Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü Sahibi Birgül Oğuz İle Söyleşi

Muazzez Tümay

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Birgül Oğuz 1981’de İstanbul’da doğdu. İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nü bitirdi. Aynı üniversitenin Kültürel İncelemeler yüksek lisans programından mezun oldu. Çeşitli dergilerde çok sayıda öykü, deneme ve çevirisi yayımlandı. İlk öykü kitabı Fasulyenin Bildiği ile 2007 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü aldı. Son öykü kitabı Hah ise Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Birgül Oğuz ile edebiyata, dünyayı edebiyat aracılığıyla anlama/yorumlama çabasına dair kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.

    Yuhanna İncili’nin ilk ayeti; “Önce söz (logos) vardı. Söz Tanrı’ylaydı. Söz Tanrı’ydı.” şeklinde. Siz de sözün gücünden bahsediyorsunuz. Söz (ifade) gücüyle en çok neyi değiştirsin ya da mümkün kılsın istersiniz?

    Sözün bir gücü olduğuna, hatta sözün bir güç olduğuna inanıyorum. Her yöne kullanılabilecek bir güç bu tabii. Yani kötü şeylere de iyi şeylere de neden olabilir. Sözün gücünü savaş çığırtkanlığı için de kullanabilirsiniz, insan ve dünya arasındaki sevgi bağını güçlendirmek için de. Burada, sözün ardındaki niyet kadar o sözün başını alıp nerelere gidebileceği de önemli. Ne de olsa samimiyet, doğruyu söylediğimiz inancıdır yalnızca. Savaşın doğru olduğuna inanıyorsam bunu samimiyetle dillendirebilirim; doğru bildiğimi dillendirdiğime göre de iyi niyetli biri sayılabilirim. Ama kime göre öyleyim gerçekten? Ve ağzımdan çıkan sözün nerelere gidebileceğini önceden bilmem mümkün mü?

    Söz bir güçtür, evet. İnsandan insana geçer, kimi zaman yüzyıllar öncesinden gelir, bizi şimdimizde bulur, bizi etkiler, bizi ikna eder ya da doğru bildiğimizden eder. Söz pek çok şeyi değiştirebilir. Ne güzel! Ama bu bazen korkunç da olabilir! Tam da bu nedenle, söz, gücüyle şunu değiştirse ya da şunu mümkün kılsa keşke, diyemem.

    Sözün gücüne inanıyorsak, sözün tehlikesine de inanıyoruzdur. Edebiyatta “söz” hem araç hem amaç olduğu için; sözün hareketini, nereden gelip nereye gidebildiğini, neleri dokuyup neleri sökebileceğini kendi bünyesinde deneyimleyip başkalarına da gösterebildiği için belki çok önemli edebiyat. İnançlarımızın, kanaatlerimizin, kendilik fikrimizin ve dünya fikrimizin oluşmasında bunca önemli yeri olan sözün ve söz gücünün güzelliğini ve tehlikesini aynı anda üstlenebilme kapasitesine sahip bir alan bence edebiyat.

    “Doğduğumuz günden beri dünya iyi okumamız ve iyi yorumlamamız gereken bir metin olarak açılıyor önümüzde.” diyorsunuz. Orada öylece durmuş yorumlanmayı/anlaşılmayı bekleyen bir dünya, bir evren var mı gerçekten? Bizden bağımsız, bizim dışımızda… Biz olmasak da varlığını sürdürebilecek, biz algılamasak da var olmaya devam edecek…

    Bizden bağımsız, bizim dışımızda, biz algılamasak da var olmaya devam edecek bir dünya var mı? Varsa da insan o dünyaya erişebilir mi? Erişse de onun nasıl bir dünya olduğunu dillendirebilir mi? Bence varsa da erişemez ve zaten erişse de dillendiremez. İdraki ve dolayısıyla dili aşan bir şey bu. Onun üzerine konuşmak spekülasyon olur. Ama konuşabiliriz tabii, zaten konuşuyoruz da ve konuşmaya, onu tahayyül etmeye devam edeceğiz elbette; spekülasyon güzel bir şey… İnsanın sınırları var, evet. Ama bu sınırlar onu sınırlamıyor yalnızca, onu daha da yaratıcı kılıyor.

    Dünyanın önümüzde bir metin gibi açıldığını söylerken şunu demek istiyordum aslında: Biz dünyayı ve dünyadaki yerini anlamaya çalışan, dünya ve kendi üzerine düşünen varlıklarız. Bizi sardunyadan ya da alabalıktan ayıran en büyük fark bu galiba. Ama bu, dünyanın bizim dışımızda olduğu, bizden bağımsız olduğu anlamına gelmiyor. Bizim dünyayla ancak böyle ilişkilenebildiğimiz anlamına geliyor.

    Dünyayı daha iyi anlamak ve ona yerleşebilmek için bir “araç” olarak edebiyattan bahsediyorsunuz. Olup biteni anlama ve anlamlandırma çabamızda millet olarak en sık başvurduğumuz “araç” sanıyorum edebiyat. Aziz Nesin’in deyimiyle, memlekette her üç kişiden beşi şair, yer gök edebî neşriyat, edebî mecmua… Bunu nasıl açıklıyorsunuz? Edebiyata bu denli meyilli bir millet/kitle olmamızın sebebi ne sizce?

    Edebiyatı okuma, yorumlama ve yeniden yazma sanatı olarak da tanımlamak mümkün. Dünyayı da sayısız işaretin buluştuğu bir metin gibi gördüğümüzü, onu okuduğumuzu, onu yorumladığımızı ve sonra da onunla ilgili anladıklarımızı dile getirme ihtiyacı duyduğumuzu düşünüyorum. Bu durumda, dünyayla aramızda bir diyalog başlıyor sanki. Dünya bize bir şey söylüyor, biz de ona karşılık veriyoruz. Dünyaya yerleşmekten kastım biraz da buydu: Ona müdahil olma, onunla konuşma, ondan öğrenme… Edebiyat bu işi çok daha profesyonel bir yerden yapıyor. Orada bize yol yordam da gösteriyor.

    Aziz Nesin’in bu ince alayına gelince… Doğru yanları olabilir tabii, bir sözde-şair, sözde-edebiyatçı patlamasından söz ediyor anladığım kadarıyla. Bu durumda, edebiyata eğilimimiz de sözde-eğilim oluyor galiba. Açıkçası ben, o kadar da edebiyata meyilli (ne sözde-meyilli ne de gerçekten meyilli) bir toplum olduğumuzu düşünmedim pek. Yani bu anlamda başka toplumlardan görünür bir farkımız olduğunu hiç düşünmedim. Ama Aziz Nesin’in baktığı yerden öyle görünüyor olabilir.

    Avrupa Birliği Edebiyat ödülünü de alan “Hah” isimli öykü kitabını yazmanızın sizin için babanızın yasını tutmanın tek yolu olduğunu söylüyorsunuz. Bizde kendisine atıfta bulunulabilecek bir “yas kültürü” ya da “yas edebiyatı” var mı? Türk edebiyatında “yas”ı konu edinen –belki sizin üzerinizde de etkili olmuş olan– başka edebî eserler bulunuyor mu?

    Atıfta bulunabileceğimiz bir mersiye geleneği var tabii. Bu türün kendi geleneksel işaretleri var. Ya da Abdülhak Hamit Tarhan’ın “Makber”i gibi, “mersiye” olarak tanımlanamayacak olan ama yas ve ölüme dair yazılmış çok sayıda şiir var elbette.

    Ama ben “yas edebiyatı” deyimini biraz daha geniş anlamda kullanıyorum. Yas, ölüm, kayıpla meşgul, daha doğrusu bu konuları merkezine almış metinler için kullanıyorum.

    Bence Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı da yas edebiyatı başlığı altında okunabilir. Leylâ Erbil’in Üç Başlı Ejderha’sı, Tanpınar’ın Huzur’u; hatta, baba kaybı bağlamında Mai ve Siyah bile. Ama içinden ölüm geçen her metni “yas edebiyatı” diye nitelemiyorum elbette. Dediğim gibi, yas süreci, ölümü anlama, kayıpla başa çıkma gibi meselelerle son kertede meşgul metinler için kullanıyorum bunu.

    Psikoloji tarihinde -bugün de etkili olan- önemli bir yeri vardır “yas”ın sağaltıcı etkisinin… “Hah”ı yazmakla tuttuğunuz yasın sizdeki ve belki okuyucu üzerindeki sağaltıcı etkisi mi Avrupa Birliği Ebebiyat Ödülü jürisini etkileyen? “Yas”ın Batı kültüründe, bizde olduğundan çok daha önemli/önemsenen bir tema olduğu da düşünüldüğünde…

    Yasın sağaltıcı etkisi çok önemli, evet. Bu nedenle yas’ı bir imkân olarak da görmek lazım. İşleri içinden çıkılmaz yapan şey, yasın yasaklanması, engellenmesi. Tutulabildiğinde, insanı hayata ve dünyaya daha da sıkı bağlayan bir süreç yas.

    Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü Jürisi, tek tek her ülkeden gelen ulusal PEN raporlarından hareketle veriyor ödülü. Türkiye PEN’in Hah’ı ödüle aday gösterme gerekçesinde yasın sağaltıcı etkisine dair bir şey yoktu. Ama detayları bilmiyorum tabii.

    Ödüllerin bir kitabı öne çıkarmak, onun dolaşıma girmesine katkıda bulunmak gibi bir işlevi var. Ödül jürilerinin işi zor gerçekten, çünkü bir kitabı öne çıkarmak aynı zamanda büyük bir sorumluluk da üstlenmek ve risk almak demek. Hele ki bu ödül geniş okur kesimlerince tanınmayan yazarlara veriliyorsa. Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü de bu sorumluluğu üstleniyor. Ama buna ek olarak, kitapların başka dillere çevrilme mekanizmalarını olabilecek en demokratik ve sağlıklı biçimlerde yürütmenin önünü açıyor. Hah’ın kendine başka dillerde de yaşama alanı bulma şansı ve ihtimalini bu ödüle borçluyum. Bundan sonrası metinle okur arasında olup bitecek şeylere bağlı tabii.

    Yaptığı şeyi bu kadar iyi bilen, açıklayabilen biri olarak yaptığınız şeyin içinde kaybolduğunuzu, eridiğinizi hissedebiliyor musunuz? Sormak/söylemek istediğim; sanatçıların eserlerine/sanatlarına bir naifliğin eşlik etmesi beklenir. Sanatçı biraz da “yapan ama yaptığını açıklayamayan” kişidir. Söz konusu edebiyat olduğunda da bu beklentiyle mi yaklaşmalıyız esere?

    Haklısınız, böyle bir beklenti oluyor! Romantik şairlerden kalma mitik sanatçı portresinin izleri bunlar hâlâ. Ki bu kötü değil elbette: Ne yaptığını bilmeden, yaptığı şeyin içinde kaybolup eriyerek yazan ve sonrasında ne yaptığını anlamakta ve dillendirmekte güçlük çeken pek çok insan var. Yazdığı şiiri neden öyle değil de böyle yazdığını açıklayabilen birine karşı yargılayıcı bir ton edinmediği sürece, bu bakış açısında bir sorun yok. Ama, bir benzetme yapacak olursak, “şairlerin esmer olması beklenir, siz sarışın bir şair olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz? Yani, esmer olmadığınıza göre belki de gerçek bir şair değilsiniz?” gibi tuhaf yerlere de varabilir bu! Hatta bazen varıyor da!

    Ben kendinin farkında olan, kendi sınırlarının farkında olan metinleri okumayı ve yazmayı sevdim hep. Bu bir metni yazarken ona kapılıp orada kaybolmadığım anlamına gelmiyor. Ayrıca neyi yazacağını bilerek masaya oturan biri olmadım hiç. Önündeki boş sayfada beliren ve çoğalan yazıya şaşırarak, hatta bazen korkarak bakan; ama tuhaf bir merak ve itkiyle yine de onu yazmaya devam eden ve yazdığını anlamaya çalışan biri oldum. Ama esin perilerinin ele geçirdiği, vahiyle, esrimeyle, peygamberane yükselişlerle yazan biri de değilim. Yani ne yaptığımı genel olarak biliyorum. Bilmeden yapıyorsam da sonrasında dönüp bakıyorum, kendi beğeni ölçütlerime göre düzeltip değiştiriyorum onu. Zira insan yaptığı işin içinde kaybolup eriyorsa orada saçmalıyor da olabilir ya da belki aklın tüm baskısından kurtulduğu için şahane şeyler yapıyordur. Ama durup sakince bakmak gerekiyor bunu tespit edebilmek için. Orada belki başka bir akıl devreye giriyor.

    Bir yazar bir metni yazdığı sürece onun yazarıdır. Metin bittiğinde yazar artık o metnin okurudur yalnızca. Ve en azından hemen her okur kadar onun da metin hakkında bir fikri vardır ve bunu dillendirebilir. Bir de tabii içine şair ruhu üflendiği için değil de edebiyata meraklı olduğu ve çok kitap okuduğu için yazan bir insan olarak şunu da eklemeliyim: Bir metnin bittiği ama henüz yayımlanmadığı esnada, karar vermek zorunda olan bir yazar vardır. Yazarların iyi okurlar olmaları gerektiğini düşünüyorum. Çünkü o karar ânında kendi okurluklarından, beğenilerinden, ölçütlerinden başka kullanabilecekleri bir şey yoktur. Benim kendime sorduğum soru şu oluyor: Bu metni yazdım, evet, ama bu metin başkalarını da ilgilendiriyor mu? Bu sorunun yanıtını verebilmem için ne yazdığımı, onu nasıl yazdığımı, verdiğim radikal emeğin kapsamını, metnin iyi dokunup dokunmadığını bilmem gerekiyor. Yayımlanmasına karar verdiğim bir metin hakkında bunca konuşkan olabilmemin nedeni bu olabilir. Ben tüm bu açıklamaları metni yayımlamadan önce zaten yapmış oluyorum. Metin hakkındaki fikrimi başka okurlarla paylaşmakta hiçbir sıkıntı görmüyorum. Bunu sadece kendi yazdığım metinler için değil, okuru olduğum metinler için de yapıyorum. Edebiyatın insandan insana geçen bir ruh olduğunu en çok da böyle anlarda, başka okurlarla diyaloga girme şansını yakaladığımda hissediyorum.

    Bir söyleşinizde, “Yazı bize insanlığımızı geri veriyor.” diyorsunuz. Hâlbuki yazının keşfi ve yaygınlaşması dün kadar yeni. Duygu ve düşüncelerini yazı ile ifade etmenin öncesinde insan, binlerce yıl boyunca dünyayı sözlü olarak anlamaya, anlamlandırmaya çalıştı. Ve bizimki gibi hâlâ sözlü kültürün çok etkin olduğu bir toplumda, bizi insan kılan başka unsurlar da olsa gerek; içinde yazının pek de büyük bir yer kaplamadığı başka unsurlar… Ne dersiniz?

    Elbette haklısınız. Sadece yazının bize insanlığımızı geri verdiğini/verebileceğini hiç düşünmedim ben de. Ayrıca insanlığımızın bizden alınabilir ya da bize geri verilebilir bir şey olduğunu da pek düşünmüyorum. Elbette insan duygu ve düşüncelerini yazıyla ifade etmeden önce de dünyayı sözlü olarak anlamaya, anlamlandırmaya çalışmıştır. Gerçi biz bundan ancak o duygu ve düşünceler yazıya da geçirildiyse haberdar oluyoruz. Ama sözlü kültür, yazıya geçirilse de geçirilmese de vardır; insanı insan kılmak için değilse de insanı insana anlatmak için belki.

    “Yazı bize insanlığımızı geri veriyor.” cümlesini yas ve yasın yazısı üzerine konuşurken söyledim o söyleşide. Orada demek istediğim şuydu: Ölüm bizim idrak ve tahayyül gücümüzü aşıyor bazen. Ama yine de onu idrak etmek istiyoruz. Ama onu her idrak etmeye çalıştığımızda dönüp dolaşıp yine hayata, acz ve mucizeye her dem açık hayata varıyoruz. Bu çok insani bir çaba. İnsanın mucize isteyen o kaygılı ve umutlu yanını iyice görünür kılan bir çaba. Bu çabayı, yasın yazısında tüm dürüstlüğü, çıkmazları ve umut dolu yönelişleriyle görmek mümkün. “Yazı bize insanlığımızı geri veriyor.” derken, yasın yazısı bize insan olmanın bu yanını anımsatıyor; bunu unuttuysak eğer, onu bize geri veriyor demek istemiştim.

    Sizce “Bir metin ancak onu önceleyen başka metinlerin varlığında kendi anlamını buluyor.” En çok hangi metinlerin sizi öncelediğini düşünüyorsunuz? Hikâyelerinizi anlayabilmek için önce neyi, hangi metinleri okumuş/anlamış olmalı okuyucularınız?

    Bu soruya yanıt vermek hayli zor. “Bir metin ancak onu önceleyen başka metinlerin varlığında anlamını buluyor.” derken, son derece genel geçer ve hayli kapsamlı bir şeyden söz ediyordum: Mesela Cervantes’in Don Quijote’si, onu önceleyen şövalye romansları olmasaydı muhtemelen yazılmayacaktı. Ya da Joyce’un Ulysses’ini okurken Homeros’un Odysseus’undan haberdar olmak okuma deneyimimize bambaşka boyutlar katar, katabilir.

    Bunu hemen her metin için söylemek mümkün. Metinler, birbirleriyle konuşur, birbirlerinden etkilenir, birbirlerini etkiler, kimi zaman birbirlerini yeniden yazar. Ama bu demek değildir ki bir okur, okuduğu metnin etkilendiği tüm metinlerden haberdar olmazsa o metni anlayamaz. Bana göre bir metnin etkilendiği, işaret ettiği başka metinlere yol almak, bir metinden bir diğerine seyahat etmek oldukça keyifli bir şey. Ama başka bir okur için bu son derece sıkıcı, okuma eylemini hantallaştıran bir süreç olabilir.

    Hah’ın el aldığı, etkilendiği, kimi zaman hesaplaşmaya çalıştığı çok sayıda başka metin var. Ama Hah’ı anlamak ya da onunla bağ kurabilmek için tek tek her metne uğraması, onları okuyup anlaması gerekmiyor okurun. Neyse ki gerekmiyor!

    Eklemek istediğiniz bir şey…

    Bu güzel ve düşündürücü sorular için size çok teşekkür ederim!

    Avrupalı genç münevverlerin sizi ve eserlerinizi tanımasını istiyor, bunu önemsiyoruz. Vakit ayırdığınız için biz teşekkür ederiz.