Bir Hoş Sadaya Hasret

Burak Yedek

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Bir varmış, bir yokmuş… Bir müzik varmış, kökleri Pisagor’a uzanırmış. O dönemde müzik bir sanat değil, bir bilim olarak görülürmüş ve Aristoteles müziğin en açık ve sarih tanımını yapmış. Aynı müzik İslam düşünce geleneği tarafından da benimsenmiş. Kindi’den Farabi’ye, İbni Sina’dan İhvan-ı Safa’ya kadar Müslüman filozofların konusu olmuş. Daha sonraki yüzyıllarda ise Osmanlı kültürü tarafından sahiplenilen bu müziğin yüzlerce yıldızı olmuş; daha doğrusu ustası… Müzisyenleri himaye eden sultanlar ve paşalar müziği ve kültürünü yaşatmaya devam etmiş. Müziğin kültürüyle birlikte toplumsal boyutu, sanatsal ifade gücü ve daha birçok fonksiyonu oluşmuş. Belli günlerde ve mekânlarda söylenen gazellerden, tekkelerde söylenen zikirlere kadar geniş bir alanda kullanılmış. Bir dönem gelmiş, Cumhuriyet ile birlikte değişim başlamış. Siyaset, kültürü, sanatı ve dolayısıyla müziği de değiştirmiş. I. Dünya Savaşı sonrasında ise bu müzik uzun yıllar yasaklanmış. Bu değişim esnasında onu muhafaza etmeye çalışanlar çok çaba sarf etmişler; besteler ve kayıtlar yapılmış, virtüözler yetişmiş ama eski günlerdeki ihtişam yakalanamamış…

    Bugün bir kısmı bir anlamda “müzede” olan bu müzik, Türk Müziği. Bir üslup musikisi olarak bilinen bu müziği Osmanlı/Türk musikisi olarak adlandırmak da mümkün. İsim tartışmaları gibi, bu musikinin toplumsal ciheti, kimliği ve aidiyeti Cumhuriyet öncesi dönemde hiç sorgulanmamış ve tartışma konusu olmamıştır. Çünkü bu toprakların insanlarının ortak müziğidir bahsettiğimiz. Sınıfsal ve dinî ayrımı olmayan bu musiki eskiden gelişmiş ve çeşitli özellikleri haiz eserleri barındırırken aynı anda halk türkülerini de içermiştir. Belli bir ırkın, dinin, topluluğun sahiplenmediği bir musikidir bu. Ancak milliyetçiliğin veba gibi her millete bulaştığı 19.-20. yy’da musiki de bundan nasibini almıştır. Defalarca kökeni, kimliği, önemli temsilcileri tartışılmıştır. Siyasetin, kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalıştığı bir alet olmuştur. Müziğin geçirdiği bu değişim geniş bir bahistir ve üzerinde durmak istediğimiz konuyla yakından ilgilidir. Çünkü mevzubahis olan müzikteki “nostalji”, tam da “müzik inkılabından” önceki dönemi ifade etmektedir.

    Nostalji; sıla… Eve, gelinen yere geri dönme isteği. Başka bir anlamda orijinaline, kökenine inme, kaynağına geri dönme arzusu… Tarihte ilk defa Odysseus’un memleket özlemi “nostalji” olarak adlandırılmıştır. Müzikte ise nostalji birbirinden çok farklı anlamlar içermektedir: Eskiyi çağrıştıran müzik, eski müziğe özlem, eski günlere ait bir esinti… Kurumaya yüz tutmuş kaynaklarını tekrar canlandırmanın mümkün olup olmayacağını tam olarak bilemediğimiz bu musiki Osmanlı döneminde merkezî bir role sahip iken, Cumhuriyet ile birlikte popülerliğini kaybetmiştir. Kaynağı canlandırmaya çalışan ustalar bireysel çabalarıyla kendi çevrelerine ve talebelerine bu musikiyi aktarmış olsalar da geleneksel musiki eskisi gibi yaygınlaşamamış, eski itibarına kavuşamamıştır.

    Esasen musiki yazılı aktarımdan ziyade sözlü, şifahi aktarıma dayalı olduğu için eskiye, özellikle kayıt teknolojisinin olmadığı dönemlere dair müzik bilgimiz kısıtlıdır. Bununla birlikte, Hobsbawm’ın da belirttiği üzere gelenek icat edilen bir kavramdır ve kısıtlı kaynak ve aktarım koşulları içerisinde geleneğin “saf” kalması mümkün değildir. Eskinin belirsiz olduğu bu ortamda eski (veya gelenek) yeniden icat edilir ve bu icat yardımıyla bir nostalji doğar. Dolayısıyla nostalji ile hangi eskiye öyküneceğimiz veya kimin eskisine öykündüğümüz de şüphelidir.

    Bu öznel musiki anlayışından bağımsız olarak, musiki kültüründe iki tür nostaljiden bahsetmek mümkündür: Menfi ve müspet. Menfi sayılabilecek nostalji daha çok ticari anlamda başarı sağlamış bir akımdır. “Unutturamaz Seni Hiçbir Şey”, “Unutulmaz Şarkılar”, “Ud ile Nostalji” ve “Altın Şarkılar” gibi isimlerle donatılan albümler hâlâ müzik raflarında yerini korurken hakikatte musikinin kaynağının yanından bile geçememektedir. Diğer nostalji türü ise klasik ya da otantik müziğe duyulan hasret şeklinde ifade edilebilir. Bu nostalji tarzı da bir yaklaşımdan ibarettir, çünkü elimizde bulunan müzik kayıtları 1900’lerden geriye gitmemektedir. Bu sebeple, o dönemin müzisyenlerinin ifadelerine bakmak gerekir, örneğin Mesut Cemil’inkilere: “Cemil Bey’in (Tanburi) kayıtları, gerçekten icra ettiği müziğin bir kısmını ifade eder… Kayıt altına aldığı müzik gerçekten icra ettiği müzikle tam olarak bağdaşmamaktadır.”

    Kayıt ile icra arasındaki boşluğu ifade eden bu cümle, başka bir anlamda teori ile pratiğin farkını hatırlatır bize. Neyse ki Mesut Cemil, Alâeddin Yavaşça, Kani Karaca, Niyazi Sayın, Necdet Yaşar, İhsan Özgen, Bekir Sıdkı Sezgin gibi Osmanlı müziğinin son demlerini yaşamış ustalarının kayıtları bugün elimizde. Bu kayıtlardan yola çıkarak bir “gelenek” tahayyül etmek mümkün görünse de, usta-çırak ilişkisiyle aktarılan müziğin 16. yy’dan 19. yy’a kadar değişime uğramamış olması oldukça zor, neredeyse imkânsızdır.

    Schopenhauer’in ifade ettiği gibi, insanların yaşamlarının “özüne” (quintessence) ilişkindir musiki. Dil ve düşünce ile açıklanamayacak duyusal özellikleri musikiyi farklı bir sanat dalı kılmaktadır. Coğrafya, kültür ve toplumların özüne dair muammalar saklıdır onda. Ezanın farklı coğrafyalarda, farklı şekillerde okunuşu buna güzel bir örnektir. “Eski musikimizden anlamayan, bir şey anlamaz bizden…” mısrası ile Yahya Kemal’in işaret ettiği olguda büyük bir gerçeklik payı vardır. Ahmet Hamdi Tanpınar ise bu musikiyi medeniyetimizin özlü bir yansıması olarak ifade etmiştir.

    Bugün musiki, “sanat müziği”, klasik Türk/Osmanlı müziği veya “eski müzik” olarak telakki ediliyor. Peki bu “eski müzik” günümüzde ne kadar aslına uygun icra ediliyor? Bugüne aktarılan musiki ne kadar hakiki? Terminolojisi hakkında bile ihtilaflar bulunan ve sosyal bilimlere dayalı bir bilimsel altyapıdan yoksun musiki sanatını nasıl yorumlamak gerektiğine dair bir fikrî ortam ne yazık ki mevcut değil. Öyleyse sosyal, coğrafi, tarihî anlamda müziğin konumunu nasıl yorumlamamız gerekiyor? Eskiyi yaşatmak istiyorsak şayet, onu ihya etmek gibi bir arzumuz var ise, öykündüğümüz eskiyi hangi terazide tartacağız? Geçmişi, hangi geçmiş zaman sesiyle hissedeceğiz? Bütün bu sorular cevapsız kalıyor. Çünkü musikimize dair mezkur geçmiş, sadece kulaktan kulağa aktarılmış, çok az bir kısmı kayıt altına alınmıştır.

    Öyleyse musikiye nasıl bakmalı ve yaklaşmalıyız? Hiçbir şekilde kayıt altına alınamamış eski bir müziğe duyduğumuz özlem ne anlama gelir? Eskinin nasıl olduğunu duyamadığımıza göre, bu müziği dinleyip nasıl olur da kadim kültürü hissedebiliriz? 20. yy başında yapılan kayıtlar bu musiki geleneğinin ne kadarını barındırmaktadır? Gerçek manada hâlâ canlı bir pınarı var mıdır bu hoş sadanın? Musikimizin hakikati nedir? O hangi yaşamın özünü ifade eder? Düşüncenin beslediği bir geleneksel musiki var mıdır? Bütün bu sorular, cevaplarını beklerken unutulmuştur. Doğu’dan Batı’ya dönüşümüz esnasında tutulan aklımız tarafından es geçilmiştir. Musikinin gündemden düşmesi gibi bu sorular da eskimiş, belki de tam manasıyla hiç sorulmamıştır! Bütün bunlara rağmen, müzik kültürünü ve sanatını devam ettirmek adına ona azami önem vermek, bir taş plak gibi hep kendini tekrar etmek, ustaları taklit etmekle sınırlı kalmak musikiyi gerekli derecede ayakta tutabilir belki de. Her ne kadar bu bir tür klonlama olacak olsa da… Zira müziği olduğu gibi korumak ve onu başka nesillere adeta kopyalayarak aktarmak bir müzik kültürünü geliştirmek veya beslemekten ziyade bir müzik klonlamasıdır.

    Geleneğin veya eskinin bir yönüyle belirsiz olması bir yana, birçok müzik eserinde görülen “yorum farkı” geleneksel müziğin aktarılırken değişmesine sebep olmuştur. Müzisyenler kendi müzikal deneyimlerinden faydalanarak eski müziği “yorumlar”. Bu yorum çeşitleri birkaç nesil sonrasında neredeyse farklı bir esere dönüşebilir.[1] Bu minvalde eski denildiğinde “Hangi eski?” sorusu akla gelir.

    Bu noktada geleneksel müziği Cumhuriyet dönemi boyunca muhafaza etmeye çalışan bir diğer unsurdan da bahsedebiliriz. Bu unsur klasik Türk Müziği topluluklarıdır. Bu topluluklarda müzik tarihinde daha önce hiç karşılaşılmayan bir durum ile karşılaşırız: Koro! Hem geleneksel müziği korumakla mükellef hem de yeni bir icra yaklaşımına sebep olan devlet koroları, musikiyi kısmi bir reforma sokmuş ve Avrupa müziği etkisiyle kalabalıklaşmış grup müziğine dönüştürmüştür. İşte size ilginç bir çelişki!

    Korolarda yer alan musiki, repertuar anlamında müzede korunan resim sanatı niteliğinde olmuş, koro kurucularının musiki anlayışına uygun bir muhafaza etme yöntemine maruz kalmıştır. Cumhuriyet döneminde musiki korolar vasıtasıyla bir süre icra edilmiş ve yasakla birlikte “resmî müzik” sıfatından kurtulmuştur. Kapalı mekânlarda ve musikişinasların kişisel gayretleriyle devam etmiştir bu musiki. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ise Mesut Cemil Bey, sonra Nevzad Atlığ, daha sonrasında ise Ender Ergün ve günümüzde Fatih Salgar ile devam eden Klasik Türk Müziği korosu türünün tek örneği değildir. Bugün Osmanlı/Türk müziği icra eden ve bu repertuarın yanında Cumhuriyet dönemi bestekârlarından da eserler icra eden özel kuruluşlara ve devlete ait birçok koro vardır. Bu korolarda ilginç olan şey, çoğunun birbirine benzer yapıda icra gerçekleştirmeleri ve dinleyenlerde hoş bir etki bırakmamalarıdır!

    Bilinen tüm müzik literatürüne göre Osmanlı/Türk müziği, koroların oluşumundan önce koro olarak bir icra şekli içermemektedir. Şüphesiz hep bir ağızdan söylenen şarkılar olmuştur ama koro bu musikide görülmemiştir. Tarihsel verilerin bize sunduğu kadarıyla bu musiki hassas bir yapıya sahiptir ve en fazla 3-4 kişiyle birlikte söylenir.

    Korolar yapısal olarak musikiyi değiştirmiştir fakat repertuar anlamında geleneksel musikiye sadık kalmaya çalışmıştır. Osmanlı’nın geçirdiği dönüşüm ve Cumhuriyet döneminin kültür ve sanat alanındaki politikaları musikiyi işte böylesi çelişik ve ilginç bir durumla karşı karşıya bırakmıştır.

    “Bu musiki artık kemaline erdi.” demiş Mesut Cemil. Bir kültürün sonuna gelindiğinin farkına varan bu bilinç düzeyi bugün dahi tam olarak anlaşılamamıştır. Artık musikideki nostaljinin her iki anlamda da bir çöküşe örnek oluşturduğunu söyleyebiliriz: Musiki tarihinin günümüzle irtibat hâlinde olmaması yani geçmişinden kopuk olması, müzik pazarının “Unutulmaz” eserlere meraklı bir kesime yönelik faaliyet göstermesi, musikinin çeşitlenerek farklı türlere ayrılması, klasik Osmanlı/Türk musikisinin az sayıda insan tarafından takip edilmesi, musikinin hakiki tavrının değişime uğramış olması gibi birçok örnek gösterebiliriz… Konuya duygusal yaklaşmaktan ziyade, anlamlandırmaya çalışmalı ve musikinin elimizde kalan kırıntılarıyla yetinirken yeni musikiyi arayanlara kulak vermeliyiz, günümüze hoş sadalar bırakan ustalara şükran duyarak…

    [1] Özellikle sözlü musikide meşk sisteminden kaynaklanan değişim hakkında bkz. Cem Behar, Aşk Olmayınca Meşk Olmaz: Geleneksel Osmanlı/Türk Müziğinde Öğretim ve İntikal, Yapı Kredi Yayınları, 2014