -veya onlar üzerinden görmemize- yardımcı olabilir.

    Bu, sonunda, bizi bu yazının başlığında sorulan ana soruya götürür: Buda ve Konfüçyüs bir çeşit hümanist olarak düşünülebilir mi? Elbette ki bu büyük oranda, hümanizmin, bu mukayeseyi yaparken ana başvuru noktası olarak kullandığımız tanımına dayanır, lakin, genel anlamda, her ikisinin de geniş hümanist bir bakışı etkileyen bir dizi felsefi ilke ya da dinî öğretiyle desteklendiği şeklinde ikna edici—ve de aynı zamanda nitelikli- bir sav ortaya konabilir. Bir anlamda, iki bilgenin de öğretilerini ana tektanrılı dinlerin öğretilerinden ziyade hümanist bakışla uzlaştırmak belki de bir miktar daha kolaydır, çünkü bunların her ikisinde de (belki de tek) odak nokta Tanrı ya da onun tesis ettiği söylenen ilahi düzenden çok insanın açmazıdır. Önce Konfüçyüsü ele alacağım, çünkü onu mevcut hümanist çerçeveye oturtmak daha kolay. Ardından, öğretilerini, insanın kaygılarını bastırmaya yönelten ve net bir şekilde insanın mükemmelliği ilkesini öne süren ve fakat aynı zamanda bizi gündelik insan düşüncesi, duygusu ve eylem dünyasından uzaklaştıran aşkınlık ve kurtuluş kavramlarını da kurgulayan Buda‘ya geçeceğim.

    Konfüçyüsçülük uzun ve karmaşık bir tarihçesi olan çok yönlü bir gelenektir. Bazen din kategorisinde ele alınır, bazen ise siyasi, toplumsal veya ahlak felsefesi olarak lanse edilir. Çin tarihi içerisinde Konfüçyüsçülük imparatorluğun resmî ideolojisi olarak önemli işlev görmüştür. Bilhassa Konfüçyüs ve öğrencilerinin öğretilerinin şekillendirdiği erken Konfüçyüsçülüğe baktığımızda, tüm bu kategorilerin, keskin sınırları olmayan ve dinî otoriteye ait sabit bir merkezi bulunmayan, evrilen bir geleneğin yapı bileşenlerine işaret ettiğini görürüz. Temelde, aynı anda antik ritüeller, klasik öğrenme, ahlak kazandırma, toplumsal ahenk, kültürel erdem, siyasi kurumlar ve devlet hizmetleri ile alakadar olan büyüyen bir harekete bakmaktayız. Bir bakıma Konfüçyüsçülük, insan hayatının -bireysel faillik ve kişisel büyümeye dair bir vurgu bulunuyor olsa bile özellikle toplumsal düzeyde- en kolay gözlemlenebilen yönlerine işaret etmektedir.

    Konfüçyüsçülük‘te eksik olan şey, ilahi varlık(lar) veya doğaüstü düzene duyulan açık ilgidir. Bu, uhrevi bir kurtuluş teolojisi geliştirmede alenen gözlemlenen bir ilgisizlikle uyumludur. Elbette, belli belirsiz bir cennet kavramı ve yaygınlıkla benimsenen Çin dinlerinin çok sayıdaki tanrıları ve ruhlarına dair zımni bilgi mevcuttur. Bununla beraber, Konfüçyüsçü öğretilerin temel güvencesi, insan dünyasına, özellikle de düzgün kültürel normlara ve doğru toplumsal etkileşim kalıplarına yöneltilmektedir. Konfüçyüsün müritlerine, “insanlar adına doğru olan şeyi yaparak” insan kardeşlerine hizmet etmeye odaklanmalarını nasihat ettiği söylenmektedir. Farklı Tanrısallıklara göre bilge kişi saygılı olmayı öğütlemelidir, ancak “onlarla arasına mesafe koymalıdır”. Benzer şekilde, odak, çözülmemiş bir gizem olarak kalan öte dünyayla aşırı derecede alakadar olmak yerine bu hayat üzerinde olmalıdır. Konfüçyüs’ün yazılı sözleri arasında çok bilinen bir pasaja göre, “Hayatın anlamını bilmiyorsanız ölümden bahsetmenin ne anlamı var?”

    Yine, erken Konfüçyüsçülük‘te Hıristiyanlık, Yahudilik veya İslam geleneklerinde bulduğumuz türden, kudret ve otoritenin ilahi kaynağına cevap verme ihtiyacı olmaksızın düzgün bir etik muaşeret ve aydın yönetim oluşturmak adına ikna edici bir eş zamanlı tasarı geliştirme çabası görürüz. Etik meseleler, kamu kurumları ve adil, ahlaki ve ahenkli bir toplumun yaratılmasına katkıda bulunan insanın eylem kalıpları üzerine belli bir odaklanma bulunur. Bu türden bu dünya yönelimli ve kişisel davranış, ailevi değerler ve toplumsal kurallarla kapsayıcı bir biçimde alakadar olan yaklaşımın ışığında Konfüçyüsçülük‘ten, sıklıkla, bazı açılardan Batı’daki gelişmelere önceden işaret eden bir hümanist geleneğin önde gelen Çinli bir örneği olarak bahsedilmiştir. Bu nedenle, Konfüçyüs’ün yaygınlaşan Hristiyan dogmanın karşısında duran, rasyonel felsefesi, Voltaire (1694–1778) ve Avrupa Aydınlanmasının diğer önde gelen şahsiyetleri tarafından büyük hayranlıkla karşılanmıştır.

    Eğilimde dinî ya da ruhani olarak tanımlanabilen Konfüçyüsçü geleneğin bu yönlerine baktığımızda bile ana odak noktası yine, öncelikle pragmatik ve bu dünyanın kavramlarıyla anlamlandırılmış insan mükemmelliği ve ahlaki büyümedir. Bu ise bilgelik idrakinde son bulan Konfüçyüsçü kendi kendini işleme yoluyla temsil edilmektedir. Bu hayat boyu kendini geliştirme yolu, insani hizmeti bünyesinde barındıran net bir biçimde çizilmiş bir toplumsal bağlam içerisinde üstlenilen düzgün muaşeret ve bilgelik yetisinin gelişimini içermektedir. (Gerçek anlamları ve önemleri üzerine sürekli bir düşünmeyle desteklenen) Ritüel görgü (li), hayırseverlik (ren), ataya saygı (xiao) gibi başat Konfüçyüsçü değerleri geliştirmeye odaklı yaklaşımına ek olarak, klasik Konfüçyüsçü öğrenme programı uygun edebiyat, dans ve müzikle ilgilenmeyi de içermektedir.

    Konfüçyüs gibi Buda da, ikisinin temel felsefi bakışaçıları ve savundukları sosyopolitik ve kurtuluşbilimsel (soteriological) hedeflerinde dikkate değer farklılıklar bulunsa da öncelikli olarak insan dünyasıyla ilgiliydi. Geleneksel metinlere göre, genç Siddhārtha Gautama dini arayışına başladığında öncelikli amacı hakikatin gerçek mahiyetini farketmek ve maddi zeminden ziyade ruhani düzlemde anlaşılacak olan insanın acı çekmesi ve eksikliği problemlerini çözmekti. Budalığını gerçekleştirmesi -ki alışılageldiği üzere yüce mükemmelliğe erişme ve nihai hakikatin kavranması olarak yorumlanmaktadır-onu bütün zihnî engel ve kirlerden özgürleştirdi. Buna bilgelik, şefkat ve tüm varlıkların ruhi iyiliği ve terbiye edilmesi için çalışmaya adanma dahil bir dizi müspet vasfın gerçekleştirilmesi eşlik etti.

    Geleneksel olarak Buda, ana görevi insanlığa, bağlılıkların ve cehaletin ortadan kaldırılmasına götüren ve Nirvana’nın gerçekleştirilmesiyle sonlanan bir uygulama yolunun rehberliğini yapmak olan, uyanmış varlıklar silsilesindeki bir kimse olarak görülmektedir. Bununla birlikte, o, yine de (kapsayıcı ufku ve mesajı insan kardeşlerine yönelmiş, özel biri olmasına karşın) daha çok insandır. Keşfettiği ve öğrendiği hakikat (Dharma) ince ve fakat evrenseldir. Doğru bir çaba ve uygulama ile hakikatin katışıksız doğasında öğütülmüş ve kozmos üzerinden açığa vurulmuş olarak bu hakikate sıradan insanlar yaklaşabilir ve onu anlayabilir. Bu, bireylerin kendi kendilerine dayattıkları sınırlamaların ötesine geçmelerini mümkün kılan ve Buda’nın insanlığa mesajının kalbinde yer alan bu farkına varışın dönüştürücü gücüdür.

    Hukuki metinlere göre, Buda öğretilerini anlatırken dünyanın oluşumu veya yaratıcı bir Tanrı‘nın varlığı gibi konu dışı mevzularda dogmatik savlarda bulunmaktan ya da metafizik spekülasyonlar yapmaktan imtina etmekteydi. Onların yerine ana odak, tüm sorunları ve mücadeleleriyle insanın açmazını anlamak ve geniş çaplı kişisel ve toplumsal dönüşüme neden olacak kapsamlı bir manevi yolu anlatmak idi. İşin temelinde, Buda’nın öğretisinin öncelikli hedefinin, (sonraki gelenek, bazısı metafizik temayülleri bulunan ileri düzey felsefi düşünce sistemleri geliştirdiyse de) yalancı sofulukla ya da spekülatif teolojik soyutlamalarla ilgilenmek yerine manevi kendi kendini işleme ve pragmatik kurtuluşbilimi etrafında döndüğü söylenmektedir. Bu tür eğilim, dışsal bir Tanrısallığın kurtuluşa dair failliği pahasına, kişisel deneyim ve kendi kendine güven üzerine vurgu anlamına gelmektedir. Doğum ve ölümün (samsara) sıradan dünyasının aşkınlığını ima eden manevi bağımsızlaşmanın son hedefine bireysel çabayla ulaşılabilmektedir. Bu ise etik muaşeret, meditatif uygulamalar ve eşyanın gerçek tabiatının bilgece idraki gibi uygun manevi disiplinlerin tatbikini ihtiva etmektedir.

    Gündelik varoluş ve insan mükemmelliğinin iyimser görünümüne dair yapılan vurgu ışığında, temel düzeyde Buda’nın bir çeşit hümanist olarak görülebileceği ileri sürülebilir. Ne var ki, onun öğretileri eksik olan ve samsara‘nın tatmin edici olmayan dünyasına ait olan sıradan insan hayatı ve deneyiminin etkili bir eleştirisini de bünyesinde barındırmaktadır. Dolayısıyla, kendi doğal hâllerinde olduklarından sıradan insanları övmek yerine Buda açık bir biçimde insan hayatını karakterize eden pek çok sorun ve noksanlığa işaret etmektedir. İnsani açmazın böylesi bir eleştirel değerlendirmesi, onun, kısmen, hakikatin aşkın boyutuna işaret etmek suretiyle insanoğlunu daha iyiye dönüştürme vaadinde olan tatbik yolunu izah etmenin gerekli zeminini oluşturmaktadır. Bu anlamda, insan doğasının ve dünyevi varoluşun safdil yanlış anlaşılmasıyla beraber Buda’nın öğretisi, eşyanın daha geniş bağlamında insanoğlunun merkezîliğinin, keyfi ve tek taraflı övgüsünü sorunsallaştırarak, hümanizmin pek çok çeşidinin üstü kapalı bir eleştirisini ortaya koyuyor gibi de görülebilir.