Modern Öncesinden Postmoderne değişen Şehirde Geleneği Yeniden İnşa Etmek

Celaleddin Çelik

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Bir hayat tarzı ve yerleşme biçimi olarak şehir, kültür ve medeniyetin vücut bulma eksenidir. İnsanın varoluşsal ve kültürel tekamülü ancak bireyi aşan bir durum olarak toplulukla ve şehir hayatıyla tamamlanır. Sosyal, kültürel ve ekonomik özgüllüklerin inşa ettiği kimlikle birlikte değişmenin de yaşandığı yerdir şehir. Şehir hayatı bu bakımdan gündelik hayatın her gün yeniden belli kurumlar ve yapılara göre yapılandığı bir süreçtir. Ama elbette bu süreç ve hayatın akışı her şehri var kılan bir kimlik, gelenek ve kültür üzerinde gerçekleşir.

    Her şehir kendi sosyal dünyasında zamanın ruhuyla birlikte tarihsel kültürünün ve ait olduğu medeniyetin sembolik göstergelerini taşır. Bir geleneğin tarihselliğinde kimlik bulan şehirler, sosyal ve kültürel değişkenlik içinde günlük hayatı sürdürürler. Geleneğin kendi içinde yaşadığı değişimin aksine, bugün bütün gelenekleri tasfiyeye yol açan küreselleşme, şehirleri ve hayatı derin bir köksüzlük kuşatması altında tutmaktadır. Kültürel farklılıklar, tarihsel zenginlikler küresel tüketim kültürünün benzeştirdiği şehirlerle birlikte erime tehdidi altındadır.

    Hayatı ve kimliği dönüştürerek farklı gelenekleri ve kültürleri bir potada eriten küresel tüketim ve postmodern dalga karşısında yeni muhalefet ve güvenlik arayışı özel bir anlam taşır. Esasen modernitenin dinamikleri ile ona zemin sağladığı düşünülen şehir arasında kritik bir ilişki vardır. Modern hayat tarzı temellerini şehir yapısının karakteristiklerinde inşa ederken, özgül şehir algısını da buna göre tasarımlar. Modern şehir tasavvuru, geleneksel aidiyetler ve cemaatler yerine sekülerleşme, bireyselleşme ve medeni kayıtsızlık denilen tutumların mümkün alanıdır. Şehir bu anlamda modern bireyciliğin her türlü aidiyetten uzaklaşmış kişisel yaşamın zemin bulabildiği anonim ilişkilerin hüküm sürdüğü kültürel ortamı ifade eder. Sekülerleşme ise şehir hayatına özgü sosyal, kültürel ve siyasal kurumlardan dinin geri plana çekilmesi ve etkisizleşmesi, genel kuşatıcı bir üst sistemden diğer alt sistemler düzeyine inmesidir. Ancak bugün dinin tamamen hayattan çekileceğine ilişkin sekülerleşme kehaneti tutmamış görünmekte, din postmodern dönemde de yeni anlam, rol ve işlevlerle varlığını sürdürmektedir. Geleneğe anlam ve form kazandıran dinî sistem, şehir hayatının geçmişten geleceğe uzanan istikrar ve devamlılığının temel kaynağını temsil eder.
    Öte yandan şehir hayatının kurumsal, sınai, ticari ve bürokratik ritmi ile değişkenlik modu bir bütün olarak geleneği rahatsız eder ve değişmeye zorlar. Yabancılarla karşılaşma, etkileşme ve kültürel alışveriş ortamı sağlayan şehir, sakinleri için ötekiyle bir arada yaşamanın yollarını öğretirken aynı zamanda gelenek ve değerlerin önemini de fark ettirir. Değişimin ve yabancı olanın bir tehdit ve risk algısıyla karşılandığı, kültürler arasında bir baskı ve egemenlik ilişkisinin ortaya çıktığı şehirlerde çözülmenin bir başka yüzünü görmek mümkündür. Bir başka deyişle şehirde ümranın istikrarlı bir şekilde sürmesi, farklılıklarla bir arada yaşayabilme, tahammül, hoşgörü ve işbirliği gibi normların içselleştirilmesine bağlıdır. Ancak bu farklılıkları şehrin kültürel bütünlüğünü koruyacak bir üst değerler sistemi olmadan sürdürmek mümkün değildir. Müslüman toplumlarda bu birlikteliği sağlayan güç tarihsel bir arka plana sahipse de, bu değerlerin günlük hayatta geleneğe nüfuz ettiği söylenebilir.

    Günlük hayat eğer geleneksel ve tarihsel mirasın aşındığı ve geride bırakıldığı bir süreç olarak algılanır ve yaşanırsa, neticede bir kimlik, aidiyet ve süreklilik problemiyle karşılaşmak kaçınılmazdır. Mekânı daimi kılacak ilişkilerden günlük tüketime, eğlenceye ve aylaklığa yönelik ilişkileri öne çıkaran postmodern şehir böyle bir riski içermektedir. Mimarisinden sanatına, insani ilişkilerinden sosyal dokusuna kadar tarihsel kimliklerinden boşalmış şehirlerin sadece tüketim için bir araya gelinen mekânsal birliktelikten öteye bir anlam üretmeyeceği açıktır.
    Gelenek değişime tamamen kapalı olmayıp, esasen kendi içinde temel unsurlarını koruyarak yeniden inşalara imkân veren geleneklerin dinamik bir karakter taşıdığı söylenebilir. Nitekim bu anlamda ilişkilerin ve değerlerin istikrarlı gelişimine engel oluşturan bazı geleneklerin, insanlar ve kuşaklar arasında ihtilaflar ve çatışmalara yol açması kaçınılmazdır. Üstelik gelenek içinde taşınan şey hakikatın bir yansımasından ziyade, yersiz ve asılsız anlayışlar, başka kültürlerden aktarılmış inançlar, yeni gelişmelerle geçersizleşmiş âdet ve kabuller de olabilir. Gelenekle ilgili bu arkaik problemlerle birlikte modern dünya ve şehir hayatını kuşatan “modern hurafeler”de göz ardı edilmemelidir. Öyle ki geleneksel toplumda insanların manevi dertlerine şifa olan unsurların yerine modern toplumda parapsikolojik yönelimler, spritüel inançlar ve terapiler gibi tüketim kültürü endeksli yeni inançlar ve kült eğilimleri ortaya çıkabilir. Uzak doğu inanç ve felsefeleri ile modern beden tekniklerini birleştiren kimi yeni sentetik unsurlar özel mekânlarda bağlılık ayinleri ile insanları gelenek, kimlik, inanç ve hayat tarzları bakımından kaotik savrulmalara sürükleyebilir.

    Dindar insanın inanç ve gelenekleri ile modern şehrin kurumsal, bürokratik, ekonomik gerekleri ve kültürel yapısı arasında gerilimli bir etkileşim yaşandığı bilinmektedir. Gelenekleri çoğu zaman folklorik düzeye çeken bu gerilim, bir kimliğin ve geleneğin istikrarlı bir şekilde sürdürülmesi için ciddi riskler içerir. O hâlde folklorik ya da arkaik bir öğeye dönüşmeden ama modern hayatın gerekleriyle de çatışmadan geleneği sürdürmek nasıl mümkün olacaktır? Geleneğin hiçbir değişim, restore ve reforma uğramadan aynen devam etmesinin imkân dahilinde olmadığını biliyoruz. Geleneğe tamamen sırtını dönerek yeni bir gelenek ya da modernlik inşa etmek ise yabancılaşma ve yozlaşmadan başka bir şeye yol açmamaktadır. Burada belki de tek çıkış yolu değişimlerin farkında ama geleneklerin de bu yeni durumlarla anlamlı bir yeniden inşa ilişkisi içinde yenilenmesi, yorumlanması ve üretilmesidir. Ancak esas sorun da bundan sonra başlamaktadır; geleneği yeni formlarla kaynaştırarak sürdürmek, anlamını ve işlevlerini kaybetmeden kimliği korumak nasıl mümkün olacaktır? Bu çetrefilli sorunun cevabı geleneği nasıl ve hangi önemde gördüğümüze bağlı olarak değişmektedir. Bütün tanımlarında gelenek her şeyden önce kimliği tamamlayan ya da kimliğin kendisini ifade etmek istediğinde zorunlu olarak başvurduğu bir referans çerçevesidir. Ancak bu salt kimlikle sınırlı kalmayan zamansal bir boyutu da, yani tarihsel kültürel anlamda geçmişle, gündelik sosyal hayat bağlamında da bugüne ait bir kronolojik canlılığı içerir. Bu bakımdan geleneğin kolektif kimliğe kattığı şey mekânda ve zamanda kopuşa engel olmak, köksüzlük ve devamsızlık duygusundan korumaktır.

    Sosyo-psikolojik düzeyde geleneğin önemi ise, toplumsal ilişkilerde neyi nasıl yapacağımız konusunda bize düşünsel ve eylemsel bir harita sunmasında yatar. Bu bakımdan hem hayatın sarsıcı geçiş ve evreleriyle hem de diğer insanlarla sağlıklı, istikrarlı ve tereddütsüz ilişkiler kurmamıza yardımcı olur. Geleneğin şehir hayatında yeni bir kriz durumu olan, yersizlik-yurtsuzluk durumuna karşı koruyucu sembolik değeri temeldir. Ancak bütün bu değer ve önemiyle birlikte geleneklerin şehir hayatında sürdürülmesini zorlaştıran etkenler de çoğalmıştır; nitekim insan ilişkileri genellikle araçsallaşma güdüsü veren gayri şahsilikle maluldür. Bununla birlikte akrabalık, komşuluk gibi sıcak samimi ilişkiler ve yapıların kentte tamamen zayıflayacağı görüşü de akim kalmıştır. Yine de yerel olanın giderek öneminin arttığı postmodern kent pratiğinde ise, insanlar komşularından ve yakınlarından uzakta daha ev merkezli bir hayata koşmaktadırlar.

    Modernlik ile gelenek arasında kurulan çatışma ilişkisi, temelde modernliğin ancak geleneğin zincirlerinden kurtulmakla mümkün olacağına ilişkin algıya dayanır. Bu sorun son derece kritik ve hayatidir, zira aslında toplumsal dünyanın kolektif kimliğini ve biyografisini ifade eden gelenekler, şehir hayatında tüketim kültürünün tanımladığı ve işlevlerine uygun gördüğü nispette sınırlı bir alana sıkıştırılmış folklorik ögeler olarak varolmaktadır.

    Modernleşme serüvenimizde şehir, adeta tarih ve geleneğin önemsizleştirildiği bir mekân tasavvuruyla biçimlendi. Pozitivist modernitenin Batılı krizinde zuhur eden ya da onun devamı sayılan postmodernizmin düşünce, edebiyat, kültür, sanat ve mimari bağlamında şehir hayatına ilişkin yansımaları oldu. Batılı postmodern dönüşümün kendine özgün arka planı bir tarafa bırakılırsa, şehirlerimizde benzeri bir gelişmeyi tarih ve geleneğe giderek artan ilgide görebiliriz. Toplumsal özgüllüğü içinde postmodern şehir, artık farklı geleneklerin ya da toplumsal kesimlerin, şehrin bir safrası ya da şehir hayatından sökülüp atılması gereken bir hastalık gibi görülmediği durumları kapsıyorsa, bu kısmen artık yaşamakta olduğumuz kültürel iklimle ilgili bir gerçekliktir diyebiliriz.

    Postmodern ruhla ilişkili kılınacak şehre özgü bir bireyselleşme ve çoğullaşma durumundan da söz edilebilir. Bireyin geleneksel tüm aidiyetlerinden özgürleşmesi modern şehre özgü bir algı ve ütopyaydı. Bu durumun yerelin ve cemaatlerin öneminin arttığı postmodernlikte de sürdüğü anlaşılmaktadır. Nitekim mütedeyyin insanların kamusal alanda artan yeni temsil ve görünürlüklerinde bunun yansımaları vardır. Ancak bu durum geleneklerin ve değerlerin kent ortamında etkili bir şekilde varlığını sürdürdüğü anlamına gelmez. Aksine postmodernizm küresel tüketimin hazcı kültürü ve bireyci popülerliği içinde gelirken, geleneği de özel anlam ve işlevlerinden ayırarak karşımıza çıkartıyor. Günümüz şehir hayatında mütedeyyin insanların, İslami tarz ve sembolleri tüketim kültürüne uygun bir şekilde yorumlayarak içselleştirmelerini geleneğin yeniden inşası bağlamında kabul etmek zordur. Bu sorundan çıkış biraz da, geleneklerin ve değerlerin yozlaştırıcı, iddiasız ve folklorik bir ögeye dönüşmeden yeniden inşası üzerinde odaklanmayı gerektiriyor.

    Modernliğin gelenekle iç içe geçtiği, ancak ortaya çıkanın her ikisiyle de ilgisinin zor kurulduğu şehirlerimizde hangi âdetlerimizi/geleneklerimizi, ne kadar sürdürebiliriz? Hayatın tabii evreleri ile kolektif hayatın tarihsel arka planı bir çatışmazlık içinde nasıl bağdaştırılmalıdır? Gelenek, modernlik ve postmodernliği farklı düzeylerde olmakla birlikte aynı zaman diliminde yaşamanın tecrübesi bizi diğer kültürlerden ayırt etmektedir. Türkiye’de İslam’ın kentleşme sürecinde gösterdiği performans ve süreklilik karakteri kırsal ile kentsel arasında bir geçiş durumu özelliği gösterse de, geleneğin bu çatışmalı süreçte kendini uygun ifade biçimlerinde ifade etmesi kayda değerdir. Değişen toplum yapısıyla birlikte İslam’ın gelenekle sentetik özgün şehirli görünümleri, süreç içerisinde bir kimliğin kendini koruma ve sürdürme mücadelesi olarak okunabilir.

    Şehirlerde geleneğin yeniden inşası, sosyal/sivil/kültürel İslami faaliyet ve arayışların modernlikle karşılaşmasında zuhur eden gerilimlerden doğacaktır. Bu anlamda toplumda sosyal kaynaşma, yardımlaşma ve dayanışmanın İslami temellerini oluşturan vakıflar, dernekler ve sivil toplum kuruluşları bütün sosyal hizmet kurumlarını geleneksel muhtevasıyla birleştirerek yeniden inşa yolunda yoruma tabi tutulabilir. Ancak kuşkusuz gelenek yalnızca sosyal yardımlaşma ve dayanışma gibi boyutlarda sınırlı işlevler taşımaz.
    Hayatın hız ve değişim eksenli yürüdüğü şehir hayatında “gelenek” kolektif hafıza, kimlik ve aidiyeti bireyin zihnine ve gündelik hayatının merkezine yerleştiren simgelerin kaynağıdır. Küreselleşme gerçeği medya üzerinden bütün özgün gelenekleri ve kültürleri yaşanabilir ve sürdürülebilirliğinden uzaklaştırmakta, bizi giderek tek tip bir kültürün parçası hâline getirmeye zorlamaktadır. Bu durumda bizi sembolik bütünleştirici anlamlar ve ritüellerle bir tarihselliğe ve toplumsallığa katan gelenekleri korumak ve sürdürmek özel bir önem taşımaktadır. Hayatın önemli geçiş evrelerini içeren kritik süreçlerde gelenek bir atıf çerçevesi olarak her zaman zihnimizde yer almalıdır. Bu bakımdan belki de atılması gereken en önemli adım, geleneklerin sadece kültürel ihtiyaçlara yönelik bir inşa için değil, bütün inşaların temelinde yer alacak bir dünya görüşüne kaynaklık etmesine zemin hazırlamaktır. Geleneğin sunduğu insan, hayat ve tabiata ilişkin ontolojik ve epistemolojik çerçeve, şehirde hayatın ikamesine dönük bütüncül bir bakış açısını zorunlu kılmaktadır. Şehir hayatında gelenekleri istikrar ve devamlılık çizgisinde sürdürmek, gelenekleri salt bir kültür ya da yaşama ilişkin geçici bir evre olarak görmenin ötesine geçmeye bağlıdır. O zaman işte gelenek postmodern şehrin insanları eve kapatan, aidiyetlerden koparan, imajlara savuran ve kimsesizleştiren iklimine karşı diriltici bir ruh olur.

    Küresel şehirde sosyal ve kültürel hayatın dinamikleri kitlesel tüketime göre dizayn edildiği için, bireylerin insani özelliklerinin üstünde tüketim bağımlıları ve müşteriler hâline gelmesi hedeflenir. Değerlerin aşınarak aidiyet ve mazi duygusunun yitirildiği değişim sürecinde, ailenin değerleri ikamesine ve gelenek koruyucu işlevine daha fazla ihtiyaç vardır. İlkesel olarak mekânda ve zamanda varlığını sürdüren geleneği şimdiki zamana ve mevcut mekâna taşımanın yolu her şeyden önce değerleri somutlaştıracak özgüvenli bir kimlik inşasıyla mümkündür.

    Ailenin değerleri ve geleneği sorumluluk ve inançla yeni kuşaklara aktarabilmesi ise ilkesel olarak mekânsal çevresini tüketime teslim etmeden insani çevresini rol model olabilecek kişilerle desteklemesine bağlıdır. Cevabını aramak zorunda olduğumuz soru şudur; günümüzde evin apartman hayatıyla somutlaştığı kentsel mekân geleneksel hanenin özelliklerini ne kadar yansıtabilir ya da yaşatabilir? Şehir hayatında kimliğin ve geleneğin ikamesini ve devamlılığını sağlayacak mekânsal yapılar hangi özelliklere ve işlevlere sahip olmalıdır?

    Toplumsal hayatımızda değerlerin ve geleneklerin naklinde meydana gelen kırılma ve kesintiler nedeniyle kimliğin ikame ve idame ettirilememesi, kültürel ve ahlaki yozlaşmanın esas sebebidir. Geleneklerin folklorikleşmesi, geçersizleşmesi ve yenilenmemesi nedeniyle, yetişen yeni kuşaklar toplumsal, insani çevrelerine ve kültürel mirasa karşı ahlaki umursamazlık içine düşebilirler. Ailenin sorumlulukları, vicdani ve ahlaki eğitimi sağlayan gelenek taşıyıcı fonksiyonu ise bireylerini postmodern tekillikler ve çoğullukların arasında kaybettirmeyecek bilinçli ve gelenekli ebeveynlerle sürdürülebilir.

    Postmodernlik kişilerin şehirleriyle olan bağlarını anlamsız kılabilme potansiyeli taşır. İslami gelenek ise yalnızca kişisel ahlaki ve kültürel değerlerin değil, insanların yaşadığı yerden ve çevresinden sorumlu diğergâm bireyler yetiştirebilmenin de kaynağındadır. Şehir hayatı bireylerin sosyal hafızaya ancak gelenekle katılabildikleri kolektif bir sorumluluk içermelidir; bu ise yine kaynağı gelenekte yer alan emr-i bi’l maruf nehy-i an’il münker gibi yaşayan herkesi sorumluluk hissetmeye ve davranmaya çağıran bilinçte gizlidir.

    Postmodernliğe evrilen şehirde ibadet mekânlarının ve caminin değişen işlevlerle yeniden tanımlanması gereği, geleneğin yeniden inşasında bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Modern şehrin mabedi hayatın dışına iten seküler karakterine karşılık, İslami geleneğin hayatın içindeki mabedi anlamlı kılacak bir geleneksel inşa önem arzetmektedir. Varlığı ve hayatı değerlerin ekseninden ayırmayan İslam geleneği, günlük hayatın içinde ibadetlerin de icra ve anlamını artıracak epistomolojik kopuşa mahal vermeyen mekânsal arayışlara açık bir gelenektir.

    Postmodern dönemin küreselleşen dünyasında dinî anlayışlar, pratikler, geleneksel kabuller ve değerler de hem zamanın ruhuna hem de toplumların ve toplulukların durumlarına göre değişmektedir. Teknolojik metaların, tüketim nesnelerinin, sentetik düşünce ve akımların hayatımıza ve zihnimize hâkim kılınmaya çalışıldığı bir dünyada değişimi belli bir paradigmadan hareketle kontrol edecek ve kendi gerçekliği içinde dönüştürecek bir entelektüel ve kurumsal dinamizme ihtiyaç bulunmaktadır. Sorun sadece dayanışma ve korunma bağlamıyla sınırlı değil, daha ziyade bütün toplumu kuşatan ahlaki kültürel geleneksel muhtevanın korunması, yeniden inşası ve istikrarlı bir şekilde sürdürülebilmesi ekseninde varlığını sürdürmektedir; ancak esasen “gelenek”te bütün bu sorunları çözme potansiyeli yanında geleceğe ilişkin iddiasını yeni bir ruh ve heyecanla yüklenecek sahiplerini beklemektedir.

    * Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi