Şehrin Önlenemez Yükselişi

Korkut Tuna

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Şehir başlangıcından itibaren kır hayatında karşılaşılan sorunlara bir çözüm olarak ortaya çıkmış ve var olmuştur. Tarihte karşılaştığımız ilk şehirlerin; önce Mezopotamya’da, sonra Nil vadisinde, kır hayatında ve tarıma bağlı üretimde karşılaşılan güçlüklere bulunan çözümler sonucunda ortaya çıktığını görüyoruz.

    Şehrin gelişmesini; kır hayatındaki açmazların ortadan kaldırılabildiği ölçüde, önce sosyolojide kullanılan şekliyle, Doğu toplumlarının var olduğu coğrafyalarda, daha sonraları ise Batı toplumlarının yer aldığı coğrafyalarda, belli koşullara bağlı olarak takip etmek mümkün gözükmektedir. O zamanki Doğu âleminin kendi güç ve imkânlarına bağlı olarak yarattığı toplum hâsılası sonucu ortaya çıkan şehirler; Batı dünyasında, bilinen dünyanın bu parçasından bir zenginlik aktarımının gerçekleşmesi ile ancak var olabilmiştir. Çünkü o dönemlerde Batı olarak adlandırılacak coğrafyada yaşayanlar; henüz kendi güç ve imkânlarına dayanarak, kendi üretimlerinden kaynaklanan bir zenginlik yaratamamışlardı.

    Şehirlerin yaygınlaşması ise yine bir dizi toplumsal faaliyetin getirdiği başarının sonucuydu. Doğu şehirlerinden sonra mevcut dünya egemenlik ilişkilerine bağlı olarak gelişen ve yaygınlaşan şehirler 1000 yılı aşkın bir süreden sonra, Yunan şehirleri olarak, Batı âleminde de görünür oldu.

    Şehir bir medeniyetin, bir yerden sonra da bir hâkimiyetin göstergesi idi. Helen ve Roma şehirleri el değiştiren bu hâkimiyetin göstergeleri oldular. Bunların büyük bir kısmı eski Doğu hâkimiyetinin topraklarındaki şehirler olarak, değişerek, kılık değiştirerek varlıklarını sürdürdüler. Söylendiği gibi “En büyük Yunan şehirleri Yunanistan’da değildiler.” Bu bakımdan ele alındığı zaman şehirler; bir anlamda, bölgemizde gerçekleşen Doğu ve Batı âlemi arasındaki çatışmanın, egemenlik mücadelesinin uzun zaman geçerli olan geçerli bir göstergesi oldular.

    Batı dünyasında görülen bu şehirlerin ve şehirli hayatın ömrü uzun olmadı. Roma İmparatorluğunun yarattığı birlik çözülünce ve Batı’nın o zamanki dünya üzerindeki egemenliği ortadan kalkınca, başka bir deyişle Doğu dünyasından zenginlik aktarımı sona erince, Avrupalı toplumlar ancak kırsal hayatta varlıklarını sürdürebilen bir düzene sahip olabildiler.

    Ortaya çıkan ve genel itibariyle feodal olarak adlandırılan düzen aynı zamanda şehirsizliğin, kır hayatının öne çıkmasının ve ayakta kalan kilise hâkimiyetinin bir ifadesiydi. Batı toplumları kendi içlerine kapanıp şehir hayatından uzaklaşmaları sonucu; başka bir deyişle, şehirlerin sönükleşmesine ve ortadan kalkmasına bağlı olarak ve bu yapılanmanın ortaya koyduğu her tür ilişkinin denetimleri dışında kalması sonucu dünya hâkimiyetini de ellerinden kaçırmışlardı.

    Bir zamanlar, özellikle Avrupa ülkelerinde şehir üzerine yapılan araştırmalar; şehirsiz bir zaman/mekân sürecinde, şehrin ve şehir hayatının öneminin farkında olarak, eski yerleşim yerlerinin kalıntılarını bulmak için adeta eşelenerek, tekrardan canlandırılacak şehir tohumları aramakla epeyi meşgul oldular. Uzun süren Batı ortaçağı boyunca kıyıda köşede kalmış yerleşim yerleri tek tek ele alındı. Orta çağ Batı toplumlarını tekrardan canlandıran süreci, kendilerinden menkul olduğu inancı ile kendi içlerinde adeta bir hayat suyu ararcasına inşa etmeye çalıştılar.

    Batı dünyasında sözü dinlenen, itibar edilen arkeologların M.Ö. 3000’li yıllardan başlattıkları şehrin varlığı1, başka bir deyişle şehirleşme sonuçta 16. yüzyılı bulan bir süreç içinde Avrupa’nın en kuzey bölgelerine ulaştı veya yok olanların bir kısmı tekrardan canlanabildi. Bu süreç içinde Doğu dünyası hep şehirli idi ve şehirleri sayesinde ileri bir medeniyetin varlığını sergilemişti.2

    Şehir araştırmalarının/çalışmalarının Batı dünyasının çerçevesini oluşturan Avrupa’da yoğunlaşmasında, meseleleri şehir aracılığı ile açıklamanın öne çıkarılmasında, belki de, daha sonraları Sanayi Devriminin sağladığı ve mevcut dünyadan kendisine aktardığı zenginlikler sayesinde sadece Batı şehirleri üzerinde duruldu, hep onlar anlatıldı, ölçü olarak alındı.

    Varlığını sürdüren Doğu şehirleri olarak İslamiyet’in canlandırdığı ilişkilerle yaygınlaşan ve yeni boyutlar kazanan “İslam Şehirleri” bu ele alış çerçevesinde fazla dikkatleri çekmedi. Batı yayılmasına karşı büyük bir egemenlik sahası oluşturan Selçuklu ve bilhassa Osmanlı şehirleri üzerinde ise neredeyse hiç durulmadı. Doğuya özgü şehirli yapıyı, bu temel özelliği inkâr edemeyenler için medeniyet ve bu çerçevede olup bitenler; Doğu’da oluşsa bile, ‘Batıya doğru akan nehir’di. Belki bu yüzden “medeniyetler ittifakı’ndan söz edilmeliydi.
    Belli aralıklarla Doğu dünyası üzerinde gerçekleşen Batı hâkimiyeti, bu hâkimiyetin yol açtığı bilimsel ele alış ve değerlendirme biçimlerinin yakın zamanlarda ortaya çıkardığı şehir anlayışlarının yaşadığımız dünyadaki diğer şehirler üzerinde yol açtığı tahribatı kimse önemsemedi. Günümüze hâkim olan Batı tarzı egemenlik kafalarımızı bir şekilde işgal etmişti. Büyük bir hızla tarih ve kültür olarak eski hâlinden koptuğumuz ve büyük nüfus artışları ile yüklediğimiz şehirlerimizi yok etme yoluna gittik. Şehirler artık içinde yer aldıkları toplumların biriktirdiği bilgi, kültür ve hayat tarzı çeşitlerinden bağımsız bir biçimde, bina yığınları olarak varlıklarını sürdürüyorlardı.

    Bir zamanlar insanın hayat şartları arasında düşünülen Medinetü’l Fâzıla unutulmuştu. Sanki “cahil şehirler” devrine girmiştik. Artık şehir; insansız, sadece binaların oluşturduğu bir varlık olmuştu. Üstelik bazılarına göre, belki modernite söylemlerine bağlı olanlar için bu varlık eski, belki de çağ dışıydı. Ortadan kaldırılması gerekiyordu. Başta kopyacı siyasilerimizle birlikte bu konuda söz sahibi olan bilim adamlarımız, önceki, mevcut şehir ve şehirler ile, ve ihtiva ettikleri hayat tarzları ile hiçbir bağlantı kurma ihtiyacı duymadan, bu işe büyük bir hızla giriştiler. Çağın gerekleri olarak kabul edebileceğimiz ve şehre damgasını vuran bazı özellikleri, şehrin eski dokusunu tahrip etmeden gerçekleştiremedik. Toplum hayatımızın, ortaklaşa yaşantımızın var ettiği konutlar ve mahalleleri hızlıca yok edildi. Artık büyük şehirlerimizde sadece apartmanlar vardı. Apartmanlar ve bu yapılar üzerinden sağlanan rant şehri tayin ediyordu artık.

    Vardığımız bu noktadan geriye dönüş mümkün müydü acaba? Eski dünyamızın şehirlerine, hiç olmazsa kentsel dokusuna, bir zamanların mahalleli hayatına bir nebze de olsa ulaşamaz mıydık? Veya mevcut şehirlerin dışında kalmış olan kır dünyasına, bir dönem üzerine güzellemeler yaptığımız, gitmesek de, görmesek de bizim olan köylerimize, en azından şikâyetçi olduğumuz şehrin dışındaki bir hayata kavuşamaz mıydık?

    Avrupa’da belli bir ölçekte kır yerleşmeleri fazla değişmeden, bozulmadan varlıklarını sürdürmelerine rağmen biz kır/köy hayatımızı neden bu kadar çabuk tükettik? Bir zamanların iddiasında yer aldığı gibi kırlar itti, şehirler çekti de onun için nüfusumuzun büyük bir kısmı artık şehirli olup şehirlerde yaşıyor anlayışı kısa zamanda geçerli oldu.

    Günümüzde bakıldığı zaman eski Doğu dünyasının varlığını sürdüren bölgelerde kırlar boşalırken şehirlerin etrafı elverişsiz koşullarda olduğu kabul edilen yerleşmelerle doluyor. Belki de bir manada şehirlerin yakın himayesinde yeni bir hayat oluşuyor. Yeni Doğu’daki bu gelişmeler Batı dünyası için kaygı verici olmuş ki, 20 yıl arayla iki Habitat toplantısı yapıldı.3

    Batı dünyası başta Avrupa olmak üzere kendi dışlarında belki de kendi denetimlerinin dışında gerçekleşen bu kentsel yığılmadan kaygı duydular, şehirler aracılığı ile diğer konularda olduğu gibi dünyaya çeki düzen vermek istemiş, kendileri açısından üstünden gelinebilir gelişmeleri desteklemiş olmalılar.

    Bütün bu göstergeler artık toplum hayatının şehirli bir hayat olduğuna, nerede ise her yerde olduğu gibi, nüfusun çok önemli bir kısmının şehirlerde yaşadığına, başta sosyoloji olmak üzere çalışma ve araştırmaların şehirle başlayıp şehirle bittiğine işaret ediyor.

    Geniş bir tarih süreci içinde ele alındığında, şehir çözümü olduğu toplumsal sorunlar yumağında, kendisi de birçok çözümsüzlüğü bünyesinde barındırarak günümüzde hükümranlığını sürdürüyor. Şehirler eskiden olduğu gibi sakin, toplum hayatının ve sorunlarının baskısının bugünkü kadar hissedilmediği bir evreye geçer mi acaba?4 Yoksa hayatımızı bu çerçevenin koşulları içinde yeniden tanzim etmek için şehirlerimize çeki düzen mi vermemiz lazım? Bu sorunun cevabı “muhakkak ki”. Ama güçlükleri nasıl aşacağız?
    Niye şehirlerimiz üstümüze üstümüze geliyor? Niçin şehrin mekânı, boyutları bir ferahlık vermiyor? Şehrimizi idrak edebilmemiz için ille de çok yükseklere veya uzaklara mı gitmemiz lazım? Niye bütün şehirlerimiz eski farklılıklarını ve ayrıcalıklarını kaybedip biribirlerine benzediler? Mimarlarımızın, şehircilerimizin bu konuda sözleri dinlenmediği kadar belki de öngörüleri olmadığından da söz etmemiz mümkün.

    Karşılaşılan güçlüklerin başında “nüfus artışı” gelmektedir kuşkusuz. Artan nüfusun ihtiyacı olan toplumsal çözümler, en net ve çabuk bir biçimde, ne yazık ki sadece şehirlerde gerçekleşebilmiştir. Çünkü her şey göz önündedir ve çözüm beklemektedir. Dolayısı ile toplum hayatının sorunlarına; en azından güncel çözümler için, önemli bir nüfus yoğunluğuna sahip şehirlerden çıkarak çözüm aranacaktır. Buradaki çözümler etkili bir biçimde ve göz önünde gerçekleşmektedir.

    Artan nüfusun bekleme tahammülü olmadığı için çözümlerin arenası olan şehirlere göç toplumsal yapıları değiştirecektir. Önemli nüfus artışına sahip olan Doğu şehirleri bu nüfus artışını yaşamayan veya kısmen yaşayarak atlatan Batı şehirlerine göre denetlenemez bir biçimde değiştiler.

    Artan nüfusun şehre yönelmesi başta “konut” sorunu olmak üzere önemli sıkıntılara yol açtı. Konut sorununu çözme yolunda hazırlıksız olan ülke ve şehir yöneticilerinin çaresizliği, şehre gelen insanların kendilerince çözüldü: Gecekondular ortaya çıktı ve şehre her bakımdan damgasını vurdular.

    Türkiye özelinde söyleyecek olursak, TOKİ sayesinde çok yakın zamanda gerçekleştirilen ve büyük boyutlarda gerçekleşen konut yapımı, yukarıda belirttiğimiz gibi, sadece bina olarak var oldular. Toplu konut siyasetimizin en çabuk tamamlanan yapılarında ne yazık ki toplumsal özellikler, çevre faktörleri yeterince gözetilmedi. Kes yapıştır usulü ile yapılan binalar su yataklarında bile aynen inşa edildi.

    Bu çerçeveyi genişletmek kolay ama şunu unutmamak gerekiyor ki artık bu sosyal çerçeve içinde yaşayacağız. Şehirlere hep birlikte önlenemez bir güç aktardık. Büyüdüler, devasa oldular. İçinde yer aldıkları toplumun nüfusunun önemli bir kısmını bünyelerinde barındırıyorlar.
    Çözüm önerileri ister istemez onlara göre düşünülüyor. Şehirden arta kalanlar bir şekilde kır hayatını da besliyor. Zaten artık var olan her şey şehirlere göre yaratılıp yaygınlaştırılıyor. Her şey şehirli ve şehre göre düşünülüyor. Şehrin ortaya çıkan devasa boyutuna elimizdeki gelişmiş telefonlarla ulaşmaya çalışıyoruz, oraya sıkışıp kaldığımızın farkında olmadan.

    Bu kısa yazıda dünya şehirlerini kuşatan farklı etnik özelliklerdeki nüfustan bahsetmedim. Onlar da; yöneldikleri şehirlerin toplumları açısından, farklı bir sorun yumağını beraberinde taşıyorlar. Belki onların bizim gibi çok çabuk büyüyen, devasalaşan şehirlere yol açma gibi bir sorunları yok ama başka sorunları kucaklarında taşıyorlar.

    Hayatımızı bu büyüyen ve devasalaşan şehirlere göre tanzim edeceğiz, varlığımızı bu koşullar altında sürdürmemiz gerekiyor. Sorunların giderek ortadan kalkacağı ama şehirlere bağlı ve bağımlı olarak yaşayacağımız bir dünya bizi bekliyor.

    Bu konuda hızlıca ve kabaca gerçekleşen kent planlarından, herhangi bir planlamadan çok toplumun dinî, tarihî ve kültürel yaşantısını göz ardı etmeden, eskiden gelen ve şehirde taçlanacak her türlü birikimimizi ihmal etmeyeceğimiz; insanı, insanın bu dünyadaki varoluşuna uygun, bu anlayışı ortaya çıkaran konut, mahalle ve küçük ölçekteki şehirlerden oluşan bir anlayışı, bu anlayışın şehirlerini canlandırmamız lazım.5
    Bu şehirlerde insanlar apartmanların önlenemeyen yükselişi ve baskısına karşı, kentin içinde kaybolmadan, bugün edindiği ve geçmişten gelen kültür ve medeniyet unsurları çerçevesinde, barışık bir dünya içinde, geleceği oluşturan bir tarzda yaşamalı.

    1 Batılı arkeologların buluşlarına göre oluşturdukları tarihî toplumsal çerçevede medeniyetimizi oluşturan şehirlere verilen başlangıç tarihinin, Şanlı Urfa’da sürdürülen “Göbekli Tepe” kazıları ile çöpe atılmak üzere olduğunu da unutmamak gerekiyor.

    2 Doğu’nun şehirli yapısı, döneminde, toplam nüfusun %10 veya 15’inin şehirlerde yaşadığı gerçeği unutulmamalıdır. Şehirlerin mevcut nüfusun büyük bir kısmını barındırıyor olması; nerede ise, günümüze özgü bir olaydır. Eski dönemlerde Doğu şehirleri Batı şehirlerine oranla daima daha büyük nüfuslar barındırmıştı.

    3 Birinci Habitat toplantısı 1976’da Vancouver’da, ikincisi ise 1996’da İstanbul’da yapılmıştır.

    4 Şehir tarihte köy yerleşim yerlerinde karşılaşılan güçlüklerin çözümü olarak ortaya çıkmasına rağmen, İnsanlık şehirde ortaya çıkan yeni güçlükleri ve açmazları aşacak başka, daha ileri bir örgütlenme biçimine ulaşamamıştır. Şehirler doğmuş ve yok olmuşlardır. Eski şehir harabeleri ve kalıntıları bu sosyal varlığın iskeletleri olarak geçmişe adeta tanıklık etmektedirler.

    5 Bu konuda mimar Turgut Cansever’in gerçekleşme imkânı bulamayan projeleri geleceğin şehirleri için bir fikir verebilir.

    *İstanbul Ticaret Üniversitesi, Sosyoloji Profesörü