Türk Sineması’nın Altın Çağı Var mı?

Hasanali Yıldırım

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Türk Sineması’nın altın çağı” ifadesi, içinde gizli bir kabulü barındırmakta: Ortada bir Türk Sineması var; öyleyse bu sinemanın değişik dönemlerinden söz edilebilir. İyi de, bu sinemanın zirveye tırmandığı dönemi ne zamana denk gelmekte; altın çağı yani?

    Bu ifadenin kendisinden çok, bu ifadenin içinde yatan o gizli kabulü teşrih, bu yazının asıl mevzuu…

    Kültür ufkumuzun yeni istikametgâhından hareketle değerlendirmeyi deneyelim:
    Çoluk çocuğun ağzında pelesenkleştiğinde bile gerçekliğinden fazla bir şey yitirmeyen çok az tespit vardır. Bunlardan biri de, sinemayı Avrupalılar’ın icat ettiği, buna karşın Amerikalılar’ın bir yaşama biçimi hâline getirdiği görüşü. Fakat böylesi sözleri sarf edenlerin kulak ardı ettikleri, hâlbuki konuyu tam göbeğinden ayrımlayan nokta şu: Hollywood sineması yüz küsur yıldır genişleyerek yoluna devam ederken; başka bir ifadeyle, milyonları kendine râmetme pahasına sinemanın içindeki gizilgüç oranında saklı zerre miktarı yaratıyı dışlayıp işi bütünüyle eğlenceye dökmüşken, Avrupa sineması kendi duyarlılığı doğrultusunda, farklı akımlar, öteki sanatlar için yol açıcı okullar, büyük yönetmenler, önemli filmler üretme doğrultusunda gelişti. Bunca zaman zarfında dünyanın öbür ülkelerinden kimileri de gerek biçim, gerekse biçem açısından Avrupa sinemasıyla yarışmayı veya en azından aynı kulvarda at koşturmayı seçti.

    Çekilen yıllık film sayısıyla bazı dönemler dünya rekorunu bile elinde bulunduran Hindistan gibi kimi sinemalarsa kendisine Hollywood’u rehber seçtiğinden olsa gerek, (zaten o yüzden bu ülkenin sineması Bollywood diye anılmıyor mu?) yakın çevresinde kalabalık bir izleyici kitlesi bulan yapımlara imza atsa bile, bir yılda çevrilen film sayısına oranla yaratıcı işler alanında fazla söz sahibi olamadı. (Tabii ki Satyajit Ray ve Mrnal Sen gibi isimleri unutmuş değilim.)

    En Yaygın “Sanat”: Sinema
    Bugün dünyada ülke kabul edilen neredeyse tüm topraklarda şu veya bu düzeyde sinema filmi çekilmekte. Buna karşın bütün bu ülkelerin sinemada söz sahibi olduklarını söylemek mümkün değil. Çünkü bir ülkede filmin üretilmesi ile bir sinema anlayışının varolması birbirinden çok ayrı şeyler. Daha açıkçası, sinema salonlarının veya çekilen yapımların niceliği, bir filmin niteliğine pek bir şey katmamakta. Öyleyse nasıl oluyor da, örneğin Batılı sıradan insanın nezdinde hâlâ mağara devrine yakın yaşayan Afrika’da, dünya çapında ses getiren sinemacılar yetişebilmekte? Daha ilginci, kapı komşusu olduğumuz, ne kapı komşusu, evin has ahalisinden kendimizi saydığımız Avrupa sineması ile ülkemiz sinemasını şöyle bir gözümüzün önüne getirdiğimizde, niçin bir-iki isim andıktan sonra (O da hatır belâsına…) başımızı öne eğmek durumunda kalıyoruz?

    Peki nedir ülke sineması? Hangi sihirli el sinemacıların kamerasına dokunuyor da çektikleri filmler bir kendine özgülük kazanabiliyor? Bir ülkenin sinemasının kendi adıyla anılması için, orada çekilen filmlerde, söz konusu ülkenin oyuncularının yer alması, yazarlarının senaryosuna imzasını atması ve filmlerin o ülkede doğan yönetmenler tarafından çekilmesi yeterli mi? Şu ya da bu biçimde üretilen filmlerin izleyicisi de aynı ülkenin insanları diye, en azından mekanizmanın yıllarlık bir süreç arzetmesinden şüphe etmemek mi gerekir? Hangi şartlar yürürlükte kaldığı müddetçe bu ön kabulün sorgusu geçersizdir?

    Edebiyat ile Sinemadaki Fark
    Sorunun akışını değiştirmeyi deneyelim. O yüzden de ilkin başka bir soruyla başlayalım: Dünyada henüz hak ettiği yankıyı bulmasa da bir Türk edebiyatından, özellikle de bir Türk şiirinden söz edebilir miyiz?
    Bu soruya verilecek karşılık belli: Elbette! Hem de gönül rahatlığıyla ve göğsümüzü gere gere söyleyebiliyoruz bunu. Peki yönetmenlerimiz, senaristlerimiz, görüntü yönetmenlerimiz, kurgucularımız; romancılarımızdan, hikâyecilerimizden, şairlerimizden daha “yeteneksiz” oldukları için mi durum böyle?

    Keşke öyle olsaydı da, suçu şu ne idüğü belirsiz “yetenek” denen şeyin üzerine yıkar ve sıyrılırdık işin içinden. Ne gezer!

    Öyleyse acı gerçeği utanmadan veya utandıktan sonra gereği için adım atma amacıyla itiraf edelim: Çoktan balonu patlamış Yılmaz Güney gibi ırkçılığının hatırına adam sadedine giren, dışarıda ödüllendirilmiş isimlerin arkasına sığınmadan kabullenelim, Türk sineması diye bir şey yok! Zaten hiç olmamıştı ki! Evet Yeşilçam Sokağı’ndan, oradaki işlerden benim de haberim var ama müdavimlerinin sinemadan haberdarlıkları su götürür; hele kendi kültürlerinin ne denli cahili kaldıkları, cümle alemin malûmu…

    “Kendi” Ol(a)mayan bir Kitle
    Minik ama ibretlik bir örnek:
    İşin aslını bir sinema emektarından dinleyene değin, ben de Yeşilçam filmlerinde namaz sahnelerinin azlığını dünya görüşü farklılığı ekseninde değerlendirenlerdendim. Ne ki mesele çok daha vahimmiş. “Yerli” filmlerde namaz sahnelerinin azlığı çok daha farklı bir nedene dayanmakta: Çoğunlukla çekim ekibinde iki rekât namazın nasıl kılınacağını bilen biri olmadığı için senaryodan bu çeşit sahneler çıkarılırdı. Kendi tarihine, kendi kültürüne, “kendine” bu denli yabancılaşmış, başka bir toplumdan sözedebilir miyiz acaba?

    Yine de Türk Sineması diye bir şey yok! Hiç olmamıştı ki. Hem, nasıl olabilirdi Türkiye şartlarında. Peki öyleyse, bir dönem yılda 300’e varan bir yoğun film çekme vakıasını nasıl açıklamak gerekiyor? Dışa bağımlılıkla!

    Bu nasıl bir çelişki mi?

    Eğer bir ülkede ham film dışarıdan getirilirse, kamerası, ışığı, bilumum set alet edavatı aynı yerden ithal edilirse, oyuncunun kılık kıyafeti bir tutam baharat miktarınca yerli kokmazsa, aynı oyuncunun jest ve mimiklerinden hâl ve harekâtına değin bütün kıpırtıları falan ve filân yabancı artistin/aktörün davranışlarından aparmaysa, senaristin sigara kâğıdına çiziktirdiği üç-beş satır, zaten bir yabancı filmden “esinlenme”yse, yönetmenin bütün mahareti, şu şu yabancı filmlerdeki kareleri aynen çekmekten öteye geçememişse, en ünlü sinema eleştirmeninin (Şaşırmayın! Bizim sinemamız yok ama “eleştirmenlerimiz” var; hem de sürüsüne bereket.) bir film hakkındaki yargısı “Şunu beğendim. Öbürü mü? O yaramaz. Ah, o filme bittim, azizim.” düzeyinde seyrediyorsa; bunca arbede yetmiyormuş gibi izleyici de filme, fotomodelleri, mankenleri, şarkıcı-türkücü tayfasını görmek için gidiyorsa, o ülkede yerli ve kendine özgü bir sinemadan nasıl söz edebileceğiz?

    Kendine Özgü Sinema
    Sorumuzu yineleyelim: Bir ülke, kendi adıyla anılan bir sinemaya nasıl sahip olabilir? Cevap açık: Kendine özgü bir “dil” ve duyarlılık geliştirebildiğinde!

    Harbi Umumi sırasında yitirdiği itibarını geri kazanmak için Cinecitta adlı dev stüdyoları kuran ve çok geçmeden “neo-realismo” gibi kendine özgü bir sinema anlayışı geliştiren İtalya, belgesel sinemadan tutun da, kendi halkına özgü hayat algısını kahramanlıkla örülü bir tür drama anlayışına taşıyan İspanya, psikolojik/felsefi göndermeleri yoğun bir insan merkezli sinema icat eden Polonya… Kısaca söylemek gerekirse bir kültürün mirasçısı olduğunu iddia eden neredeyse her ülkenin kendi adıyla anılan bir sineması var. Yinelemek gerekirse, dünyada kendi adıyla anılan bir sinemadan söz ettiren her ülke, ürettiği filmlerde “kendini” yansıtacak bir “dil ve duyarlılık” ortaya koyabiliyorken, yerli denilen sinema acaba hangi kültürel görevleri üstlendi; en azından rakipleri karşısında hangi savunma tedbirleri aldı?

    Bir asra merdiven dayamış “bizim” sinemamızsa çok daha başka mecralarda dolaşmakta: Sinemanın odağında yer alan temel öğe senaryodur. Ancak teknik açıdan yetkin ve tutarlı bir senaryoyla dişe dokunur bir film çekilebilir. Şimdi şunu sormanın vakti: Onbinlerce film çekilen ülkemizde, aynı sayıda senaryonun da yazılması gerekir, değil mi? Peki, eldeki sayı kaçtır dersiniz? Ülkemizde senaryo kuramına veya senaryo tekniğine dair kaç makale sayabiliriz?

    Bizdeki durum tabii ki bize özgü: Senaristimiz, senaryo tekniği hakkında fazla bir şeyler bilmese de cesaretle yüzlerce senaryo “yazar” ve tümünün ürüne dönüştüğünü görür. Çünkü zaten hepsi sipariştir. Aslında işi kolaydır senaristin: Türkiye’de iş yapmış yabancı filmlerin konularını ve anlatım kalıplarını birebir aparmak, bunun üzerine Türk yer ve kişi adları eklemek. Eğer bizdeki senaryolarda bir zihin gayreti, bir yaratıcılık aranacaksa tam burada aranmalı: Esas oğlanın adı Ahmet mi olsun, Mehmet mi?

    Demek ki bir Türk edebiyatından söz edebilmemizi sağlayan edebiyatçılarımızın kendilerinden çok, hâlâ kırıntısının kudretini sömürdüğümüz o muhteşem dilimiz.

    Sanat mı, Teknik mi?
    Genel anlamda sinema sanat değil bir zenaattir; tekniktir. Dolayısıyla “sinema yapma”nın ilk şartı gerekli teknik kıvraklığa ulaşmaktır. Hakkını teslim etmek gerek. Dünyada bu anlamıyla sinemayı en lâyıkıyla kıvıran Amerikan zihni. Fakat bu durumun doğurduğu acı gerçek şu: Madde ve çıkar temelli bir ilişkiler ağıyla örülü “başka” bir dünyaya özlemin merhametsiz nümûneleriyle başbaşa kaldı yıllarca insanımız. Çünkü sinema, icad edildiği topraklardan başlayarak tüm Batı’da, kapitalist dünya görüşünün yardımcı unsurlarından biri olarak tüketim toplumunun iştihasını kabartmak misyonuyla görevlendirilmişken, Batı-dışı toplumlar için bir yan görev daha da üstlenmişti: Batı tarzı hayatı özendirmek, zevk ve eğlencenin hayatın vazgeçilmez koşulu olduğu doğrusunu pekiştirmek… İnsanları geçmişinden ve geleneklerinden uzaklaştırarak, arzusu, beklentisi, beğenisi aynı, “tek tip” insan yetiştirmek.

    Beğenileri tek tipleştirilmiş bireylerin zevk ve kültürlerini, kısaca tüketim alışkanlıklarını yönlendirmek, dilediğini satın aldırmak, hatta çok gereksiz bir nesnenin bile hayati bir ihtiyaç olduğunu “keşfettirmek” öylesine kolay ki. Gizli misyonu kapitalist dünya görüşünü yaygınlaştırmak olan Hollywood sineması yüz küsur yıldır gittikçe gelişerek yoluna devam ederken, Avrupa sineması da, dahası Batı-dışı ülkelerin sinemaları da “yerlilikleriyle” kendinden söz ettirmeyi başarabilmiştir.

    Bu açıdan bir kez daha bakalım: Hangi hakla ve özgüvenle, (Bir bütün teşkil edemeyen birkaç istisna dışında elbette.) Türk Sineması diye bir şeyden nasıl söz edeceğiz?

    Yerli-Yerel Ayrımı
    Türk Sineması’na dair herhangi bir konuda sağlıklı düşünebilmek için öncelikle yıllardır ihmal edilen bir ayrıntının üzerinde durmak gerek: Bir ülkenin toprakları üzerinde çekilen filmlerin, o ülkenin adıyla anılması her zaman mümkün müdür?

    Soruna bu açıyla yaklaşmayı denediğimizde ve yıllardır önümüze sunulan şablonlar doğrultusunda düşünmekten tereddüt etmeye başladığımızda, karşımıza çıkacak tabloyu dil ile ikrar, sanıldığından da zor:

    “Yerli” yönetmen, yabancı meslektaşlarının yoğun “etkisi” altında kalması yetmiyormuş gibi, bir de “Seyirci anlamaz ki!” ölmez kuralıyla, apardığını bile doğru düzgün hikâyeleme şansını yitiriyorsa, nasıl bir Türk Sineması’ndan söz edebileceğiz? Çünkü bu filmlerdeki tipler bu toprağın insanı gibi hissetmez, düşünmez, davranmaz, konuşmaz; hatta bir Türk gibi yemez, içmez bile.

    Yönetmenler ve yapımcılar bu işin farkında değil mi? Ne diye bunca yabancı kültür kırıntıları arasına bir-iki “yerel” öğe sığıştırmayı yerlilik sanmakta inat ederler?

    Bu yüzden gönül rahatlığıyla değil kahrolarak yinelemek gerek: Bir bütün teşkil edemeyen birkaç istisna dışında, neredeyse bütün teşkil edemeyen birkaç istisna dışında, neredeyse Türk Sineması diye bir olgu yok.

    Altın Çağ Gelecek
    Bir ülke sinemasından söz ettirebilmek için Metin Erksan ve Halit Refiğ gibi bir iki isim nasıl yeterli olabilir? Yerliliği “içerikte” öne çıkardığını söyleyen yönetmenler bile yerli bir dil oluşturma zorunluluğunun farkında değilse hangi yerlilikten söz ediyoruz?

    Şu hususu motto hâline getirmemiz şart: “Yerel” unsurları kullanmak bir eseri yerli yapmaz. Çünkü yerlilik bir duyarlılık ve gelenek sorunudur. Tersi durumunda, kendi tarihinden yola çıktığı ürünlerde bile yönetmenlerin kendine yabancılığını sergilemekten başka bir marifet ortaya koyamaması mukadder. Bu yüzden Türk izleyicisinin, kendinden hiçbir şey bulamadığı, hatta onu kendine yabancılaştıran yerli filmleri izlemek yerine, kendisine daha iyisini vadeden yabancı örneklere koşmasına pek fazla kızmamalı. Üstelik hiç olmazsa o filmlerde kendisini kimse aptal yerine koyan bir anlatım dilini tekrarlamıyor. İzleyici açısından bakarsak, varsın o yabancı filmler kendisini, kendi insanına ve kültürüne yabancılaştırsın; ne gam!

    Böyle bir düzeyde Nuri Bilge Ceylan ve Reha Erdem gibi isimlere sahiden de büyük görevler düşmekte. Türk Sineması’nın gelecek altın çağının temellerini atmak şart.