VII/XIII. Yüzyıl: İslam Felsefe-Bilim Geleneğinde Parlak Bir Dönem

Mustakim Arıcı

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Modern dönemde yazılan İslâm düşünce ve bilim tarihi çalışmalarına hâkim olan oryantalist yaklaşım yakın zamanlara kadar mezkur geleneği gerileme ve çöküş paradigmaları çerçevesinde mütala etmiştir. Kendi içinde bile tutarlılığı olmayan bu birbirinden farklı yaklaşımlara göre İslâm medeniyetinde felsefe ve bilim çalışmalarının gerilemesiyle ilgili olarak miladî X. yüzyıldan XVI. yüzyıla kadar farklı tezler öne sürülmekle beraber X. yüzyılın İslâm’ın rönesansı olduğu ve Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) eleştirilerinin felsefe ve bilime yıkıcı darbeyi vurduğu tezi daha da ön plana çıkmaktadır. Böylelikle Yunancadan yapılan tercümelerin etkisi ve belirleyiciliğine vurgu yapılarak Kindî (ö. 252/866), Fârâbî (ö. 339/950), Ebû Bekir er-Râzî (ö. 313/925), Bîrûnî (ö. 453/1061), İbn Sînâ (ö. 428/1037) gibi Gazzâlî öncesi isimlerin çalışmalarına bir değer atfedilmekte ve yaşadıkları dönem bir “altın çağ” olarak öne çıkarılmakta, İbn Rüşd (ö. 595/1198) Endülüs’te istisnai bir isim olarak addedilmekte, yine Nasiruddin Tûsî (ö. 672/1274), Uluğ Bey (ö. 853/1449), İbn Haldûn (ö. 808/1406) gibi isimlerin çalışmaları de münferid olgular olarak zikredilmektedir. Bu tezlerin arka planında Ernest Renan gibi oryantalistlerin ırkçı paradigmaya dayalı düşünce ve bilim tarihi okumalarının belli bir döneme kadar etkisi bulunmaktaydı. Daha sonraları ise bu ırkçı yaklaşımların yerini “özgünlük” kavramına dayalı olarak Müslümanların belli bir tarihten sonra yeni fikirleri olan isimler yetiştiremedikleri ve önceyi tekrar eden bir şerh-hâşiye literatürünün hâkim olduğunu öne süren tezler aldı. Özellikle bu tezin Osmanlı’da ortaya konan her tür nazarî düşünce ve ilim faaliyetini yok saydığı anlamına geldiğine özellikle vurgu yapmak yerindedir. Türkiye’de İslâm medeniyetinin Arapça ve Farsça gibi klasik dillerine ve kaynaklarına vâkıf olmayan, İslâm’da felsefe ve bilim konusunu bilinçli bir çarpıtmaya dayanan kaynaklardan okuyan aydınların ve akademi mensuplarının bu tezleri hararetle savundukları bilinmektedir. Daha trajik olan ise Türkiye’de İslâm medeniyetinin klasik kaynaklarını yazıldıkları dillerden rahatlıkla okuyabilen araştırmacı ve akademisyenlerin ve hatta bir çok İlahiyat mensubu öğretim üyesinin de bu tezleri benimsemiş olması, bu perspektifle görüşlerini ders kitapları ve ansiklopedi maddeleri gibi araçlarla daha yaygın bir çevreye ulaştırarak yeni nesilleri de etkilemesidir. Bir anlamda “kendini inkar” anlamına da gelen bu yaklaşımların Türkiye’de çok farklı çevrelerde ve yaygın bir zeminde taraftar bulduğunu ifade etmek yerindedir. Öte yandan bu tezlere duygusal saiklerle karşı çıkmanın da beyhude olduğunu düşünüyoruz. Doğru olan yaklaşım İslâm düşünce ve bilim tarihinin tüm dönemlerini ortaya konulan yanlış tezlerden bağımsız olarak ele almaktır. Bu bağlamda ilgili dönemlerin tüm tarihî olgularını da hesaba katarak ilmî şahsiyetlerin ve mevcut literatürün eksiksiz bir dökümünü, tabir yerinde ise hasadını yapmak alanda çalışanların üzerine bir borçtur. Zira henüz yazma eser kütüphanelerimizin eksiksiz katalogları bile tam olarak hazırlanmamışken büyük tezler ortaya atmanın ne kadar da yanlış olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

    Biz bu yazıda Osmanlı düşünce ve bilim mirasını anlamada çok önemli bir eşiği oluşturan hicrî VII. ve miladî XIII. asrın ilmî açıdan ne kadar zengin bir dönem olduğuna işaret edeceğiz. Bu yüzyılda özellikle Moğol İstilasının hayatın her alanını etkilediği gibi ilmî gelişmeler üzerinde de büyük tesirlerinin olduğuna başta işaret etmek yerindedir. İstilanın dehşetine tanık olan birçok tarihçi, insanlık tarihinde böyle bir felaket ve musibetin görülmediğini söyleyerek durumun vahametini ifade etmeye çalışmıştır.

    İstilanın meydana getirdiği tahribatı kabul etmekle birlikte ilk defa Barthold, Moğol hareketinin iktisadi ve ticari faaliyetlerdeki olumlu sonuçlarına işaret etmiş, kültür mübadelelerine imkân verdiğini ve yeni medeniyet merkezleri ortaya çıkardığını iddia etmiştir. M. Fuat Köprülü de uzun vadede Moğolların ve o zamana kadar İslâmiyeti kabul etmeyen Türklerin İslâmlaştığını, hatta Kırım gibi bazı yeni İslâm merkezleri ortaya çıkardığını, Moğol saldırılarından kaçan birçok âlim, şair ve mutasavvıfın Anadolu’ya gelip yerleşmesi neticesinde buradaki fikrî faaliyetlerin çoğaldığını dile getirmiştir. Zeki Velidi Togan ise Barthold’un tezini daha ileri götürmüş; istilanın İslâm medeniyetinin inhitatıyla alakasının bulunmadığını, kıtale en fazla Orta Asya ve Türkler maruz kaldığı hâlde bu devrin medeniyet inkişafı bakımından müspet, ileri ve Türkler için hayırlı olduğunu ifade etmiştir. Togan’a göre Moğolların İsmailîleri temizleyerek İslâm dünyasına yaptıkları hizmet, İslâmiyeti seçen İlhanlı hükümdarı Gâzân Han zamanında büyük bir imar faaliyetinin başlaması, Moğol tehlikesinden kaçan ilim ve kültür mensuplarının Anadolu’ya göçmesi ve burada fikrî bir canlılık meydana gelmesi bu müspet sonuçlardan bazılarıdır. Buna karşılık Osman Turan istiladan sonra başlayan imar ve kültür faaliyetlerinin geniş medeniyet harabeleri yanında sönük kaldığı düşüncesindedir. Dahası o Moğol İstilasının başlıca inhitat amili olarak görülmemesini hayretle karşılamış ve bu durumun müsebbibi olarak da Barthold’un ileri sürdüğü fikirleri görmüştür. Turan’a göre Moğol İstilasıyla birlikte İslâm medeniyeti çöküşe uğramıştır.

    Moğol tahribatının en şiddetli döneminden sonra VII/XIII. yüzyılın bilhassa ikinci yarısından itibaren kelâm, mantık, felsefe ve tasavvuf dallarında yaşanan canlılık ve bunun sebepleri, büyük şahsiyetlerin yetişmesi ve tam anlamıyla klasik denilebilecek eserlerin ortaya konması birçok yönüyle üzerinde durulması gereken, ancak henüz sebep ve sonuçlarıyla, müspet ve menfi yönleriyle vuzuha kavuşmayan bir olgudur. Bahsedilen bu olgunun Anadolu ayağı için Fuat Köprülü, buranın yeni bir İslâm kültür merkezi hâline gelmesini, Anadolu Selçukluları döneminde sağlanan asayiş, artan refah, sultanların ilim adamlarına gösterdiği itibar ve himaye, Moğol istilasının Anadolu’ya sürüklediği âlim, şair ve mutasavvıfların faaliyetlerinin sonucu olarak görmüştür. Siyasî istikrarsızlığa rağmen aslında sadece Anadolu’da değil Mısır, Maveraünnehir ve İran bölgesinde de birçok ünlü ilim adamının faaliyetleri bu yüzyılda büyük bir fikrî canlılık ortaya çıkarmıştır. Bu yüzyılda sadece mezkur ilimlerde değil, astronomi, coğrafya ve tıp alanında da çok önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Bu dönem ayrıca tarih ve tabakat yazıcılığında da yeni bir dönemin başlangıcı olarak görülebilir. Zira bugün alanının klasikleri olan çok sayıda tarih ve tabakat kitabı VII./XIII. yüzyıl ve sonrasında yazılmıştır. Safiyyüddin el-Urmevî’nin (ö. 693/1294) çalışmaları ile birlikte bu yüzyıl müzik biliminde de zirve noktası olarak görülmektedir. Fuat Sezgin’e göre bu yüzyılın duraklama başlangıcını içerdiğine ilişkin görüş, talihsiz olduğu kadar tarihî olgularla çelişen ve Arap-İslâm ilimleri tarihi konusunda bir zamanlar tam bir bilgisizlik içerisinde ortaya atılan bir görüştür. Hâlbuki durum bunun tam tersidir.

    Esasen Moğollar tarihte bilinen en büyük medeniyet yıkımlarından birini yaptıktan sonra zaman içerisinde devlet yönetimine yakın âlimler ve ilim hâmisi bazı yöneticilerin gayretleriyle imar faaliyetlerinde bulunuyorlardı. Birçok Moğol devlet adamı ya Müslüman idi ya da sonradan ihtida etmişlerdi ve bunlar şaman, Budist ve az da olsa Müslüman Moğol hükümdarlarının idaresinde ilmî eserler vücuda getirmeye gayret ediyorlardı. Özellikle Irak Valisi Atâ Melik Cüveynî, Anadolu Valisi Muînüddin Pervâne, üç Moğol idareciye vezirlik yapan Şemseddin Cüveynî, Reşîdüddin Fazlullâh, Olcaytu’nun veziri Tâceddin Alişah gibi ilme büyük önem veren isimler sayesinde medreseler yeniden inşa edilmeye, ilim merkezleri canlanmaya başladı. İbnü’l-Fuvatî, İbn Battûta (ö. 770/1368-1369) gibi istiladan uzun bir zaman sonra yıkıma uğrayan bölgelerde gözlemlerde bulunan bazı tarihçi ve seyyahlar, birçok ilim merkezinin tahrip edilmiş hâlde bulunmasına karşılık onlarca ilim merkezindeki canlanmayı dile getirmektedir. Örneğin VIII/XIV. yüzyıl ortalarında Şîrâz’da medreselerin, mescidlerin ve hayır kurumlarının sayısı beş yüze ulaşıyordu. Ayrıca bunlara ait vakıflar da sayılamayacak kadar çoktu. Yine Mâzenderân, Kirmân ve Horasan şehirlerinde mahalli hâkimler, birçok medrese yaptırmıştı.

    İlhanlı döneminde medreselerin yapımı ve malî kaynak temini, İslâm tarihinde, özellikle Selçuklularda görüldüğü gibi şahıs merkezli olmuştur. Buna göre İlhanlılar döneminde sistematik olarak ilk teşebbüste bulunan kişinin Gâzân Han olduğunu söylemek mümkündür. Gâzân Han, ülke çapında başlattığı imar faaliyetleri kapsamına medreseleri de dâhil etmiştir. Tebriz’de yaptırdığı Gâzâniyye külliyesinde cami, han, dârü’s-siyâde, dârü’l-eytâm, rasathane, hastane, kütüphane, adliye, hamam gibi kurumların yanı sıra, Hanefî ve Şafiî medreselerine de yer vermiştir. Böylece istilanın ilmî alandaki olumsuz yansımaları bir yandan devletler eliyle tamir edilmeye çalışılırken diğer yandan âlim ve bilginler ilmî buhranı aşmaya çalışıyorlardı. Moğol İstilasından yaklaşık yüz elli yıl önce Gazzâlî’nin başlattığı ilmî ihya hareketi, istilanın olumsuz insanî ve siyasi etkileriyle bir anlamda inkıtaya uğramış, manevî ve epistemolojik bir krizle karşılaşılmıştır. Bu itibarla bahsedilen dönem, yeni şeylerin aranmasından ziyade mevcudun yeniden tasnif ve terkip edilerek korunma gayretlerinin hâkim olduğu bir dönem olmuştur. Bu dönemde dil ve mantık çalışmalarıyla metodolojiye büyük önem verilmesi, iki büyük sima Adudüddin Îcî ve İbn Teymiyye’nin bir anlamda Gazzâlî gibi ilim geleneğini muhkemleştirme gayretleri meselenin epistemolojik karakterli görüldüğünün yansımalarıdır. İlmî alandaki birbirinden farklı çabalar ve geleneği yeniden kurma gayretleri neticesinde yoğun bir düşünsel faaliyet ve farklı ekoller ortaya çıkmıştır. Bu dönemde ayrıca mantık karşıtlığı, ashâbü’l-hadîs geleneğinin ve İbn Haldûn’un eleştirileri İslâm düşüncesinin farklı yönelimleri ve zenginlikleri olarak temayüz etmiştir. Buna karşılık İbn Sînâ, Gazzâlî, Fahreddin Râzî, Şihâbüddin Sühreverdî (ö. 587/1191) ve Sadreddin Konevî’nin (ö. 672/1273) düşüncelerinin sentezi şeklindeki ilim anlayışı güçlü bir damar olarak ortaya çıkmış, Osmanlı başta olmak üzere İslâm coğrafyasında yüzyıllar boyu hâkim olmuştur. Temelleri Gazzâlî’de olan mantık, dinî ve aklî ilimlerde mütebahhir, aynı zamanda tasavvuf pratiğine hayatında yer veren ve Osmanlı ilim dünyasını da etkileyen bir âlim prototipi büyük oranda bu yüzyılda şekillenmiştir. Burada Fahreddin Râzî’nin etkili konumuna da işaret etmek gerekir. Bu durum gerek klasik dönem eserlerde gerekse yakın dönemde yapılan çalışmalarda Râzî ekolü adıyla somut bir şekilde ifade edilmektedir.

    İbn Sînâ’nın tıp, mantık, doğa bilimleri ve metafizik alanında yazdığı eserlerini ilk kuşak öğrencilerine okuttuğu bilinmektedir. Aklî ilimler alanında İbn Sînâ’nın başlattığı ve talebelerinin devam ettirdiği tedris geleneği VII/XIII. yüzyılda etkin bir şekilde devam etmiştir. Bu dönemde mesela Kahire ve Dımaşk İbn Sînâ tıbbının en üst düzeyde tahsil edildiği ve uygulandığı merkezlerdi. İbn Sînâ’nın doğa bilimleri ve metafizik görüşlerinin okunması ise özellikle el-İşârât vet-tenbîhât merkezinde devam etmiştir.

    VII/XIII. yüzyılı felsefî düşünce açısından çok önemli kılan diğer bir durum İşrâkî felsefe metinlerinin varlığıdır. İşrâkî felsefe, kurucusu Şihâbüddin Sühreverdî’nin ölümünden sonra VII/XIII. yüzyılda onun metinlerine yazılan birçok şerhle varlığını kesintisiz olarak devam ettirdi. Bunların birincisi Hikmetü’l-işrâk’a ilk şerhi yazan Şemseddin Şehrezûrî (ö. 688/1288) ile temsil edilmiştir. O aynı zamanda meşhur felsefe tarihi Nüzhetü’l-ervâh ve ravdatü’l-efrâh’ın da yazarıdır. Sühreverdî şârihi İbn Kemmûne ve Hikmetü’l-işrâk’a şerh yazan diğer bir filozof Kutbüddin Şîrâzî’yi de bu çerçevede ele almak yerindedir.

    VII/XIII. yüzyıl, İslâm bilim tarihinde astronomi çalışmalarının büyük ivme kazandığı bir dönemdir. Nasîrüddin Tûsî önderliğinde kurulan Merâga Rasathanesi’nde yapılan çalışmalar daha sonrakilere kaynaklık etmiştir. Zira Tûsî’nin astronomi çalışmaları Anadolu Selçuklularının son döneminde ve Osmanlılarda etkili olan eserlerdir. Böylelikle Merâga Matematik-Astronomi Okulu mensuplarıyla bu birikim, Anadolu’ya girmiştir.

    Aklî/felsefî ilimlerle ilgili olarak bu yüzyılı ön plana çıkaran bazı tespitlere hususen işaret etmek istiyoruz. Gutas’ın İbn Sînâcı felsefenin altın çağını 1000-1350 arası, Adil Fahurî’nin mantığın altın çağını 1000-1300 arası, George Saliba gibi uzmanların astronominin altın çağını 1247-1600 yılları arası olarak görmeleri söz konusu yüzyıllardaki zenginliği yansıtmakla birlikte bazı araştırmacılar daha dar olarak VII/XIII. yüzyıla ve bilhassa Meraga merkezli canlılığa vurgu yapar. Saliba’nın astronomi için önerdiği “Meraga okulu” terimini Eichner, kelam ve felsefe için önermiş ve bu sahada bir Meraga devriminden (Marāgha school revolution) bahsedilebileceğini ileri sürmüştür. Eichner’den ilhamla Tony Street de mantıkta benzer bir Meraga devrimi olduğunu düşünmektedir.

    Burada son olarak tasavvuf alanındaki duruma işaret etmek istiyoruz. Bu yüzyılda Moğol saldırıları neticesinde şehirler tahrip edilmiş, on yıllarca süren büyük bir kargaşa ortamı İslâm coğrafyasının büyük bir kısmında hâkim olmuştur. Şehirler Moğollar tarafından arkası kesilmez saldırılara uğramış, üstelik bu saldırı ve yağmalar Moğolların süreç içinde İslâm’ı benimsemesiyle de kesilmemiş ve VIII/XIV. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam etmiştir. Bu durum sosyal hayatta maddî ve manevî bir tahribat ortaya çıkarmıştır. Abdülbaki Gölpınarlı’nın ifade ettiği gibi bir yandan siyasi mücadelelerin getirdiği huzursuzluk ve güvensizlik ortamı, bir yandan Moğol baskısı halkın büyük bir kısmını tarikatlara yöneltmişti. Öyle ki İslâm ilim ve kültür tarihinde VII/XIII. yüzyıl, tasavvufî hareketler ve dinî zümrelerin en dinamik olduğu dönemlerden biri olmuştur. Tasavvuf tarihinin en etkili şahsiyetlerinin başında gelen İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240), Endülüs’ten ayrıldıktan sonra 601/1204’te Anadolu’ya gelmiş, Malatya’da bir süre ikamet edip Sadreddin Konevî’nin babasıyla birlikte Konya’ya yönelmiştir. 1223 yılına kadar Anadolu Selçuklu başkenti Konya’da kalan İbnü’l-Arabî, Eyyûbî meliki Eşref’in davetiyle Şam’a gitmiş, vefat edinceye kadar burada kalmıştır. Onun halifesi ve evlatlığı Sadreddin Konevî (ö. 673/1274) ile vahdet-i vücûd mektebi sonraki kuşaklara aktarılmıştır. İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerini yorumlayan ve onlara sistematik bir üslup kazandıran Konevî, Şeyh-i Ekber’den sonra Şeyh-i Kebîr lakabıyla tanınmıştır.

    Kısaca işaret edildiği gibi Orta Asya’da başlayan Moğol İstilası kitlesel göçlerin Anadolu’ya yönelmesine sebep oldu. Bu göç dalgaları arasında çeşitli tasavvuf akımlarına mensup şeyhler ve dervişler de Anadolu’ya gelmeye başladı. 1221’de Moğollar tarafından öldürülen Necmeddin Kübrâ’dan sonra, onun yanında yetişen Necmeddin Râzî (Dâye) (ö. 654/1256) ve Bahâeddin Veled ile Kübrevîlik hareketi yayılmıştır. Çocuk yaşta babası Bahâeddin Veled ile Anadolu’ya gelen Mevlânâ (ö. 672/1273) eserlerini burada yazmıştır. İrfan, tahakkuk, aşk ve cezbenin ön planda olduğu bir tasavvuf anlayışına sahip olan Mevlânâ, İbnü’l-Arabî tarafından ortaya konulan vahdet-i vücûd anlayışını benimsemiştir. Moğol İstilası sonrasında Anadolu’nun siyasi açıdan son derece istikrarsız olduğu bir dönemde yaşayan Mevlânâ, sosyal kargaşa ortamının had safhada olduğu bir arenada Moğollarla Selçukluların arasında bir barış ortamı oluşturmaya çalışmıştı. Mevlânâ’nın tesirleri oğlu Sultan Veled ve torunları vasıtasıyla ölümünden sonra da devam ettirilmiştir.

    Bu yüzyıldaki diğer önemli bir tasavvufî hareket olan Sühreverdîlik, Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî’nin, Bahâeddin Veled ile ilişkileri neticesinde Anadolu’ya girmiştir. Bahâeddîn Veled’in, Sühreverdî ile Bağdat ve Konya’da görüştüğü rivayet edilmektedir. Sühreverdî ayrıca halifenin emriyle fütüvvet teşkilatını işler hâle getirmiş ve I. İzzeddin Keykâvus’u da teşkilata dâhil etmiştir. Bu yüzyılın diğer büyük bir siması Hacı Bektâş-ı Veli (ö. 669/1271 [?]) de Moğol istilasından kaçıp Anadolu’ya sığınanlar arasındadır. Mevlânâ ve Hacı Bektâş-ı Velî ile aynı dönemde yaşadığı bilinen bir başka mutasavvıf, ünlü halk şairi Yunus Emre’dir. 637/1239 yılında doğduğu rivayet edilen Yunus Emre’nin eserlerine bakıldığında amacının mutasavvıf şair olarak İslâm ahlâkını, Allah sevgisini ve varlıkta birliğe giden yolu söz vasıtasıyla çevresine yayma gayesini taşıdığı anlaşılır.

    Selçukluların siyaset sahnesinde çok güçlü bir şekilde rol alması ve yeni bir İslâm beldesi olarak Anadolu’nun temerküz etmesi, birçok âlim, filozof ve sûfinin Moğol istilasından uzaklaşıp batıya doğru gelmesi, İslâm felsefe-bilim mirasına ayrı bir hareket katmıştır. VII/XIII. yüzyıl İslâm coğrafyasında felsefe-bilim alanındaki hareketlilik ve farklı ilim gelenekleri arasındaki etkileşim gerçekten üst seviyededir. Çok dikkat çekici bir durum, işaret edilmekte olan isimlerin İslâm coğrafyasının birbiriyle uzak merkezleri arasında, hem de siyasî çalkantıların arasında yüzyüze veya mektuplar aracılığıyla irtibat kurmalarıdır. İslâm ilim mirasının harmanlandığı ve eşine az rastlanacak bir hareketliliğin yaşandığı bu yüzyılda çok sayıda âlim, filozof ve sûfi yetişmiştir. Dolayısıyla bu yüzyıl ilim geleneğini bir süzgeçten geçirerek yeniden ele alması, müstesna şahsiyetlere ve muazzam bir literatüre tanıklık etmesi bakımından önemli olduğu kadar Osmanlı, Safevî ve Babür hanedanları zamanında vücuda getirilecek olan ilmî birikimin alt yapısını oluşturması açısından da kilit bir öneme sahiptir.