TÜRK EDEBİYATINDA YILDIZIN PARLADIĞI ZAMANLAR

Ertan Örgen

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Bir milletin edebiyatının uzun asırlar içerisindeki seyrini derinlikli olarak inceleyen, tartışan bilimsel çalışmalar temelde iki amacı saptarlar. Birincisi milletin sahip olduğu kültürel değerleri tespit, ikincisi bu değerlerin geleceğe ve insanlık adasına dönük zenginlikleridir. Bu zaviyelerden bakıldığında çok köklü bir değerler sistemi üretmiş olan Türk edebiyatı, derin bir kültürel arka plan ile Türk milletinin yaşama ve üretme becerisinin tanığı olmuştur.

    Türk edebiyatı, Fuat Köprülü’den beri kültür ve medeniyet perspektifi esas alınarak üç dönem üzerinden incelenmektedir. Bu üç döneme parlayan yıldızlar olarak bakıldığında İslamiyet öncesi dönemde, tabiatla baş başa, göçebe bir kültürün sade güzelliği öne çıkar. İslamiyet’le beraber geniş bir kültür havzasında büyük bir coğrafyaya yayılışın ve bir medeniyetin bütün şubelerinin hayata ve insana edebi bir zenginlikle bakışının büyüklüğü görülür. Batı etkisindeki dönem ise gelenekle Batı aklının ürettiği kavramlar üzerinde bir sentez arayışıdır.

    İslamiyet öncesi dönem, dilin sadeliği ve tabiatla baş başa bir paylaşımın doğallığıdır. Bu döneme damga vuran sözlü edebiyat her kuşağın kendi zamanından kattıklarıyla zenginleşerek halk edebiyatının sade ve derin yapısı içinde yaşamaya devam eder. Özellikle mit ve destan anlatmaları ile büyük bir coğrafyaya yayılan bu dönem Türk edebiyatı, Altay-Yenisey sahasından Sibirya’nın güney kısımlarına ve Seyhun’a (Amuderya) uzanan Türklerin sadece atlı göçebe bir hayat tarzına değil aynı zamanda tarım, ticaret gibi yerleşikliğe dair uğraşlara sahip olduğunu gösterir. Yazı ilgisi ise Orhun Kitabeleri’nden Uygur metinlerine uzanarak geniş bir kolektif bilincin var olduğunu, bunun kozmogoniden destan parçalarına kadar devlet, insan, toplum, kültür, aile, sanat gibi alt başlıklara kadar incelikle işlendiğini gözler önüne serer. Özellikle Oğuz Destanı’nda kültürel birikimin süzülmüş bir özünü buluruz. İnsan ve doğa karşı karşıyadır, insan doğayı aklı sayesinde yener. Düşmanları vardır, mücadele eder, aklı ve duygularıyla bir gelecek kurar.

    Türklerin İslâmiyet’i kabulü yaygın olarak 10. yüzyıldadır. İnanç ve uygulama kaynakları olarak Kur’an, hadis, fıkıh gibi ilimler ve yeni bir coğrafya üzerinde tanışılan Arap ve İran kültürü, yoğun bir anlama ve tercüme faaliyeti içerisinde Türkleri karşılar. Asya içlerinden Hazar denizi, Mısır ve Anadolu’ya doğru yayılan Türkler için bu yeni kültür ve medeniyet dairesini, savaşçı ve teşkilatçı bir milletin başka kültür ve medeniyetleri kendilerine mahsus bir biçimde içselleştirmesi ve geliştirmesi olarak görmek de mümkündür. Çünkü iç içe geçen bu kadar kültürel kaynak arasında kendi dillerini, geleneklerini yaşatmayı başarmışlardır. İlk dönem İslami eserler diye bilinen metinlerde bunun canlı örnekleri vardır. Divânü Lügati’t-Türk, Kutadgu Bilig, Divân-ı Hikmet, Atabet’ül- Hakâyık yeni karşılaşılan coğrafyayı anlamak kadar içselleştirip dönüştüren eserlerdir. Selçuklu dönemi içerisinde gelişen düşünce ve sanat anlayışının hayata büyük bir tesiri olduğu muhakkaktır. Ancak bu konuda günümüze ulaşan kaynak sayısı çok sınırlıdır. Fakat hemen onun sonlarına doğru oturmuş bir inanç sistemi olarak Celâleddin Rûmî ve Yunus Emre’de görülen derinlikli birikim, maddi ve manevi hayatı bütün yönleriyle anlatabilme özelliği, büyük bir bilim ve kültür zeminine sahip bulunulduğunun işaretidir. Büyük bir sûfî olarak Celâleddin Rûmî, özellikle Mesnevi’si ile sonraki çağlara büyük bir kaynak olmuştur. Hatta bir biçim adı olan mesnevi denilince ilk akla gelen onun eseridir. Kâinatı ve Allah’ı tek bir esas üzerinde “vahdet-i vücud” felsefesiyle tanımlayarak insanı konumlandıran bu sufizmle bugün evrensel bir şöhrete ulaşmıştır. Daha kırsaldan ve doğa ile bitişik konuşan Yunus Emre yine tasavvufi bir kaynaktır. Şiirlerini Celâleddin Rûmî gibi Farsça değil Türkçe söylemiş olması, ona asırlarca halk arasında yaygın bir şöhret kazandırmıştır. Moğol baskısı altındaki Anadolu toprakları, onun şiirindeki inanç ve tevekkülle huzur bulmuş ve kolay gibi görünen ancak söylenişi büyük ustalık isteyen şiirleriyle Türk edebiyatının büyük adlarından birisi olmuştur.

    “Yunus der ki: Gör takdirin işleri,
    Dökülmüştür kirpikleri, kaşları.
    Başları ucunda hece taşları,
    Ne söylerler, ne bir haber verirler.”

    İslamiyet öncesi ve sonrasına ilişkin kültürel geçişleri izlediğimiz Dede Korkut Hikâyeleri ise Türk sosyal ve siyasi hayatına dair çok mühim bir kaynak olmanın yanı sıra dil mirası ve destan üslubu ile Türk edebiyatının parlayan yıldızlarındandır.

    Türk edebiyatında şiir olarak en büyük dönemin Klasik Türk edebiyatı olduğu iddia edilebilir. Tam anlamıyla kurulup yerleştiği 15. yüzyıla kadar gelenekleşmiş İran edebiyatını ve Arapçayı kendi bünyesiyle kaynaştırması ve ona kendisine özgü bir biçim vermesi dolayısıyla zaman zaman İran etkisi olarak değersizleştirilen bu edebiyat, Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde konumlandırdığı üzere bir imparatorluk ve saray istiaresidir. Oturmuş teşrifat düzeninden, mazmun ve edebi söz sanatlarından, soyutlanmış ve idealize edilmiş hayat algısına kadar klasiğin özelliklerini taşır. Her klasik gibi etkileşimlerin, değişmezliklerin ortasındadır. Bu şiir edebiyatının ilk büyük ustaları Şeyhî, Ahmet Paşa ve Necatî’dir. Aruz ölçüsünün ve biçimin daha da yerleştiği 16. yy.’da daha büyük şairler yetişmiştir. Bunda Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim gibi kendileri de şair olan padişahların ülkeyi geniş bir coğrafya ve zenginlik içinde yönetmiş olmalarının payı büyüktür. Zatî, Hayâli Bey, kırk yıl şiir tahtına oturan Bâkî; biraz daha kenarda kalmış olsa bile şiir gücü ile daima etkili olan Fuzulî, âdeta büyük bir kubbeden seslenirler. Şiirin sesindeki o kendine güven ve şiir dilindeki incelik, klasik olmalarını sağlamıştır. Bâkî, “Çok olmaz bu tarza gazel Bakiyâ/ Güzel söz güherdür güher az olur” derken, Fuzulî “Gazel bildürür şâirün kudretün/ Gazel artırur nâzımun şöhretin” dizeleriyle lirik sözün dil ve zihniyet bakımından bir medeniyet emaresi olduğunu bildirir.

    Osmanlı Devleti’nin zayıflama izlerini taşıyan 17. yy., merkezde beliren otorite zaafı, Celali İsyanları ve nihayet Karlofça Anlaşması ile duraklama döneminin başlangıcıdır. Ancak edebiyatta böylesi bir zaaf söz konusu değildir. Sadece hiciv şiirlerinin artışı ile dönem arasında bir bağlantı kurulabilir. Bu da olsa olsa dönemin ruhunu yansıtan bir aynaya benzer. Türk şiirinin büyük övgü ve yergi ustası Nef’î, bilgisi ile döneminde saygı görmüş ve şiirlerinde de sadeliğin, dil zevkinin örneklerini vermiş Şeyhülislam Yahya, Sebk-i Hindî tarzının temsilcileri olarak Neşatî ve Nailî, bu yüzyılı dolduran şahsiyetlerdir. Ayrıca nesir türünde Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si imparatorluk coğrafyasının tanığı olarak dil, din, folklor gözlemleri açısından önemli bir kaynaktır. 18. yy.’da çözülüşe karşı mühendishanenin kurulması, ordunun yeniden düzenlenmesi gibi ıslah çalışmaları göze çarpar. Edebi alanda ise Nâbî, Nedim ve Şeyh Galib gibi isimler, klasik edebiyatın zevk ve dil imkânları açısından zirveye ulaştığını işaret der. Bu aynı zamanda onun, değişen bütün bilimsel ve siyasal gelişmeler karşısında söylediği son sözlerdir. Bir medeniyetin zirve noktası olarak görebileceğimiz Şeyh Galib’in şu beyti dünya ve insan ilgisine klasiğin ne denli tasarruf ettiğini gösterir: “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen/ Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen (Kendine bir hoşça bak; sen âlemin özüsün, varlıkların gözbebeği olan insansın”. Takip eden yüzyıl artık zevkin çözülüşü, onun yerine kelime oyunlarının gelişi gibi bir uzatmaya gider.

    Tanzimat’a giden süreçte, orduya dönük ıslahat girişimleri yerini zamanla kurumsal ve kültürel yapılanmalara bırakır. Savaşlar ve kaybedilen topraklar yenileşmeyi resmi olarak 1839 Tanzimat Fermanı ile sonuca ulaştırır. Burada gazeteleri, tercümeleri, yeni okullardan yetişen kuşakları dikkate alınca Tanzimat’ın değerlerine inanan bir sosyolojik tabanın da gelişimini düşünmek gerekir. Nitekim Tanzimat sonrası dönem, Batı medeniyeti etkisinde gelişen Türk edebiyatı demektir. Duygularıyla geleneğe, düşünceleriyle Batı’ya dönük bu kuşak, bir ansiklopedist tavrı ile yeniye ait her şeyi taşımak isterken kararsızdır ve aynı zamanda ihtida ettirilmiş bir Batı’dan yanadır. Ancak ithal bilgi kökleri, seküler bir yapıyı doğurmaktadır. Bu değişimin ardından edebiyat sanatı, artık işe yeniden başlamak zorundadır ve bir yığın tercümenin arasında şiir sosyal hayata yaklaşırken basitleşir ama yanı başında çok güçlü bir nesir edebiyatı doğar. Bunu besleyen dönemin diliyle “edebiyat-ı sahiha” yani gerçekçi edebiyattır. Edebiyatın siyasallaşması anlamına da gelen bu yeni edebiyat, devlete bağlı şair ve yazar anlayışını da etkilemeye başlamış, sivil denebilecek yaklaşımlar doğmuştur. Bunlardan neredeyse ilki olan Şinasi, “hak, kanun, medeniyet” kavramları üzerine sosyal yönü baskın bir edebiyatı miras bırakırken “hürriyet” üzerinden Namık Kemal yeni kuşaklara bir heyecan üslubu aktarmıştır. Ancak Tanpınar’ın diliyle Batı etkisi “bir medeniyet krizi”dir ve kendisine mahsus bir alan yaratmaya başlaması, burjuvazi bir temelle mümkün olacaktır. İlk Tanzimat ediplerinin ardından gelen kuşaklarda küçük duygulanmalar, edebiyatı kaplayacak ve Servet-i Fünûn topluluğu bu duygusallığın içerisinde yol alacaktır. Ortaya çıkan bireye dönük bu edebiyat, aslında modern edebiyatın temsilidir. Fakat tarih ve Türk siyasi hayatı buna henüz çok geniş bir zemin hazırlamadığı için 1908 Meşrutiyet’i ile siyasi harareti yüksek bir edebiyat, Namık Kemal’den gelen ateşli üslubu devralacak ve bu Cumhuriyet sonrası romantik bir memleket edebiyatını da besleyecektir. Tanzimat’la birlikte üçüncü dönemini yaşayan Türk edebiyatı önceki klasiğin düzeyine modernliğin izinde yaklaşır. Milli Edebiyat döneminde sadeleşen Türkçe, arayışın içinde klasiğin tekrar kurulabileceğini düşündürtür. Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay gibi yazarların kaleminde berrak, akıcı bir üslup vasıtası olarak parlar. Yahya Kemal Beyatlı gelenekle modern arasındaki insanı, “tarihiliği” içerisinde zarif bir dille şiirleştirir. Onun yanı başında modernin imajinatif anlatma çabasının ismi olarak Ahmet Haşim vardır. Modern sanatın insansızlığı ve hikâyesizliği, bireye ait görüntüler Haşim’de yoğunluktadır.

    Yeni Türkiye, millileşme süreci içerisinde bir romantizm yaratarak yoğun bir memleket edebiyatı düşünce ve duygusuyla uzun zaman yol alır. İlk hececi kuşağın ardından gelen Kısakürek, Tarancı, Dıranas ve Tanpınar dilin zarafetini esas tutarak ritmik bir şiir meydana getirirler. Artık Batı etkisi ile gelenekten gelen mistik, metafizik yansıtmalar daha uygun bir kompozisyon kurar.

    Öykü ve romanda ise Tanzimat ve Servet-i Fünûn kuşaklarının Batılı örnekleri taklidinden ibaret gibi duran anlatmaları, Cumhuriyet dönemi itibarıyla en azından kompozisyon açısından bir başarıya ulaşır. Yerli hayatı anlatma çabası giderek ivme kazanır. Kültür değişimi, insan ve çevre ilgileri itibarıyla küçük bir zümrenin değil toplumsalın izdüşümü olarak canlanır. Özellikle Halit Ziya Uşaklıgil’in sağlam yapılı romanlarından sonra Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Kiralık Konak, Yaban gibi düşünceyi sanatsal metaforlarla anlatabilme düzeyine çıkan romanları, klasik düzeyinde eserleri ile Peyami Safa önemli adlardır. Safa, modern roman tekniklerini, bireyin psikolojisini ve ideolojiyle ustaca birleştiren Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Yalnızız, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu gibi eserleriyle Türk romanına ciddi bir irtifa kazandırmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Tarık Buğra gibi usta isimlerle Türk romanı giderek yükselen bir grafiğin içerisine girmiştir.

    Türk edebiyatı, siyasi tema olarak Tanzimat’tan beri kültür ve medeniyet, milliyetçilik başlıklarını izlerken Cumhuriyetle beraber geçmişten kopuşun ve onun yerine konulan milli hayatın yani folklorun peşine düşer. Buradan zamanla sosyal gerçekçilik düşüncesi doğrultusunda az gelişmişlik ve köy edebiyatı belirir. 1940-1970 yılları arasında yoğunluklu bir köy edebiyatı sürer öykü ve romanlarda. Bu feodalizmle eşleştirilen bir perspektifin ardında bürokrasi eleştirisi olarak da canlanır. Türkiye’nin kırsaldan şehre göçünün 1950 ve sonrasında hızlanması, öykü ve romanın kır-kent çatışması, şehirleşme problemleri dolayısıyla yeni bir alan bulması anlamına gelir. Buradan itibaren Leyla Erbil, Füruzan, Adalet Ağaoğlu gibi kadın öykücü ve romancılar da sahne alacaklar ve özellikle 1970 sonrası hem sayı hem nitelik olarak bir yükseliş göstereceklerdir.

    Şiirde ise modern atılımın neredeyse son durağı olarak İkinci Yeni, soyut ve imajinatif bir dünya algısı etrafında bireye odaklanır. Böylelikle Türk şiiri modernlikle olan karışık ilgilerini daha baskın sayılabilecek bir yeni anlayışa teslim eder. Bu şiir, kaynak olarak Batılı edebi akımlardan sürrealizme, düşünce olarak varoluşçuluk fikrine yakın durur. Özellikle imgeyi alan olarak genişletmeleri ve şiiri dize yapısından, öyküden uzaklaştırma çabaları dolayısıyla sonraki şiiri derinden etkilemişlerdir. Modern Türk şiirinin gövdesi olarak tanımlayabiliriz İkinci Yeni’yi. İlhan Berk, Edip Cansever, Turgut Uyar imgeleri ve bireye bağlı yaşantıları dikkate alırken Cemal Süreya, humora yaslanan ve görselliği önceleyen tavrı ile Sezai Karakoç ise geleneksel temaları modern şiirin teknikleriyle yansıtışı ile güçlü birer kaynak olmayı başarmış isimlerdir. 1960 İhtilâli sonrasında, toplumcu, siyasi rengi yüksek bir şiir doğar ve bunu İkinci Yeni’nin imkânlarını sürdürerek yapan şairler gelir. Bunların başında İsmet Özel gibi imge sağanağını ustaca kullanan bir şair ve estetik düzeye bağlılık manasında Hilmi Yavuz vardır.

    1980 sonrası şiir, önceki edebi hareketlerin zenginliğini göstermez. İhtilâlin yarattığı atmosfer, şairleri adeta kendi içlerine gömülü duruma getirir. Öykü ve romanda da benzer bir durum olmakla birlikte küreselleşmenin, liberal ekonomi rüzgârları etrafında Türkiye’ye girişi, anlatılacak insan ve toplum manzaralarını önceki ideolojik kampların ateşli sembol ve söylemlerinden sıyırarak yeni bir tarihsellik düşüncesi ile anlatır. Bu bireyin daha çok tüketime odaklanması, teknolojinin hayata daha çok girmesiyle ivme kazanarak postmodern anlatma hizasına gelir. Tarihin yeniden kurgulanması, fantastik ve oyun sayılabilecek ilgiler çerçevesine yerleştirilmesi roman ve öyküye büyük ve kurtarıcı bir anlatma düzeyi vermez. Bu dönemde sonradan Nobel edebiyat ödülü alacak olan Orhan Pamuk, gerek roman tekniği gerekse anlattığı dünya itibarıyla yetkin bir isim olarak öne çıkar. Türk edebiyatında roman patlaması denilen yıllara gelinir.

    Baştaki tespitimizin ışığında, Türk edebiyatı destan gibi büyük anlatmalar ile kendi değerler manzumesini kültürel kodlar olarak millete benimsetmiş, Klasik Türk edebiyatı ile zirveye ulaşmış, saf şiirin bütün imkânlarını göstermiş, son dönem itibarıyla modernliğin içerisindeki arayışını nitelikli ürünler vererek sürdürmüştür. İnsanlık adasına ilişkin edebiyat alanında evrensel ölçekte büyük bir güldeste oluşturmuştur. Ancak Ahmet Hamdi Tanpınar gibi büyük bir sanatkâr bile birçok dile daha yeni çevrilmektedir. Geç kalınan ve ihmal edilen yön, bu büyük isim ve eserlerin dünyaya tanıtılmasında olmuştur.