Narsistik Bir Döngü: HÜMANİST TRAJEDİ

Özkan Gözel

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • 1. İnsan bu, meçhul

    Alexis Carrel (1873-1944) ünlü kitabının başlığına bu ilginç tabiri yerleştirmiştir: İnsan bu, meçhul (L’Homme, cet Inconnu, 1935). Vaktiyle pek çok dünya diline çevrilen, çok satan ve çok okunan bu kitap, sonradan Türkçeye de çevrilmiş ve bir dönemin hit kitapları arasındaki yerini almıştı. Müslüman çevrelerde, bilhassa bu çevrelerde iyi bilinen, adından sıkça söz edilen, çokça kaynak gösterilen bu kitabın vaktiyle bir aurası vardı kuşkusuz. “Bilimin dini nakzetmek şöyle dursun, teyit ve tasdik ettiğine” ya da “bilim ve dinin birbiriyle asla çelişmediğine” dair hüccetler getirilirdi Carrel’in bu kitabından. Cerrah ve fizyolojist olan bu Fransız bilim adamının hele bir de 1912’de Nobel Tıp Ödülünü almış olması, bu hüccetlerin sağlamlığını daha bir teyit ediyordu. Öte yandan, bir bilim adamı olarak Carrel’in (ya da bir bilim adamı olmasına rağmen Carrel’in) insanı “meçhul” yani “bilinmez” (inconnu) olarak vasfetmiş olması, onun sıradan bilimadamlarına nazaran bilimci/pozitivist indirgemeciliğe mesafeli duruşunun açık işareti olarak yorumlanabilir. İnsanı bu “meçhul”, giderek de “muamma” olarak “tanımlama” teşebbüsü, dönemin hâkim, pozitivist temelli bilimsel tutumuna doğrusu pek de uygun düşmüyordu. “Bir şeyi tanımlamanın imkânsızlığının onun gerçekte mevcut olmadığı anlamına gelmeyeceği”ni, keza “bir konunun güçlüğünün ya da muğlaklığının onu göz ardı etmek için yeterli gerekçeyi sağlayamayacağı”nı söylüyordu Carrel. Bilimci indirgemeciliğe karşı, kuşkucu, şu halde ihtiyatlı bir tutum takınmasıyla maruf bu ayrıksı bilimadamı, aklın göze indiği, indirildiği bir çağda görünmeze/bilinmeze, onun kendine mahsus hakikatine zihinlerde bir yer açmayı umuyordu. Nitekim o, duada, pozitivistik bilimciliğin kitlediği zihinleri açacak anahtarı görüyordu. “İnsanın görünmez bir varlıkla hemhâl olmak için gösterdiği çaba” demekti (La Prière, 1944) haddizatında dua.

    Bununla birlikte, Carrel herkes gibi zamanının bir çocuğuydu. Çağına hâkim bilimci-medeniyetçi-ilerlemeci-hümanistik tasavvurdan bütünüyle uzak olamazdı. Yine de o pozitivizmle karakterize olan zamanının bilimsel tutumunu şu veya bu ölçüde tartışma konusu edişiyle bilimadamından fazla olarak bir düşünürdü de.

    2. Pozitivizm ve Bilim

    Peki nedir bu söz konusu bilimsel tutum? Bu tutum kabaran bir bilişsel iştihayla tema’sı kıldığı şeye yönelir ve onu “deneyin verileri göre ve aklın ışığında” çözümler. Bilimin çözümlediği her ne ise; o, artık “bilinmez” ya da “bilinemez” olmaktan çıkmış, “bilinen” ya da “bilinebilir” hâline getirilmiştir. Bilimsel aklın ışığında bütün muammalar çözülür böylece, bütün gizemler dağıtılır, bütün pürüzler tesviye edilir: Keza, bu ışık altında bütün bilinmeyenler ya bilinebilir olana irca ile bütün ayrıksılığından edilir ya da daha en başta konudışı ya da gerçeklik harici addedilerek yok sayılır, göz ardı edilir. Başka bir ifadeyle muammayı (gizemi, çözülemezi, kavranılamazı, görülemezi, dolayısıyla akıl-ve-deney-üstü olanı) kendi kodlarına tercüme edip orada çözündüren, eriten, buharlaştıran bilim için her şey enikonu bir bil-mece’dir, bu demek ki hâlihazırda bilinebilir değilse bile ileride, bilimsel bilgideki artışla birlikte, er veya geç, ama mutlaka bilinebilir olacaktır. Öte yandan kendini nazara vermeyen ve hep gizem/muamma olarak kalmakta direten, aklın ışığında çözünmeye karşı koyan her ne ise o, tekrar edelim, bilim-dışı, dolayısıyla da gerçeklik/hakikat dışı sayılarak göz ardı edilecektir. Aslolan, gerçek olan; ölçülebilir-deneye-tabi-tutulabilir-hesaplanabilir-nicelleştirilebilir olanlardır, yani bilimsel keşfe konu olan “olgu”lardır (faits) yalnızca. Bilim, gerçekliği/hakikati olgusallığa indirger. Bu indirgemeciliğe bilimcilik diyoruz ki pozitivistik bir karaktere sahiptir. Pozitivizmi pozitivizm yapan belli başlı tezlerine şöyle bir göz atalım o hâlde:

    “Yalnız olguların bilgisi üretkendir; kesinliği bize sağlayan deneysel bilimlerdir; insan zihni, gerek felsefede gerekse bilimde, kendini deneyle daimi olarak temas hâlinde tutması ve her türlü a priori’den vazgeçmesi koşuluyla, ancak ve ancak bu koşulda laf kalabalığından ve hatadan salim kalır; ve nihayet: “kendinde şeyler”in alanına nüfuz edilemez, düşünce olsa olsa bağıntılara ve yasalara ulaşabilir” (A. Lalande, Vocabulaire…).

    3. İnsanlık Dini

    Modernçağ’ın zihniyetini alttan alta belirleyen ideolojidir, tinselliktir, dindir hümanizm. Hümanizm “insancıllık” ya da “insan sevgisi” değildir basitçe, ama Tanrı’dan kopan insanın kendine dair ürettiği mübalağalı imge, bir rububiyet vehmi, Tanrı’nın ölümü ya da katli akabinde ondan doğan boşluğu doldurma yönünde harcadığı beyhude çabadır hümanizm. Öte yandan, bu lâ-dinî dinin temel bir direği, rüknüdür pozitivist karakterli bilim/cilik. Böyle olarak bilim/cilik, (modernliğe ya da onun bir dönemine hâkim) bir “bilme tarzı” olmanın çok ötesine geçer, öylesine ki o aynı zamanda bir inanç manzumesi, bir ideoloji, bir dogma olarak da görülmelidir. Seküler, dünyevi, monden bir dindir hümanizm, bağlıları, dindarları, inanlıları vardır. İnsanın insana (insan-lığa) imanı esasına müstenit bir din! Bunun en aşikâr, en gözeçarpar örneği belki de pozitivizmin kurucusu, (pozitivistik) bilim/ciliğin baş esinleyicisi Auguste Comte’un (1798-1857) “İnsanlık Dini”nde (Religion de l’Humanité), keza onun mâhut kitabı Pozitivizmin İlmihali’nde (Catéchisme Positiviste) görülebilir. Bir dönem Saint-Simon’un kâtipliğini de yapmış olan Comte malum olduğu üzere sosyolojinin kurucu babalarından biri olarak da kabul edilmektedir.

    Comte insanlığın tarihsel gelişiminde birbirini takip eden üç hâl ya da evre varsayıyordu: teolojik evre, metafizik evre ve nihayet (hakikate gerçek anlamda erişimin sağlandığı) pozitif evre. Keza, bir rivayete göre, sosyoloğumuz, insanın, çocukluğunda teolog, gençliğinde metafizikçi, olgunluk evresinde de bilim adamı/pozitivist gibi düşündüğü kanaatindeydi. Çocuksu ve delişmen evreleri geride bırakan insanlık “düzen ve ilerleme” (ordre et progrès) şiârında en âlâ anlatımını bulan positif/pozitivist evreye ya el’an ulaşmış ya da ulaşmak üzeredir. Dinin yani semavi anlamda dinin, bilhassa da Hıristiyanlığın tasfiye edildiği bu evrede, doğan boşluğu bilim (pozitivistik bilim) alacak, bilimin ölçüsüz tebcil ve takdisi ondan seküler bir din doğuracaktı: İnsanlık Dini’dir bu, (semavi anlamda) “tanrısız”, hümanist, bilimperest bir din. Ve fakat bu yeni dinin de elbet bir tanrısı olacaktı: İnsanın kendiydi bu nevzuhur tanrı.

    4. İnsan-Tanrı

    İnsanlık dininde, insan, kendine (kendindeki insanlığa) tapıyordu. Ama değil mi ki tapan gibi tapılan da kendiydi, bu tapma başka bir şeye değil insanın kendini ilahlaştırmasına varıyordu, yarıyordu. Başka bir ifadeyle, burada, tapan ile tapılanın nihayette bir ve aynı olması ölçüsünde, tapan olmanın zilleti tapılan olmanın sözümona izzetine bir anda ve tek bir jestle inkılap ediveriyor ve bu surette insan, sanki birlikli, saf ve basit bir tanrı olarak değil de, âdeta ikircikli, içinden yarılmış, şizoid bir tanrı (bir insan-tanrı) olarak yeniden-yaratıyordu kendini.

    Hıristiyan Batı’nın Hz. İsa’ya atfettiği insan-tanrı vasfı ve bu vasfın çifte karakteri modern insanın kendini tanrılaştırmasında da iş başındaydı sanki. Belki de, modernliğin, Hristiyanlığın uluhiyet tasavvurunu (belli bir anlamda ve farklı bir düzeyde, ama her hâlükarda sekülerleştirerek) tekrar ettiğini söylememiz gerekiyor burada. Ve fakat farklar da bariz: (Hz.) İsa, “Tanrı’nın oğlu”ydu, tam da öyle olduğu için tanrılaş(tırıl)ıyordu; “Tanrı’nın katili” modern İnsan ise onun ölümünün yarattığı “boşluk”tan (vanité: kibir) istifadeyle kendini tanrı olarak ilan ediyordu. Şu da var ki İsa’nın çilesi (passion) –değil mi ki insanlığın günahlarına karşılık bir “kefaret”ti– (redemption), esasen trajik olarak addedilemezdi; Modern İnsanın trajedisi ise, daha baştan tescilliydi, zira kendinde rubûbiyet vehmeden bu insan, “beyhude bir tutku”yla (passion inutile) “asla erişemeyeceği bir büyüklüğe” göz dikmişti.

    5. Hayat Bir Tragedya

    “Ne zafer kazanmanın, ne de zafer kazanma umudunun olduğu” bir durumda, kendinden kendini yaratma çabasında, kendiyle “daimi bir savaş”tadır modern insan. “Hem heykeltraş hem de mermer”dir o: Çekici tutan el onun olduğu gibi, darbelere maruz kalan da oldur. Sancılı, ıstıraplı, trajik bir süreçtir bu kendinden kendini yaratma süreci.

    “Yaşamın trajik duygusu” her daim eşlik eder modern insan’a, bu “kaçınılmaz bir biçimde” çatışkılı ve çatışmalı savaşta. Nitekim, “Çatışkı-ve-çatışma içinde yaşıyoruz biz, hayatlarımıza yön veren şey bu!”, der Miguel de Unamuno, kederle ve hayıflanarak. Hemen sonra da ilave eder: “Hayat bir tragedya!” (Le Sentiment Tragique de la Vie).

    6. Terakki Ülküsü

    Comte’a dönelim bir lahza, İnsanlık Dini’ne. Aşkın olanın inkârı ve olgusal olanın mutlak hakikat katına yükseltilmesi olarak pozitivizmin nihayette monden (mondain) bir dine, “İnsanlık Dini”ne tersinivermesi hayli ilginçtir. Bilindiği üzere Comte’un hümanist temelli pozitivistik dininin kendine mahsus bir takvimi, özel anma ve takdis günleri, ritüelleri, uluları, azizleri, papazları ve tabi kilisesi vardır. Bu dinin papası olarak Comte, dur-durak bilmeyen bir irşat çabası içinde, sair insanların yanı sıra devlet adamlarını da İnsanlık Dini’ne kazanmaya çalışmış, netice itibarıyla da topyekûn insanlığı pozitivizmin nurlu yoluna, ilerlemenin müstakbel cennetine davet etmeyi asıl misyonu saymıştır. İlginçtir, Comte vezir-i azam Mustafa Reşit Paşa’nın şahsında Osmanlı Devleti’ne de 4 Şubat 1853 tarihli bir irşat, bir dine davet mektubu yollamıştır (A. Comte, İslamiyet ve Pozitivizm). Doğrusu, genel manada konuşursak, bu davetin büsbütün karşılıksız kaldığı söylenemez. Osmanlı’nın son döneminde ve müteakiben Cumhuriyet döneminde pozitivizmin gerek devlet gerekse aydınlar katında hatırı sayılır bir tesiri, daha doğrusu teshiri olmuştur: Hayatta en hakiki mürşit “ilim” idi; ilhamın artık “göklerden alınma”yışı ölçüsünde, bu ilim, “pozitivistik bilim”den başka bir şey değildi. (Bu arada İttihat ve Terakki Fırkası’nın bizzat adının pozitivizmden mülhem olduğuna geçerken işaret edelim). “İslam mani-i terakki değildir” diyenler de, bu savunucu ve alttan alıcı tutumlarıyla pozitivizmin şiarı olan “terakki ülküsü”nü ister istemez tasdik, dahası de tasvip etmiş oluyorlardı. Osmanlı’nın son döneminde ve müteakiben Cumhuriyet’te rical-i devlet ve aydınlar katında afsunkûr bir tesir icra eden, bir ideoloji, giderek lâdînî bir din işlevi gören pozitivizm, batılılaşmanın/modernleşmenin (batılı/modern tipte bir birey ve toplum yaratmanın) ışıklı yolunu gösteriyordu.

    7. Hümanizm ve Anti-hümanizm

    O zamandan bu yana köprünün altından çok sular aktı; ne var ki köprü, eskise de, yıpransa da temelleri itibarıyla hep aynı kaldı. Bugün pozitivizm Batı’da, kısmen de bizde, kıyasıya eleştiriliyor. Bu bilimsel-ideolojik yaklaşımın artık modasının geçtiği söylenebilir kuşkusuz. Bugün (bu tabir illa Comte’çu dar anlamda değil, ama daha geniş bir anlamda alındığında da) İnsanlık Dini gibi bir şeye bağlılığını deklare eden hemen hiç kimseye rastlayamazsınız. Ne var ki bu, pozitivistik (ve hümanistik) varsayımların günümüzde büsbütün gözden düştüğü anlamına gelmiyor, pozitivizmi (belki de kendilerine rağmen) “gizli bir din” (crypto-positivisme) gibi içlerinde taşıyanlar bugün dahi mevcut zira. Evet, bunu ister deklare etsinler, isterse etmesinler ve kendileri bunun ister farkında olsunlar, isterse de olmasınlar (pozitivistik olmayabilen ya da öyle olmayı artık geride bırakmış görünen) işbu İnsanlık Dini’ne bağlı, bağımlı bir hayat sürenler bugün de az değil aramızda.

    İmdi, farklı farklı türleriyle pozitivizmin ve başka başka adlar altındaki sair izm’lerin temel esin kaynağıdır Hümanizm. Modernçağ’ın hâkim, modern insanın da temel dinidir, temel ideolojisidir Hümanizm. Modernleşme dediğimiz, 16.-17. asırdan başlayıp bugünlere varan tarihsel süreçte ve Batı dediğimiz mahut coğrafyada bilhassa da Kilise’nin devre dışı bırakılmasıyla birlikte yeni bir insan tipi, dolayısıyla da yeni bir insan (ve varlık) tasavvuru gelişme ve yerleşme imkânı bulmuştur. Başka zaman dilimlerinde ve başka coğrafyalarda kökleri aranabilse, izleri sürülebilse de Hümanizmin patenti kuşkusuz Batı’ya aittir. Bunu şuradan da anlıyoruz ki farklı medeniyetler, kültürler ya da dinler kapsamında üretilen (ya da daha doğrusu yeniden-üretilen [reproduction]) hümanizm/ler görüldüğü kadarıyla kendilerini Batı hümanizmi üzerinden ve onun dili içinde/n anlayıp anlatmaya (ve satmaya) çalışıyorlar. Hatırlatmak gerekirse: Patent, “buluş sahibinin buluş konusu ürünü belirli bir süre üretme, kullanma veya satma hakkı”dır.

    Elbette genel olarak Modernçağ’da, bilhassa da bu çağın bize en yakın evresini teşkil eden ve yaygın olarak postmodern diye de adlandırılan zamanımızda anti-hümanizm/ler yani hümanizmi tenkit ve cerh çabaları Batı’da ara ara gündeme gelebildi. Öyle de olsa, bu çabalar, ekseriya, hümanizmi ve modernliği (kısaca hümanistik modernliği) daha baştan varsayan tarihsel ve kültürel bir zeminde ve bu zemini istemeden de olsa sağlamlaştıracak, en azından muhafaza edecek bir çerçevede gösterilebildi. Şunu demek istiyoruz ki tüm karşıçıkışlara ve eleştirilere rağmen, bilhassa da bunların yeterince radikal ve derinlikli olamamaları yüzünden, Hümanizm, aşikâr ve görünür bir şekilde olmasa da, en azından gizli (crypto-) ve/veya gizil (virtuel) anlamda, çağımızın hâkim dini olmayı sürdürüyor hâlâ. Bu arada belirtmeden geçmeyelim: Postmodern veya değil, akademik ve entelektüel çevrelerden yükselen hümanizm eleştirileri arasında Heidegger’inki belki de en kaydadeğer ve özgün olanıdır.

    Sonuçta, ağırlıklı olarak postmodern bir eğilim taşıyan bu anti-hümanist eleştiriler Hümanizmi yıkamazlar, ama onu farklı bir düzeyde ve dilde yeniden-üretirler olsa olsa. Postmodernlik, o hâlde, tıpkı soyundan geldiği modernlik gibi, temelde hümanistik olarak kalmayı sürdürmek durumundadır, bunu ister itiraf etsin, ister etmesin.

    Şu hâlde, gerek modernlik, gerekse de (onun inkıtaı değil ama devamı olan) postmodernlik söz konusu olsun, üzerine gitmemiz gereken asıl problem, hadsizlik ve/veya talihsizlik eseri olarak, insanın her halükarda “altta-yatan” (subjectum) olarak, her şeyin “temel”i ve “ölçüsü/ölçükoyucusu” olarak, tüm varolanların “merkezi”, “istinat noktası” veya “referans kaynağı” olarak tebcil, giderek de takdis edilmesidir. İnsana dair ifrat derecesinde iddialı, onu tanrılık katına çıkartacak kadar da mübalağalı olan bu tasarı/bu tasarım, insanın Tanrı karşısındaki istiğnasının, keza onun yeryüzünde işlediği, işlemekte olduğu her nevi taşkınlık ve azgınlığın temel nedenini oluşturuyor. Bu arada, burada kastedilen insanın öncelikle ve bilhassa “batılı/modern tipte insan” olduğunu hatırlatalım ve dikkatimizi asıl olarak hümanistik modernliğin üç yüz-dört yüz yıllık problematik tarihine çevirelim. O zaman, modernliğin işbu tarihini, tarihin bu modernlik evresini, insanın Tanrı’yı oynadığı bir tragedya olarak gözümüzde canlandırmakta zorlanmayacağız hiç. Yer yer komedi öğeleri içermekle birlikte asıl karakteri tragedyadır bu oyunun. Şu da var ki, perde daha kapanmadı, oyun sürüyor hala.

    Epilog

    İnsan haddini aşıp “hevasını tanrı edindiği”nde, kendinde tanrısal bir güç, bilgi ve irade, kısaca tanrılık vehmetmeye başlar. Bu vehimle kendini müstağni sayan insan, yeryüzünde büyüklenip tuğyankârlık etmeye kalkar: “Hayır insan tuğyankârlık eder, kendini müstağni görmekle” (Alâk, 96/6-7). Yeryüzünde zorbalıkla iş başına geçip “ekini ve nesli” tahrip etmeye, “karalarda ve denizlerde fesat çıkarma”ya, ama daha mühimi Allah’ın kulları üzerinde rabblik taslamaya koyulan bu insan, “Allah’ı unutan, Allah’ın da ona kendine unutturduğu” şu bedbaht insandır…

    Bu insan, dev aynasında öz imgesini seyre dalmışken her nasılsa kendini narsistik bir döngüye kaptırmıştır. Kibir ve zillet arasında beyhude bir biçimde izzeti araması bundandır. Keza, bundandır onun (“Öte’ye yol yok!” inkârıyla) burada, bu dünyada, bu aradan hareketle sonsuzlaşmak / tanrılaşmak sevdası…

    Bu insan, Tanrı/lar/dan meşaleyi çalan Prometheus’un benzeridir. Batı’nın hâlihazırda uhdesinde tuttuğu “Power/Knowledge” da, Yunan’ın şu meşalesi mesabesindedir. Peki ama kendini “Kâdir-i Mutlaklık/Âlim-i Mutlaklık” katına çıkartma arzusundaki bu insan, onu tanrılaştıracak bu iksiri bulabilecek midir? Bilmiyoruz. Ama içimizden yükselen şu sese kulak kabartmakta beis görmüyoruz: Bulacaktır elbet sonunda bu insan iksire benzer bir şey. “İçtikçe susatan” bir ser/mâyedir bu, cehennem şarabı misâli. Ve kan renginde…