Rumeli Dergâhları Mehmet

Cemal Öztürk

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Bizans ve Balkan Yarımadası’nın siyasî ve sosyal durumu Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki iskan siyasetine yardımcı olmuştur. XIV. yüzyılda Balkanlar’da güçlü, merkezî bir devlet bulunmuyordu. Sırp ve Bulgar Devletleri parçalandığı için başka güçlerin istekleri aynı yerde odaklanıyordu ve Balkanlar’a sahip olmak istiyorlardı.

    Türkler, Bizans’ın, Selanik’i ele geçiren Sırp Stefan Duşan’a karşı yardım isteği üzerine 1349’da Rumeliye çıkmışlar, ve 1354’te Çimpe kalesi kendilerine üs olarak verilmiştir. Bu tarihten sadece yedi yıl sonra Edirne fethedilmiştir. Çeşitli kaynaklar Arapların, önceden bölgeye geldiklerinden bahsederlerse de, Araplardan günümüze bir eser intikal etmemiştir. Osmanlılardan önce, Karadeniz’in kuzeyinden Hunlar, Bulgarlar, Macarlar, Kumanlar, Uzlar, Avarlar, Peçenekler de Rumeli’ye gelmişler ancak Slav kavimleri arasında genel itibariyle asimile olmuşlardır.

    Selçuklu sultanı II. İzzeddin Keykavus, kardeşleri ve Baycu Noyan’la taht kavgasını kaybedince ailesiyle, 1260’ta dayısı Bizans İmparatoruna sığınmış ve önce Romanya-Dobruca bölgesine daha sonra Kırım’a yerleşmiş, 1279’da Kırım’da ölmüştür. Mezarı hakkında bilgi bulunmamaktadır. Selçuklu tahtına Moğolların desteği ile IV. Rükneddin Kılıçarslan geçmiştir.

    Hoca Ahmed Yesevî (v. 1160)’nin dervişlerinden, II. İzzeddin Keykâvus’un maiyetindeki Sarı Saltuk (v.1298), Anadolu’daki Türk aileleri ile birlikte İznik ve Üsküdar’dan geçerek Dobruca’ya gitmiştir. Sarı Saltuk, Dobruca’daki Baba Dağı’na yerleşmiştir. Sarı Saltuk hazretleri bu coğrafyada 12 bin kişilik Çepni Türkmen obasını yerleştirmiş, gaza ve cihadda bulunmuştur. Bazı rivayetlerde kafirlerin dillerini âlim bir rahib kadar bildiği, onların kiliselerine, şehirlerine ve hükümdar saraylarına kadar gidebildiği, rahip kıyafetiyle vaazlarda bulunduğu, nice kişinin Müslüman olmasına vesile olduğu nakledilir. Hatta, İzzeddin Keykâvus’un Bizans sarayında bulunan oğlunu kurtarması da bazı rivayetlerde yer alır. Vefat ettiğinde cesedinin konması için yedi tabut yaptırılmasını istemiştir. Günümüzde başta Romanya Babadağ’da olmak üzere, Mostar, Ohri, İpek, Akçahisar, Varna (Kaligra/Balçık), Babaeski’de ve daha birçok yerlerde adına izafe edilen türbeler, makamlar bulunmaktadır.

    Moğol istilasından bunalanlar huzur ve sükûnu, Abdalan-ı Rum’un çatısında aramışlardır. Anadolu’daki sufî derviş toplulukları, Gaziyan-ı Rum, Ahiyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum olarak dört gruba ayrılmıştır. Gaziyan-ı Rum, daha çok uçlarda, Bizans’la mücadele hâlinde olan, dinî-askerî teşkilatı, Alpleri, Ahiyan-ı Rum, sanat ve ticaret teşkilatını Ahileri, Bacıyan-ı Rum bunların kadın kollarını, Abdalan-ı Rum da Horasan erenlerini ifade eder.

    Ayrıca, Anadolu’da felsefî ve nazarî alanda Muhyiddin-i Arabî, aşk, sanat ve estetik alanda Mevlana Celaleddin-i Rumi, teşkilat alanında Hacı Bektaş-ı Veli, şiir alanında Yunus Emre, iktisat ve ticaret alanında da Ahi Evren insanlara yol göstermişlerdir.

    1354’te Rumeli’ye geçen Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa, buradaki ana yollar boyunca akınlar yapmağa başlamıştı. Osmanlı kuvvetleri batıya, kuzeybatıya ve kuzeydoğuya doğru ilerlerken Romalıların yaptırdığı ve daha sonra da Bizans’ın kullandığı yollardan yararlandılar. Bu yollar Sol Kol (Via Egnatia-canib-i yesar), Orta Kol (Via Militaris-tarik-i evsat) ve Sağ Kol (canib-i yemin-Kırım-Karadeniz ticaret yolu) olarak biliniyordu.

    Rumeli’yi iskânla ilgili bilgilere öncelikle, Aşıkpaşazade ve Oruç Bey tarihlerinde, Yazıcıoğlu Ali’nin Selçuknamesi’nde ve Saltukname’de ulaşmaktayız. Fetih ve iskândan sonra tutulan tahrir defterlerinde de tekke ve zaviye bilgilerine ulaşılabilmektedir. Bilhassa Fatih, Yavuz ve Kanuni devirlerinde tutulan tahrir kayıtları, bir seyahatnamelerden ya da şifahi bilgilerden daha gerçekçi sonuçlara ulaşmamızı sağlar. Çünkü sathi bilgilerden ziyade, tekkelerdeki dervişlerin isimleri, tekkedeki kazan sayıları gibi bazı eşyalar, tekkenin arazileri, değirmenleri ne varsa kaydedilmiştir.

    O tarihte yıkılmış olan Altınordu Devleti’ne mensup olan Müslüman ahali henüz Kuzeydoğu Bulgaristan’dan ayrılmamıştı. Altınordu halkının aynı bölgede oturması da Dobruca’nın fethini ve iskânını kolaylaştırıyordu. Ayrıca kuzeydoğu Bulgaristan’da yaşayan ve Hristiyanlaşmış olan Kuman, Kıpçak ve Gagavuzların aynı dili konuştuklarına şahit oldular. 1081 yılında Kuman ve Peçenek Türkleri aralarında anlaşarak “Kuman-Peçenek Türk Federasyonu”nu kurmağa muvaffak olmuşlar ve Kumanova kentini başkent yapmışlardır. Fakat bu iki kardeş Türk kavmi Bizanslılarla ve gayri Türk unsurlarla savaşacakları yerde, Bizanslılar’ın adi politik entrikaları yüzünden birbirleriyle savaşarak birliği yıkmışlardır. Bu sebeple federasyon, 1091 tarihinde yıkılarak varlığını ve politik fonksiyonunu tarihin karanlıklarına terk etmiştir. Onlar da Hristiyan olmalarına rağmen Anadolu’dan gelen Türkmenler gibi Şamanî inanç motiflerini henüz terk etmemişlerdi. Bu nedenle aralarında kolayca iletişim kurabildiler. Bu suretle toplumların bir arada yaşaması kolaylaşmış devletin iskân politikası ilk aşamada başarıya ulaşmış oluyordu.

    Daha önce belirtildiği gibi Sarı Saltuk Dobruca’da oturan bütün Türk toplumları tarafından aziz kabul ediliyordu. İbn-i Batuta, 1328 yılında Babadağ’da türbesini ziyaret ettiği Sarı Saltuk’un İslamiyet’e hizmetinden ve kerametlerinden söz etmiştir.

    Osmanlı Devleti, Rumeli’ye geçtiği andan itibaren istimalet vererek, yerli halkla uzlaşmacı, iyi geçinme politikası uygulamış, onların Osmanlı’ya meyletmesini sağlamıştır. Reaya fukarasını zi-kudret ekabire karşı korumuşlardır. Özellikle Balkanlar’ın fethinde “toprak ve reaya sultanındır” prensibini ilan ederek yerli idarecilere karşı toprağı ve köylü emeğini; devlet veya tımar rejiminin garantisi altına sokmuşlar, yerel idarecilerin yerine merkezi imparatorluk rejimini ihya etmişlerdir. Balkan tarihçileri, anarşiden bıkmış olan köylülerin Osmanlı’nın merkeziyetçi yapısını uygun bulduklarını ve benimsediklerini kaydederler.

    Orduyla birlikte hareket eden çeşitli tarikatlara mensup şeyh ve dervişlerin cesaret verici ve olumlu davranışları yeni toprakların benimsenmesinde gazilerin ve göçmenlerin üzerindeki etkisi çok büyük olmuştur. Şeyh ve dervişler daha Süleyman Paşa ile Rumeli’ye geçişlerinden itibaren yol kavşaklarına, derbentlere ve iskâna uygun yerlere yerleşerek zaviyeler kurmuşlar, gelen-geçeni misafir etmişler, çevrelerini şenlendirmişlerdir.

    Bu şeyh ya da dervişler sadece derviş kimliği taşıyan din adamları değil, aynı zamanda çiftçilik yapan, sanat ve ilimle uğraşan, misafire hizmet eden şahıslardır. Böylece sevgi, şefkat ve saygıdan mahrum kalan geniş halk kitlelerine Allah sevgisine dayalı bir insan sevgisi ile insanların kalbini İslâm ve tasavvufa ısındırmışlardır.

    Balkan milletleri ve Hristiyanlığa karşı direnişçi olmuşlar, Hristiyanlık ancak 9. ve 10. yüzyıldan itibaren Balkanlar’a yerleşebilmiştir. 1204’teki Latin istilasıyla artan, Latin kilisesi ile Rum kilisesinin mücadelesinden de iyice bezmişlerdi. Bu mücadelede önde gelen mezheplerden biri de Ermenistan’dan Güney Fransa’ya kadar uzanan Bogomil mezhebidir. Monofizit olan ve mistik özellik taşıyan Bogomiller kolayca İslam’a intikal etmişlerdir. Balkanlar’da Slavlara karışan diğer Türk boyları Osmanlılarla karşılaşınca kaybetmedikleri bazı âdetlerin ve kelimelerin benzerliği sebebiyle de Müslüman olarak idarelerine destek vermişlerdir.

    Osmanlı padişahlarının Rumeli’ndeki fütuhatları ve icrââtları esnasında da ahiler, şeyhler yeralmışlar, kendisine mahsus usullerle oraları da Türkleştirmeğe İslamlaştırmağa ve imar etmeğe çalışmağa koyulmuştur.

    Balkanlar’da 16. yüzyıl öncesinde Ahiler ve Bektaşiler görülmektedir. Ahilerin ilk başlarda Rumeli’de akınlara katılıp, buralarda kendi adlarına tekke açmalarına rağmen, daha sonraları bu tekkelere genellikle Bektaşilerin yerleşmiş oldukları görülmektedir. Balkanlarda, Seyit Ali Sultan (v.1412’den sonra)’ın Dimetoka’daki Kızıl Deli Tekkesi (1401’de inşa edilmiş) ve yine ona çok uzak olmayan Hasköy (Haskova)’deki Osman Baba (v.1478) Tekkesi ile daha sonra Varna’daki Akyazılı Sultan (v.1451’den önce) Tekkesi, Bektaşilik’in merkezleri hâline gelmiştir.

    Meselâ Ahi Musa ailesine Gelibolu’da bahşedilen imtiyazlar ve arazilere bakarsak: 767/1365 tarihinde tanzim edilmiş olan vakıfname mucibince; bu ailenin mülkü evlâdlık vakıf olarak Ahi Musa’nın evlâdına ve evlâdı inkıraz bulduktan sonra akrabalarından veya köylülerinden her kime Ahilik icazeti verilmişse ona şart konulmuştur. Bu şart, Ahiliği teşvik ve himaye etmek üzere konulmuş olduğu gibi, Ahilik teşkilâtının önemini de göstermektedir. Bundan başka istilâyı müteakib birçok derviş ve Ahi unvanına sahip kimselerle birlikte Rumeli’ne geçen bu şeyhin, ilk Osmanlı padişahları nezdindeki itibarı, mevkii bu ailenin diğer mülkleriyle de göze çarpmaktadır. Aynı ahinin çiftliklerinden başka, Malkara şehrinde bir başhane ile dükkânı ve değirmenleri mevcut bulunmaktadır. “Kızıl Deli Derbendi” ismi verilen bu derbendi kendileriyle birlikte olan dervişleriyle beraber hıfzetmektedirler ve bu derbend onlar sayesinde Müslüman ve kâfir haneli bir köy haline gelmiştir. Demek oluyor ki, Allah’ın dağında böyle asayişin ve yolculuğun temini için şenlendirilmesi lâzım gelen bir derbend yerinde zaviyeyi tesis ve köy vücuda getirmiş olan bu Bektaşi şeyhleri aynı zamanda hizmetleri takdir edilen jandarmalar, dağ başlarında emniyeti temin etmekte olan insanlardır. İlk zamanlarda ancak bu gibi hizmetleri mukabilinde örfî tekâliften (vergilerden) muaf tutulmuşlar ve kendilerine dağ başında ancak bir harabenin mülkiyeti verilmiştir. Bu dervişlerin geldikleri yerlerde fevkalâde imtiyazlarla karşılaştığını da zannetmek doğru değildir. Bir asker gibi harb edebildiği hâlde yine bir köylü gibi çalışan bu dervişlerin çoğu bu devirde henüz öşürden bile muaf değillerdi. Gazi askerler oldukları da malûmdur. Ekseriya bu gibi hizmetler mukabili olarak kendilerine verilen boş topraklar üzerine âileleriyle birlikte yerleşmektedirler. Bu suretle birçok köylere isimlerini veren şeyhler mevcuttur.

    Sultan Süleyman tahrirlerine göre; bu sıralarda Anadolu vilâyetinde (623), Karaman’da (272), Rum vilâyetinde (205), Diyarbakır’da (57), Zülkadiriye’de (14), Paşa livasında (67), Silistre livasında (20), Çirmen livasında (4) zaviye mevcut bulunduğunu hatırlamak da lâzımdır.

    Bu zaviyelerin her birinin en lüzumlu ve tenha yerlerde mamur bir konak yeri hizmetini gördüğünü, derece derece muhtelif büyüklükte olanlarının, imaretli ve kervansaraylı şekillerinin mevcut bulunduğunu da biliyoruz. Bunlardan Gümülcine Evrenos Gazi zaviye ve imareti 1370’te inşa edilip, günümüze intikal eden ilk örneklerdendir. Yaptığı imar faaliyetleri, kurduğu vakıflarla fethettiği bölgelerin ekonomik ve sosyal yapısını değiştiren Gazi Evrenos Bey, bu özelliği nedeniyle diğer akıncı aileleri olan Mihaloğulları, Malkoçoğulları, Turahanoğulları gibi ailesinin kendi adıyla anılmasını sağlamıştır.

    Zaviye şeyhliklerinin ekserisi, vaktiyle o zaviyeleri tesis etmiş olanların evlâdları elinde ve evlâdlık vakıf olarak bulunmakla beraber; zamanla evlât münkariz olunca veya şeyhlerin bazı yolsuzlukları görülünce, yerine devlet tarafından başkalarının tayin edildiği ve bu suretle vakfın evlâtlık vakıf halinden çıkarak bir âmme vakfı hâline girdiği görülmektedir. Diğer taraftan bu zaviyelerden bir kısmının doğrudan doğruya devlet tarafından açılmış olması da mümkün olduğu gibi, bazı vâkıflar şart olarak “hâkim-ül-vakt, her kim bu makamın hizmetine elyak ise onu şeyh nasb eder” kaydını koymuş bulunmaktadırlar. Diğer vakıflar gibi, zaviyeler de vâkıfların tayin edeceği şartlar dâhilinde idare edilmektedirler, onların da bazen mütevellileri ve nazırları vardır.

    Mevlevilik, Saraybosna İsa Bey Mevlevihanesi ile, Nakşibendilik Fatih’in Bosna’yı fethi sırasında ordusundaki Ayni ve Şemsi Dedeler ile Balkanlar’a gelmiştir. Ayrıca Ubeydullah Ahrar’ın halifesi Abdullah Simavi (v. 1491) Evrenoszade Gazi Ahmed Bey’in davetiyle Yenice Vardar’a yerleşmiştir. Gazi Hüsrev Bey hankahı 1530’da Bosna’da ilk inşa edilen Halveti tekkesidir. Yine Bosna’daki Hacı Sinan Kadiri tekkesi IV. Murad zamanında kurulmuştur. Sadilik, 1737’de vefat eden İşkodralı Süleyman Acizi Baba tarafından Rumeliye getirilmiştir. Prizren’de medfundur. Kalkandelen Harabati Baba tekkesi (1538), Budapeşte Gül Baba (v.1541) türbesinin inşası Kanuni zamanına tesadüf eder. Balkanlarda Melamilik de eskiye dayanır. 2. Devre Melamilerinden Bosna-İzvornikli Hamza Bali farklı fikirlerinden dolayı 1567’de asılmıştır. 3. Devre Melamilerin kutbu addedilen Mısırlı Muhammed Nuru’l-Arabi Koçana-Üsküp-Tikveş’te yaşamış, Usturumça’da 1887’de vefat etmiştir (tekke ve türbesi ortadan kaldırılmıştır). Rifailik ve Şazelilik de Rumeli’ye en son gelen tarikatlardandır. Tarikatlerin müessislerine pir denmektedir. Bu sebeple pirlerin bulunduğu tekkeler de asitane olarak adlandırılır. Bu bağlamda Rumeli’de dört pir/asitane bulunmaktadır ki, bunlar: 1- Limni’de medfun Hz. Pir Niyazi-i Mısri (v.1693) hazretleri1. 2-Selanik’teki Hz. Pir Ahmed Zühri (v.1744) ve Asitanesi 3- Ohri’deki Hz. Pir Mehmed Hayati (v.1766) ve Asitanesi ile 4-Usturumça’daki Hz. Pir Muhammed Nurü’l-Arabi (v.1887) ve Melami Asitanesi. Bunların dışında Prizren’deki Saraçhane tekkesi günümüzde bölgede Halveti-Ramazani Asitanesi addedilmektedir.

    Hasılı, Sarı Saltuk hazretleriyle Rumeli’ye geçen dervişler, ilk asırlarda asayiş icab eden yerlere yerleşerek, hem asayişin sağlanmasında hem de insanların maddi ve manevi hayatlarını idamelerine destek olmuşlardır. Fetihlerde yer alarak devletin tahsis ettiği arazileri, kurulan vakıfların sayesinde en istikrarlı bir şekilde değerlendirmişlerdir. Tekkelerin altın çağı denebilecek bu durum 1300’lü yıllardan 1683’teki 2. Viyana muhasarasına kadar sürmüştür. Bu tarihten itibaren yaşanan toprak kayıpları, insan kayıp ve göçlerini müteakiben tekke, zaviye ve imaretler de ya yıkılmış ya da başka bir amaçla kullanılmaya başlamıştır. İlk iki yüzyıl ahi şeyhleri ve dervişlerinin, alperenlerin mekânı olan tekke ve zaviyeler, bu tarihten sonra tarikat şeyhlerinin idaresine geçmeye başlamıştır.

    1715’teki Mora Seferine ordu şeyhi2 olarak katılan Moravi Yahya Efendi, Mora’nın Venediklilerden istirdadıyla Mora’da kalmış ve kırk kadar tekkenin inşasına muvaffak olmuş. Ancak 1821 Rum isyanıyla Mora’daki tekkeler yıkılmış, şeyhler ve dervişlerden bazıları şehit, bazıları esir olmuştu. 1878 Berlin Antlaşması’yla nefes alınmışsa da Rusların, Avusturya’nın ve diğer düşmanların Rumeli’deki iğvaları sürmüş, nihayet 1912 Balkan Harbi ile 500 yıllık yurdumuz yaban ellere kalmıştır.

    Türkiye’de 1925’e kadar faal olan tekke ve zaviyeler seddedilmiş, bunun üzerine Konya Çelebi’si Bakır Çelebi (v.1944), Halep’e, Hacı Bektaş-ı Veli postnişini Salih Niyazi Dedebaba, Tiran’a göç etmiş ve orada 11 sene şeyhlikten sonra 1941’de vefat etmiştir.

    1. Dünya Savaşı sonrası 1919-1945 arası krallıklar döneminde varlıklarını korumaya çalışan tekkeler 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan komünist rejimde daha ağır şartlarla karşı karşıya kalmıştır. Osmanlı idaresinden ayrılan Balkan milletleri yaklaşık 50-60 yıllık prenslik ve krallık rejimlerinden ve 45 yıl kadar da Rusların komünist baskısı altında yaşadıktan sonra 1990’lı yıllarda yeniden bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Bu esnada sadece Bosna-Hersek, Makedonya, Kosova, Arnavutluk’taki tekkelerden pek azı günümüze kadar ayakta kalabilmişlerdir. Günümüzde göze çarpan en bariz bir durum da Bektaşiliğe ve Rifailiğe mahsus bazı özellik ve icraların bütün tarikatlerce uygulanmasıdır. Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Hırvatistan, Karadağ ve Slovenya’da bazı türbeler günümüze intikal edebilmişse de tasavvufi icraatler hususunda bir faaliyet işitilmemektedir. Balkanlardan göç yavaşlasa da durmamaktadır. Avrupa ve Amerika’ya göç edenler arasında tarikat erbabı da olup, göç ettiği ülkelerin şartlarına göre faaliyetlerine devam ettikleri görülmektedir. Günümüze intikal edebilen eserlerle ilgili envanter çalışmaları hâlen sürmektedir. Ancak kabaca Osmanlı eserlerinin %90’ının ortadan kalktığı düşünülmektedir.

    1 1900’lü yılların başında Bursa’dan bazı şeyh ve dervişler Niyazi Mısri hazretlerinin cesedini Bursa’ya nakletmek için Limni’ye gittikleri, ancak oradaki papazların, “o bizim de azizimiz” diyerek nakl-i kubura mani oldukları nakledilir.
    2 Ordu şeyhliği Fatih Sultan Mehmed zamanında başlamış, Tanzimat’a kadar devam etmiştir.