Anthony A. Long ile Helenistik Felsefe ve Kozmopolitizm Kavramı Üzerine

Muazzez Tümay

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Prof. Dr. Anthony A. Long Helenistik Felsefe ve Stoa Felsefesi alanlarında çalışmalarını sürdüren, yaşayan en önemli felsefecilerden biri kabul ediliyor. İngiliz asıllı olan Long 30 yılı aşkın bir süre Amerika Birleşik Devletleri’nde akademik araştırma ve çalışmalarda bulunmuş. Yale, Oxford, Princeton gibi prestijli birçok üniversitede öğretim görevlisi olarak da çalışan Long son olarak Berkeley Üniversitesi’nde Yunan ve Roma Felsefesi ve Edebiyatı alanlarında dersler vermiş. Prof. Long ile Helenistik Felsefe ve Stoa Felsefesine, ve yine bu dönem ve ekollere ait filozoflardan neşet eden kozmopolitizm kavramına dair kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.

    Stoacı filozoflar ve genel olarak Helenistik dönem filozofları “eklektik” olmakla, felsefe alanında pek de “orjinal” olmamakla itham edilir. Sizi “pek de orjinal olmayan” bu alanda çalışmaya/uzmanlaşmaya iten sebepler neydi?

    1960’larda kariyerime başladığım zaman, Helenistik felsefe ve özellikle de Stoa felsefesi, bilhassa memleketim İngiltere’de epey ihmal edilmiş bir çalışma alanıydı. Bununla beraber, o dönem henüz yayımlanmış olan birkaç kitap (ki bunların başında Benson Mates’in Stoic Logic kitabı ile S. Sambursky’in Physics of the Stoics’i gelir) söz konusu alanlara bir giriş imkânı sağlamış, bu iki alanda [mantık ve fizik alanlarında] Stoa felsefesinin özgünlüğünü ortaya koymuş ve büyük dikkat çekmişti. Ben de Stoacılığın ve bilhassa bu ekolün sonraki düşünceler üzerinde güçlü etkisi olan etik alanındaki görüşlerine dair kapsamlı bir çalışma yapmak ve bu alanda yazmak umuduyla onların yolunu takip etmeye karar verdim.

    Stoacıların ve Helenistik felsefenin eklektik olduğu yargısına gelince: Bu yargının artık eleştirilmesinin dahi modası geçti. Günümüz uzmanları bu ithamı kesinlikle kabul etmiyor.

    Fakat bugün dahi, hemen hemen bütün felsefe tarihi kitaplarında Helenistik felsefe okullarının görüşleri eklektik olarak nitelendirilir; Stoacılar, Epikürcüler, Kinikler vs… Bu yargı bir ölçüde de olsa doğruysa, hangi sosyal ve siyasal şartlar “Yunan Mucizesi”ni doğurdu ve neden Helenistik dönemde aynı yaratıcılıkta bir felsefi etkinlik sürdürülemedi?

    Az önce ifade ettiğim gibi, bana kalırsa “eklektik” tanımlaması Stoacı felsefe için kesinlikle doğru bir tanımlama değil. Bu, 19. yüzyılda Vorlesungen über die Geschichte der Philosophie’sinde Helen felsefesinin önemini oldukça hafife alan ve sonraki yüzyılda onun hakkında menfi düşüncelerin oluşmasına neden olan Hegel felsefesinin etkisi altındaki Almanya’da ortaya çıktı. Helenistik dönem, esasında, felsefe açısından fevkalade yenilikçiydi. Başlangıçta Epikürcü ve Stoacı olmak üzere yeni felsefe okulları kuruldu; Platoncu Akademi ve Aristotelesci Peripatetik okullar da gelişmeye devam etti. Ne yazık ki, bu dönemde üretilen felsefe literatürü, dağınık bir formda ve daha sonraki dönemlerde yaşamış Romalı düşünür ve yazarların derlediği yazılar üzerinden hayatta kalabildi. Orijinal eser ve metinlerin bu şekilde kaybolması ise bu dönemin Platon ve Aristoteles’in ilk yıllarına kıyasla daha az yaratıcı olduğu yönünde yanlış bir izlenime neden oldu. Aslında Yunan felsefesi, Helenistik dönemin ilk yıllarında, diğer herhangi bir döneminde olduğundan çok daha aktifti ve toplum üzerinde çok daha fazla etkiye sahipti. Bu dönem, sadece Stoacılık ve Epikürcülük arasında değil, Şüphecilik ve Kiniklik arasında da seçim yapabilmeleri için öğrencilere ilk kez farklı felsefelerin sunulduğu bir zaman dilimidir.

    Kültürel, sanatsal ya da fikrî sıçramalar için farklı görüş ve düşüncelerin birbiri ile iletişime/etkileşime geçmesi gerektiği ifade edilir. Helenistik dönem -Roma imparatorluğunun kozmopolit yapısıyla- Yunan’a göre çok daha fazla farklılık barındırmıyor muydu içinde? Buna rağmen neden Roma’da felsefe Yunan’ın gölgesinde kaldı ve büyük ölçüde pratik felsefeye (ahlak felsefine) yoğunlaşıldı?

    Bu görüşü ben de paylaşıyorum: İnsanlar bir dizi kültürden farklı fikirlere maruz kaldıklarında, bu durumdan medeniyetler en iyi şekilde neşet eder. İşte bu durum Yunan felsefesinin ilk döneminde, yakın doğu’daki düşünceler sömürgeleşmenin sonucunda Yunan şehir devletlerine duhul ettiğinde yaşandı. Bu aynı şekilde Helen dünyası için de doğruydu. Önde gelen Stoacı filozofların hemen hepsi doğudan; Kıbrıs, Tarsus, Babil ve Apamea’dan gelen göçmenlerdi. Roma İmparatorluğu geliştikçe Roma medeniyeti felsefe de dâhil olmak üzere, tüm alanlarda Yunan kültürünün güçlü etkisi altına girdi. Roma’nın kendine has bir felsefe okulu yoktu; felsefi ve bilimsel düşüncelerini, bilhassa Epikürcülük ve Stoacılığı Yunan’dan devralmıştı. Bu iki rakip okulun temel amacı, bir yaşam felsefesine sahip olan takipçiler oluşturmak ve böylece Roma’nın etik üzerine yoğunlaşmasını temin etmekti. Hasılı Roma [dönemi filozofları] etik üzerinde yoğunlaşıyordu. Bu yoğunlaşma özellikle Cicero ve Seneca’nın yazılarında açıkça görülür. Ancak yeni Helenistik felsefe okullarının en başından beri öncelikli amacı işlevsel olmaktı. Epikür, ruhun acısını ortadan kaldırmıyorsa felsefenin bir işe yaramadığını söylemiştir. Bunu söylerken felsefeye zihin sağlığının temeliymiş gibi yaklaşmıştır, çünkü ona göre iyi bir yaşam, doğru değerlere ve hakikatin doğru bir şekilde anlaşılmasına bağlıdır. Stoacılar da felsefenin terapötik/sağaltıcı değeri açısından benzer bir görüşe sahiptir. Her iki okulda da bilim -Aristo felsefesinde olduğu gibi- sadece kendisi uğruna yapılmamaktadır; onun amacı, öğrencilerine hayatın iniş ve çıkışları karşısında sakin ve rasyonel davranma, aile, dostlar ve yurttaşlarla iyi ve mesut ilişkiler kurma yeteneği kazandırmaktır.

    Etiğe yoğunlaşılmasında sosyal ve siyasal şartların etkisi ne ölçüdeydi? Neden felsefenin diğer alt disiplinlerinde de aynı derecede etkin olmadılar?

    Az önce ifade ettiğim gibi, Roma’da kökleşen Yunan felsefeleri, en başta Stoacılık ve Epikürcülük idi, Romalılar bu okulların pratik ve etik yönlendirmesini tevarüs ettiler. Fakat bunun yanı sıra Roma kültürü, eğitimi ve ideolojisi geleneksel olarak düşünceden ziyade eyleme odaklanmaktaydı. Roma toplumu öncelikle devlet ve kişisel başarıda etkinliğe değer veren bir toplumdu. Platon’un Akademisi, Aristoteles’in Lisesi ya da İskenderiye Kütüphanesi gibi salt teorik çalışmaların yapıldığı kurumlar Roma’da mevcut değildi.

    Farklı kültürlerin biraradalığının zenginleştirici etkisine dair soruyu II. Yunan olarak nitelendirilen, 18. ve 19. yüzyıl Almanyası için de sormak mümkün. Bu yargıyı çürütür nitelikte, mezkur dönemde Almanya’da herhangi bir kültürel ve sosyal zenginlik/çeşitlilik gözlenmiyor, ancak göz kamaştırıcı bir felsefi etkinlik var. Hasılı felsefi, kültürel ve sanatsal üretkenlik/verim için ne tür sosyal ve siyasal şartlara gereksinim var? Bunun genelgeçer bir cevabı verilebilir mi?

    Bu soruya kolayca cevap veremeyeceğim. Her kültür nevi şahsına münhasırdır ve felsefi etkinliği teşvik eden şartlar büyük ölçüde birbirinden farklıdır. Ancak şunu söyleyebilirim; felsefenin bizatihi kendisi çok bileşenli bir etkinliktir. Çin’deki Mencius veya Fransa’daki Montaigne, ya da Almanya’daki Kant ile Frege arasındaki farkı bir düşünün! Sorunuzun, farklı ülkelerin kurumlarına ve bilhassa da üniversite sistemlerine, kariyer yollarına ve aynı zamanda siyasi ve dinî yapılarına -mesela Katoliklik, Protestanlık ve Marksizme- referansla uzun uzun üzerinde düşünülmesi ve cevaplandırılması gerekiyor.

    Kozmopolitizm üzerinden devam etmek istiyorum. “Kozmos-polis” ya da “evren-şehir” kavramının kökleri Helenistik dönem filozoflarına dayanıyor, malum. Hangi sosyal şartlar böyle bir kavramın ve dünyaya/insanlara kozmopolit bir bakışın doğmasına yol açtı? Kavramı ilk kez kim kullandı? Daha önemlisi dünyaya/insanlara kozmopolit bakış bilinçli bir tercih miydi, yoksa sosyal ve siyasal şartlar mı bu bakışı zorunlu kıldı?

    İnsanlığın birliği ve insanoğlunun ortak doğası üzerine düşünceler Yunan’da, milattan önce V. yüzyılda zaten ortaya çıkmaya başlamıştı. Fakat kozmopolitizm büyük bir düşünce olarak felsefe literatürüne Kinik Diyojen’in hayatı ve öğretisiyle girmiştir. Hayatına Karadeniz’de, Sinop’ta başlayan Diyojen, sokaklarda “terk edilmiş” olarak, fakirlik içinde yaşadığı ve medeni hayatın sahteliğine ve lüksüne saldırıda bulunduğu Atina’ya göçmüştür. Diyojen’in kullandığı “kozmopolit” kavramı başlangıçta olumsuz çağrışımları olan bir kavramdı ve onun herhangi bir cemaate bağlılık borcu olmayan bir “dünya vatandaşı” olduğunu ifade ediyordu. Kinik düşüncenin geleneksel toplum eleştirisi Stoacılığın kurucularını etkilemiştir, fakat onlar bu kavramı, cinsiyetine ve ırkına bakılmaksızın herhangi bir insanın uygulayabildiği ve uygulaması gereken değerleri ve normları öğretme maksadıyla olumlu yönde dönüştürmüş ve kullanmışlardır. Kozmopolitizm, bu anlamda, Büyük İskender’in fetihleri sonucu Mısır, Anadolu, Kuzey Afrika, Suriye ve Arabistan üzerinden Helen kültürünün yayılmasıyla da gelişmiştir. Bu toplumsal ve siyasi koşullar Stoacı felsefenin ekümenik bakışını güçlü bir şekilde desteklemiştir.

    Tarihin gördüğü ilk kozmopolit imparatorluk Roma mıydı? Roma’yı çağdaşı olan diğer devlet ve imparatorluklardan ayıran hususlar nelerdi?

    Roma İmparatorluğu’nu İran ve Çin gibi daha erken dönem imparatorluklarından ayıran şey onun kadınlara yasal haklara sahip tam vatandaşlar olarak muamelede bulunması ve fethedilen halklara vatandaşlık sunan kozmopolit hukuk sistemiydi. Bu nedenlerle, evet, onu ilk kozmopolit imparatorluk olarak tanımlayabiliyoruz. Elbette ki, onun ekonomik sisteminin büyük bir bölümü köleliğe dayanıyordu, ancak kölelerin özgürlüklerini kazanmaları yönünde pek çok fırsat bulunmaktaydı; zaten özgürlüğünü kazanan çoğu köle zenginleşmiş ve siyaseten güçlü hâle gelmişti.

    Batı köklerini belirli alanlarda Roma İmparatorluğu’na dayandırıyor, malumunuz. Buna karşın Roma imparatorluğunun kozmopolit atmosferi bugün dahi Avrupa’da gözlenmiyor. Avrupalı ulus devletlerin kozmopolitizmin kendilerine sağlayabileceği faydaların pek de bilincinde olmadığı söylenebilir mi?

    Aslında bakarsanız modern Avrupa çok karmaşık bir tarihe sahip. İngiltere ve Fransa gibi bazı devletler 15 asır öncesine uzanıyor. Almanya ve İtalya gibi diğerleri ise ancak 19. yüzyılda birliklerini sağlayabilmişler. İster eski ister yeni olsunlar, ulus devletler daima özgürlüklerine ve özgün kimliklerine düşkündür. EEC’nin (Avrupa Ekonomik Topluluğu) varlığı Avrupa’ya bazı kozmopolit yararlar sağlamıştır, fakat bunlar siyasi olmaktan çok toplumsal ve ekonomiktir. Roma imparatorluğuyla gerçekten kıyaslanabilir bir şeyin tekrar ortaya çıkmasıyla ilgili olarak kısaca şunu söyleyebilirim; Avrupa’da çok fazla sayıda bağımsız devlet bulunuyor.

    Roma kozmopolitizmi bugün için insanlığa bir örneklik sunabilir mi? Yoksa bambaşka bir zaman ve mekânda yaşanan bu kozmopolitizmin bugün için örnek alınabilir bir yönü kalmadı mı?

    Roma imparatorluğu, insanlık tarihinin şimdiye dek gördüğü kültürlerarası özelliklere ve hukuken iyi bir yönetime sahip en başarılı ve en uzun soluklu devletidir. Günümüz için en cazip yönü ise, sanırım, ulus devletlerin aksine farklı eyaletlerinin kapsayıcı olmasıdır. Judea ve İngiltere gibi eyaletlerde zaman zaman yerli isyanlar olagelmiştir, ancak Pax Romana (Roma Barışı) bütün Avrupa ve Ortadoğu’da, kendinden sonraki hiçbir siyasi düzenin yakalayamadığı ölçüde büyük bir barış sağlamıştır. Roma kozmopolitizmi modern tarihin zehri olan milliyetçiliğe direnmiştir. Ancak yine de unutmamalıyız ki, imparatorluğu denetim altında tutan şey geniş bir askerî mekanizma ve emperyal otokrasi idi, demokratik kurumlar değil.

    Sizin de yaşıyor olduğunuz Amerika ne ölçüde kozmopolit bir “imparatorluk”? Roma ve tarihin gördüğü diğer kozmopolit imparatorluklarla kıyaslanınca Amerikan kozmopolitizminin geçmişten ayrılan ve onunla benzeşen yönleri neler?

    Bu, derinlemesine cevap vermeye teşebbüs edemeyeceğim kadar geniş bir soru. ABD 50 eyaletten oluşan bir federasyon, Washington DC’deki federal hükûmetin üstünde her birinin kendi idaresi var. Bu, mevcut durumu daha merkezî bir sisteme sahip olan Roma imparatorluğundan farklılaştırıyor. Ancak ABD’nin iki anlamda kozmopolit olduğunu söyleyebilirim. Birincisi; renk, ırk ve din yasal olarak Amerikan vatandaşlarını kısıtlamıyor. İkincisi; Amerikan vatandaşları kendilerini anayasal haklarla bağlanmış tek bir toplum olarak görüyor.

    Her halukârda Amerika’nın kozmopolit bir toplumun faydalarının çok daha farkında olduğu ve halkını bütün dünyadan kendisine çektiği insanlarla zenginleştirmeye çalıştığı söylenebilir sanırım. Bunun bir sonucu olarak da, felsefe de dâhil olmak üzere bütün akademik disiplinlerde en iyi üniversite ve kurumlara sahip. Ne dersiniz?

    ABD’de halk kozmopolitizm’den sizin bahsettiğiniz şekilde bahsetmiyor. Onların kendi toplumlarında en çok değer verdikleri şeyler din ve hayat tarzı özgürlüğü, yerel ve ulusal düzeyde demokratik yönetim ve “Amerikan rüyası”nı yaşama imkânı tanıyan ekonomik fırsatlar. ABD halkı tarihsel kökleri itibariyle göçmen bir toplum. Bu toplum sayısız ülkeden göçmen kabul etmesiyle de çok büyük oranda zenginleşmiştir, fakat bugün çoğunlukla ekonomik baskılardan ötürü, kozmopolitizmin faydalarından ziyade, Çin gibi diğer süper güçlerin önüne geçmek gibi bir kaygı ağır basmaktadır.

    Felsefeye gelince, Amerikan üniversiteleri, sizin de söylediğiniz gibi bugün diğer akademik alanlarda olduğu gibi mutlak surette başı çekmektedir. Fakat bu durumu Amerikalıların kozmopolitizme olan ilgisine atfetmek doğru olmaz. Amerikan üniversitelerinin üstünlüğü, en başta mali gücü ve araştırma imkânları dolayısıyladır. Bu durum, onların dünya üzerindeki en iyi akademisyenler için etkin bir rekabet ortamı sağlamasına yol açıyor ve bu da neticede Amerikan üniversitelerini yabancı öğrenciler için çok cazip birer kariyer yolu hâline getiriyor.