Muhkem bir Hayal ve Huzur Romanında bir İmge Olarak Şehir

Melek Paşalı

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • “Şehir” simgesi klasik edebiyattan aşina olduğumuz ama daha ziyade tasavvuf edebiyatındaki örnekleriyle kültürel hafızaya kazınmış, tasavvur etme işlevine kendiliğinden denebilecek bir olağanlıkla yerleşmiş, “muhkem bir hayal” gibidir. Hacı Bayram-ı Veli’nin “nagehan ol şara vardım/ol şarı yapılır gördüm/ben dahi bile yapıldım/taş u toprak arasında” ile Ümmi Sinan’ın “seyrimde bir şehre vardım/gördüm sarayı güldür gül/sultanının tâcı tahtı/bağı duvarı güldür gül” dörtlükleri ile başlayan şiirleri “bu muhkem hayal”e hayat veren, şehir ile insan ve şehir ile varlık arasındaki özdeşlikleri hem örten hem de ifşa eden en önemli metinlerdendir.

    İnsan ile şehrin birbirlerinin yerine geçtiği bu istiarede şehir, zaman ile mekânın sınırları içinde ortaya çıkan muhkem bir yapı olarak görünür. Coğrafyanın ve tarihin izleriyle örülür, insanın elinden çıkan ve ona en çok benzeyen “şey” olur. İnsan, şehrin “ham maddesi” tabiatı Tanrı’dan devr alır ve ona şekil verir. Tıpkı Tanrı’dan devr aldığı “kendi”ne şekil verdiği gibi. Nihayetinde şehir, insanın kendini seyr ettiği aynası olur. Cilasını bizzat kendisinin teşkil ettiği, içinde kendini gizlediği aynası. Bu gizleyiş zamanla bir unutuşa doğru evrilir ve insan kendini yeniden keşfetme sürecine girip de bir yola meylettiğinde menzili yine o şehre varır. Fakat bir zamanlar kendi elinden çıkan bu şehrin sokaklarında çoğunlukla kaybolur. Başa dönmek ve her şeyi ilk günkü gibi hatırlayabilmek için ihtiyaç duyduğu şey bu defa ne onda ne de şehirdedir. Hem onun hem de eseri olan şehrin sırrını aralayacak olan güç “aşk”ın uhdesine verilmiştir ve aşkın ipi de Tanrı’nın elindedir.

    Bu varlık kurgusu hemen bütün klasik edebiyatın tasavvur dünyasını çizmeye kafidir. Peki ya modern dönem? Edebiyatımızın klasikten moderne dönüştüğü dönemde bu tasavvuru kısmen veya tamamen temsil eden metinler mevcut mudur?

    Modern edebiyatın “şehir” denince akla ilk gelen metni kuşkusuz Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanıdır. İstanbul’u (şehri) romanda “simge” olmaktan “imge” olmaya yükselten tercihiyle dikkate şayan ve üzerinde düşünülmeye değer biricik metindir. Zira romanın ana kahramanı Mümtaz’ın aşık olduğu kadını keşfedişi ile varlık-tarih-kimlik algısını idrak ve inşa edişi aynı surette gerçekleşir; şehrin aynasında kendini keşfederek. Bu keşfi mümkün kılan itici gücün adı aşktır ve onun da ipi Tanpınar’ın diliyle söylersek “talih”in elindedir. Yani Tanrı’nın. Bu özellikleri itibariyle metin klasik “şehir” imgesiyle ve bu imgeyi oluşturan varlık tasavvuruyla büyük oranda benzerlikler gösterir.

    Sokakları, semtleri, tarihi ve insanıyla bir bütün hâlinde insanı ve onda mevcut gizli ve açık imkânları temsil eden “şehir” Huzur romanında da aynı işleviyle karşımıza çıkar. Bu şehrin adı İstanbul’dur ve kendi tarihinin en makus dönemini yaşamaktadır. Ardında bırakmakta olduğu eski ile önünde duran yeni arasında kim olduğunu bilemeden durmakta, kendinde meskun insanları da aynı kaderi paylaşmaktadır. Sanki birisi “kim” olduğunu bulursa diğerine de yol gösterecektir. Bu bilişe rehberlik edecek, onu bilme isteğinden eylemine geçirecek olansa klasik anlatıda çoğunlukla olduğu gibi bir kadındır. Nuran, Mümtaz’ı bu yolculuğa çıkarmak için şehrin bir köşesinden bir gün birdenbire ortaya çıkan fakat aslında bir yerlerden daha önce adı duyulmuş, kısmen aşina olunmuş biridir ve bir gün geldiği gibi kaybolacaktır.

    Sadece bir yaz boyu süren bu “dünyanın en sıradan aşk hikâyesi”nde Nuran ile Mümtaz İstanbul’u semt semt, sokak sokak gezerek kendi hikâyelerini ararlar. Şehrin onlara yansıyan yüzlerinde tarihleri, zevkleri, aşkları, inançları ve korkularını birlikte seyreder, bütün bu dağınık fakat birlikte duran cüzlere birikte anlam vermeyi denerler. Aşk ile vuslat, talih ile irade, mazi ile şimdi, tarih ile kimlik, bilim ile sanat, doğu ile batı, savaş ile barış, kadın ile erkek, iyilik ile kötülük, hayat ile ölüm gibi ikilikler roman boyunca cevap aradıkları konulardır. Bütün bunları aşkın birleştirici kimyasında meczetmeyi denerler.

    Çünkü aşk sayesinde ilk defa yaşadıkları şehrin dağınık cüzlerini ve kendilerini birlikte görmeye başlamışlardır.

    Mümtaz için bu meczediş ilahî bir zevk ve istiğrak düzeyinde yaşanır. Hayalindeki kadını “realitenin içinde bulma”nın ve onunla bedenî ve ruhani birleşmenin sarhoş edici güzelliği içinde varoluşunun yükseldiğini, mirâcına erdiğini duyumsar. Nuran şehrin seyredilen ve sevilen yüzüdür. Seyredilmenin hazzı içinde kendini cömertçe açar. Bütün sadeliği, güzelliği, şefkati ve zerafetiyle şehre Mümtaz’ın daha önce hiç tecrübe etmediği bir çehre bağışlar. Bu çehrenin ışığında Mümtaz İstanbul’u, tarihi, kültürü, sanatı, musikisi ile didikler; görünen ve gizlenen kahramanları, yaşayan ve ölen insanları, sultanları, velileri, sanatçıları ve halkı ile şerh etmeye çalışır. Bütün bu gayreti içinde daima mesut, mutlu ve mütehayyirdir.

    Şehrin dört köşesini tutan dört kahraman üzerine kurulu romanda diğer iki köşeyi, Suat ile İhsan doldurmaktadır. Mümtaz ile Nuran’ın aşık ve maşuk rolünü oynadığı bu oyunda Suat “kötülüğü” İhsan ise “aklı” temsil eder. Aşkın zuhur ettiği yerde kötülüğün de ardı sıra gelişi klasik metinlerdeki yapıyı hatırlatır. Aşıkları ayırmak, aşkı yok etmenin en olağan yöntemidir ve bu rol Suat’a verilir. Suat’ın roman boyunca çizilmeye çalışılan kişiliği ve eylemleri kötülüğün gücü konusunda okuyucuyu ikna edecek düzeye erişemez. Bu yüzden romanın gerçek değil âdeta “gölge” karakteri olarak kalır. Bu acziyet oynadığı rolu, “kötülüğü” de aciz bırakır; modern romanın iyi ile kötüyü eşitleyen reel dünyasından ziyade klasik anlatının kötülüğü “gölge” olarak tasavvur eden, iyiye varlık, kötüye onun gölgesi statüsünü veren geleneksel düşünce dünyasına yakın durur.

    Suat’ın karşısında kurgulanan İhsan karakterinin roman boyuncaki tezahürü de bu görüşü pekiştirecek şekildedir. Aşkla yolunu bulmaya çalışan Mümtaz’a başı her sıkıştığında yol gösteren “rehber” kişidir. Ona şehri çözülmesi gereken bir imgeler yumağı olarak gösteren, bunun ilk örneklerini bizzat tecrübe ettiren de odur. İhsan’ın bakış açısıyla cüzlerine ayrıştırılan şehir, bir “medeniyet anıtı” olarak gezilir âdeta. Bu anıttan geriye kalan her detayın ilk anlamına erişmek için bir hafıza tazeleme/hatırlama ve yeniden yorumlama çabasına girişilir. Aslında bu nokta tam da şehir sembolunun (simgesinin) imgeye dönüştüğü nokta olarak görülebilir. Zira klasik anlatıda varlığı işaret etmekle iktifa eden “şehir” sembolu bu kez modern anlatıda anlam genişlemesine uğrayarak “imge”leşir. İnsanın hakikat arayışında nefs/kendi/varlık karşılığında bir üst anlam değeri taşıyan bu sembol edebiyatımızda ilk defa bu konumundan “aşağıya” meylederek bir reel mekân/şehir, daha kavramsal anlamıyla “medeniyet” anlamını da içine almış olur. Bu defa aranan yalnızca bireyin hakikati değil, onun tarihi kimliği, aidiyeti, medeniyetidir de aynı zamanda. Böylelikle “şehir” klasik anlatıdaki basit/sabit/metafizik anlamının yanında modern anlamdaki karmaşık/değişken/dünyevi anlamına da kavuşmuş olur.

    Tanpınar’ın romanda Mümtaz’a söylettiği, “Ben çöküşün esteti değilim, belki bu çöküşte yaşayan şeyler arıyorum.” cümlesi bütün romanı özetlemeye kafidir. Mümtaz roman boyunca şehrin köşe bucağını gezerek “yaşayan şeyler” arar; binalar, insanlar, şarkılar, hatıralar… Zira Mümtaz’ın dediği gibi, İstanbul’u tanımadıkça kendilerini bulamayacaklardır.

    Bu arayışta bazen bir mimari eserin, bazen bir şarkının, bazen bir ölünün, bazen de yalnızca Boğaz’ın izinden giderler. Mahur Beste, sesini takip ettikleri, onlara ait oldukları ruh iklimini hatırlatan şarkıdır, sembolik bir sestir. Bu sesin yardımıyla eskiye ve onun bugüne miras kalan ruhuna bağlanırlar. Fakat bu körükörüne bir eski bağlılığı değildir hatta yalnızca ona da bağlı değillerdir. “Debussy’yi Wagner’i sevmek ve Mahur Beste’yi yaşamak; bu bizim talihimizdi.” der Mümtaz romanın bir yerinde. Muskiyi eski ve yeni şeklindeki bu idrak ve zevk ediş, bir Mevlevi ayininde Emin Dede’nin neyini dinlerken kendi içinde bir senteze erişir, belki de hiçleşir; “Hâlbuki neyin sesi ve üslubu eski ve yeni diye bir şey tanımıyor, zamansız zamanın yani cevher hâlinde insanın ve kaderin peşinde koşuyordu. Bununla da kalmıyordu. Çünkü zaman zaman neye ve insan sadasına çok derinlerden, adeta toprağın derinliğinden gelen kudumün sesi, o unutma ve unutulma dolu uyanış -bin uykunun küllerini silkerek, yahut beş on medeniyetin arasından- kendini buluş karışıyordu.”

    Başka bir yerde ise Emin Dede’yi zıttıyla düşünmeyi dener;

    “Bir Beethoven, bir Wagner, bir Debussy, bir Listz, bir Borodine bu gördüğü ebediyet yıldızından ne kadar ayrı insanlardı. Onların çılgın hiddet ve kinleri, bütün hayatı kendisi için hazırlanmış zanneden iştahları ve bunları tek başına yüklenebilmek için imkânsız bir Atlas hayretiyle gerilmiş gururları, hiç olmazsa şahsiyetlerini değişik planda gözönüne koyan bir yığın nazariyeleri, garabetleri, yumuşaklığı bile etrafındaki her şeye bir aslan pençesi gibi geçen mizaçları vardı. Hâlbuki bu şöhretsiz dervişin hayatı üst üste kendi şahsını inkârdan ibaretti.” Mümtaz bu halkayı geriye doğru ilerleterek bu medeniyetin bütün önemli sanatçılarını aynı hamurdan çıkarır, aynı kaynağa bağlar; “sanatlarını bir benliğin behemehal ikrar vasıtası olarak değil, büyük bütünde kaybolmanın tek yolu tanımışlardı”.

    Mümtaz’ın bu anlamda peşinde olduğu sanatçı ise Şeyh Galip’tir. “Onu kendi dönemi içinde en az birkaç ruh haletiyle, ömrünün birkaç safhası içinde” gösterebileceği bir roman yazmayı planlar. Amacını ise şöyle açıklar; “Bizi izah etsin, bizi ve etrafımızı…”

    Mümtaz ona tarihini, aidiyetini, “kim”liğini hatırlatan bu insanları anlamak ve anlatmak derdindeyken ve hatta tıpkı ataları gibi “kendisini ve bütün âlemi tek bir varlık hâlinde görebilmenin sırrına” tam yaklaşmışken şehrin gölge varlığı Suat oyunu bozar, Nuran oyunu terk eder, İhsan hayata veda eder ve Mümtaz şehrin ortasında tek başına kalakalır. Şehrin yaşayan parçalarından yeni bir terkip yapma işi ona kalmıştır. Fakat o geleneksel insanın basit/sabit/metafizik dünyasından ziyade, modern insanın karmaşık/değişken/dünyevi hayatına daha yakındır.

    Aşkın yardımıyla bir bütün hâlinde gördüğü şehri/hayatı şimdi yeniden tek başına aynı bütünlüğe erdirmek, buna inanmak, bu inancı sürdürebilmek ve hatta ondan bir “eser yaratmak” ödevi Mümtaz’a kalır kalmasına lakin o daha ilk adımda “eşiğe” yığılacak kadar zayıf bir adamdır, kendi tabiriyle “zayıf yaratılmış bir adam”. Ve bu imge şehrin/bu mu