“Batılı” Görüşleri Dikkate Almadan Yeni Bir Şey Söylemek Mümkün müdür?

Nariman Aavani

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • “Yeni bir şey” söylemenin mümkün olup olmadığını belirlemek için, öncelikle bunun ne anlama gelebileceği üzerine durmamız gerekir. İlkin, belli bir bakış açısından bakan birileri, Tanrı’dan gelen her vahyin, hakikatin bütününü kendi içinde barındırdığı anlamında, “Güneşin altında yeni bir şey yoktur.” diyebilir. Kur’an’ın ifade ettiği gibi, “Ayrıca bu Kitab’ı da sana, her şey için bir açıklama olarak indirdik.” (16:89)[(1). Peygamberin sünnetinin bize öğrettiği üzere, Kur’an’ın insanlığa mesajı, kurtuluşa nail olmamız ve en yüksek potansiyelimizi gerçekleştirmemiz için gereken her şeyi içermektedir. Bununla beraber, en üstün anlamında hakikat daima aynı kalmasına rağmen şayet bu hakikati, insani istidatlarımızın çoklu biçimleri üzerinden ve içinde bulunduğumuz zamanın değişen koşulları içerisinde sürekli olarak fark etmeye ihtiyaç duymasaydık insan olmazdık. Teoride, Tanrı sadece mutlak olan değil, aynı zamanda sonsuz olan da olduğundan, tek hakikati, dünyada ve yeni şekillerde sunma imkânı her zaman vardır. Geleneksel İslami düşünce ve sanat disiplinleri, İslam medeniyetleri tarihi boyunca hakikat üzerine yeni bakış açıları sunabilmiştir; aslında bu süreç hiçbir şekilde son bulmamıştır. Gelgelelim, şu ana kadar açıkça ifade edilmemiş olan hakikatin bir yönünü ortaya çıkarmak için filozof veya sanatçı, ister doğrudan kendi hakikat kavrayışıyla olsun, isterse dolaylı yoldan gelenekteki üstatlar silsilesi yoluyla olsun, hakikatin kendisiyle bağlantılı olmalıdır. Kelimenin gerçek manasıyla “özgün” olan, tüm varlığın ilahî kökenine bağlı olan ve bir anlamda onu temsil edendir.

    Bunu ifade ettikten sonra, Tanrı’nın bizi, içerisinde özel olarak konumlandırmış olduğu değişmeyen hakikati anlama ve ifade etme sürecinde Batılı görüşlerle karşı karşıya gelmenin önemini anlamak mühimdir. Öncelikle, birisinin kendi kültüründen farklı dünya görüşleri ve normları olan kültürlerle karşılaşması, Tanrı’nın buyurduğu üzere, insan mevcudiyetinin sıradan ve kaçınılmaz bir parçasıdır. Kur’an’da şöyle ifade buyurulur: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (49:13) İnsan topluluklarının ve bireylerin çeşitliliği, birbirimizi, kendimizi ve O’nu daha iyi anlamamız için Tanrı tarafından bizlere verilmiş bir imkândır. Elbette ki kendimizden farklı olanlarla karşı karşıya gelmenin pek çok yolu bulunmaktadır. Kur’an bilhassa şu kimselere övgüde bulunur: “Dinleyip de, en güzel söze uyan kullarımı müjdele! İşte Allah’ın doğru yola eriştirdiği onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.” (39:18)(2) Gerçekte, İslam medeniyeti, Afrika’ya, Avrupa’ya ve Uzakdoğu Asya’ya yayıldıkça yabancı gibi görünen fikirlerle sürekli karşılaşmıştır. Modern zamanlara kadar, Müslümanlar bu yabancı fikirleri, “Allah’tan başka İlah yoktur.” şehadetinden neşet eden bir temyiz yeteneğiyle karşılayabiliyor, İlahî Vahdet doktrinine uygun olanları özümseyip uymayanları reddedebiliyorlardı. Tabiatıyla, Müslüman düşünürler arasında büyük tartışmalar ve anlaşmazlıklar oluyordu, fakat bu durum İslam uygarlığının bu yöndeki genel eğilimini geçersiz kılmıyordu.

    Modern Batı uygarlığıyla karşılaşma, yalnızca birkaç ince ayrım ışığında düzgün bir biçimde anlaşılabilecek olan, çok özel bir karşılaşma türünü temsil etmektedir. İlkin, Batı medeniyetinin, içinde sayısız bilim ve sanat alanıyla sözde “Aydınlanma”nın şekillendirdiği ve ona karşı ortaya çıkmış bir dizi düşünce okulu ve görüşü barındıran pek çok boyutu bulunmaktadır. Ne var ki, İslam dünyasının Batı medeniyetiyle karşı karşıya geldiği en önemli etkileşim alanı bilim ve teknolojidir. Batı bilimine verilecek etkin bir cevabın parametrelerini anlamak, Batı medeniyetinin öteki yönlerine ilişkin güçlü ve özgün cevaplar vermenin anahtarlarını sunmaktadır.

    Öncelikle, iki topluluk veya birey arasındaki herhangi bir karşılaşmada olduğu gibi, “öteki”ni anlamak, sadece kendini dikkatli bir biçimde anlama zemininde başarılabilir. Bilim hakkındaki geleneksel İslami yaklaşım, Batı biliminin yaptığı gibi, tabii dünyanın olaylarını incelemeyi içermektedir. Ancak, İslami bakış açısı, her şeyden önce, tabiatı Tanrı’nın yaratışı ve işareti olarak görmek durumundadır. İslami bakış açısından tabiat, her zaman aşkın bir boyuta sahiptir ve bu nedenle de sadece onu incelemede kullandığımız fiziksel araçların gözüyle değil, aynı zamanda İslam geleneğinin, kitap ve metafizik dâhil bütün düşünce araçlarını da kullanarak görmek gerekmektedir; ancak bu şekilde onun bütün önemi gün yüzüne çıkabilir. Bunun aksine, Batı biliminin büyük kısmı kendisine özgü bir dünya görüşü içerisinde gelişmiştir; bu görüş tüm fiziksel olayları, onların maddi ve niceliksel yönlerine indirgeme eğilimi taşımaktadır.

    Batı’nın bilim kuramlarıyla karşı karşıya gelirken aşırı derecede itina gösterilmesi ihtiyacı işte bu dünya görüşleri arasındaki farklılıklardan doğar. Çalışılan olayların doğru temsili ve materyalist ve indirgemeci düşünce biçimlerinden kaynaklanan ve sonuç olarak bunu aşılayan yorumları arasındaki farkı tespit etmek için son derece keskin bir temyiz gücü zaruridir. Bir yandan, Batı’nın bilim yöntemleri gerçekliğin hakiki ve geçerli bir yönünü, yani niceliği ortaya çıkarmaktadır. Öte yandan, “bilimci” kuramlar, olayların açıklanan niceliksel yönleri hariç hiçbir şeyin var olmadığı varsayımına dayanan bir dünya görüşünü temsil ederler. Bu elbette ki mantıksal bir hatadır, çünkü söz gelimi bir ağacın, el-Muktedir olan bir Tanrı tarafından yaratılmadığı, bir tohumdan geliştiği olgusundan hareket etmektedir. Fiziksel süreçlerin açıklanışı metafizik önemi geçersiz kılmaz ve doğru bakıldığında, en nihayetinde onu ortaya koyar.

    “Bilim” ve “bilimcilik” arasında ayrım yapma işlemi aşağı yukarı Batı biliminin diğer tüm yönlerine uygulanabilir, zira çağdaş anlamında “modern” olan olaylarla İslami ilkelerle çelişen bir ideolojiyi temsil eden “modernist” bakış açıları arasında, benzer şekilde bir fark vardır. Nasıl ki bir kimse, insan bedeninin onurunun korunması bağlamında itiraz etse de otopsiden çok şey öğreniyorsa, aynı şekilde ilim adamının bir şiiri Marksist perspektifle okumasını reddederken ondan şiirin biçimsel özelliklerinin edebî analizine dair pek çok şey öğrenebilir. Her iki durumda da mesele, olayların kendisinin çalışılması ile onları çevreleyen ve belli bir dünya görüşünden neşet etmiş tutum ve yorumlar arasında ayrım yapabilmektir.

    Teoride, Kur’an’ı ve sünneti yeterince dayanak alan ve İslam medeniyet tarihi boyunca peygamberlik atmosferi içerisinde geliştirilmiş metafizik bakış açılarını anlayan birisi, Batılı kaynakları okuyabilmeli ve geleneksel İslami bakış açısıyla uyumlu olan ile uyumlu olmayan ve karşıt olan arasında ayrım yapabilmelidir. Esasında bu iş hem Batı düşünce geleneğini ve onun ifade biçimlerini hem de tek bir bireyde nadir bulunan İslami geleneği köklü biçimde anlamayı gerektirir. Bununla beraber, mesela Seyyid Hüseyin Nasr’ın çevre kriziyle ilgili yazılarında görüldüğü gibi bu noktada önemli başarılar elde edilmiştir. Hristiyan fizikçi Wolfgang Smith de kuantum fizik analizinde uygulanabilecek önemli bir model geliştirmiştir. Ancak bu eserler, gereken eğitim ve vizyona sahip daha çok sayıda insanın öne çıkmasıyla nelerin mümkün olduğunu görmek için yalnızca bir başlangıçtır.

    “Yeni bir şey” söylemeye çalışmak, başarılarının İslam dünyasının ya da genel olarak insanlığın yararına olmasını uman bir düşünür ya da sanatçının ilk amacı olmamalıdır. Şayet düşünürün ilk amacı, her şeyden önce, hakikati bilmek ve sonra açıklamak ve sanatçınınki de güzeli ifade etmek ise, onların sunduğu katkı zaten her daim yeni olacaktır; bu yenilik, Tanrı’nın, kendi yaratışı için gösterdiği daimi itinasında kökleşmiş yaratıcı süreç yoluyla ortaya çıkacaktır. Aynı şekilde, diğer kültürlerden yalıtılmış “yeni”nin imali, bizzat arzu edilmez. Henüz üzerinde düşünmediğimiz bakış açılarıyla karşılaşmamız, bizi kendi bakış açımızı harekete geçiren en derin ilkelere geri dönmeye itecek, yaratıcılığın yoğun bir kaynağıdır. Bu öz-farkındalıktan, onay veya ret arasındaki bir yelpazede geniş bir dizi cevap yükselebilir, fakat bu aynı zamanda karşılıklı bir düşünme ve diyalog da içerebilir. Bu karşılaşma, Batı medeniyetinin çeşitli veçheleriyle karşılaştığımızda, olayların mahiyetini ve onların üzerine oturduğu dünya görüşlerini birbirinden ayırt etmede özel bir itina gösterdiğimizde olabilir. Ancak, Batı’nın açık kültür hegemonyasının, dünya üzerinde var olan ve şimdi her zamankinden daha erişilebilir olan bir dizi kültür, sanat geleneği ve düşünsel bakış açılarıyla karşılaşma ihtimalini gölgelemesine izin vermemeliyiz. Dünyanın pek çok kültürü içinde yer alan kutsalın varlığı, her daim, kendi geleneğimiz içerisindeki kutsalın hatırlatıcısı olmalıdır ve benzer zorluklarla yüzleştiğimiz şu zamanda tüm kutsal geleneklerle kardeşlik duygusu geliştirme umudu taşımalıyız. Tüm bu karşılaşmalar, her ne şekilde husule gelirse gelsin, gerçekte bizlerin kendi geleneğimizin deruni boyutlarına ve insanlığımızın, kalbin, vahyin seslendiği en derin boyutlarına dönmemiz için bir davettir. Ancak bu dönüş marifetiyle hakikaten özgün bir şey söylenebilir.

    (1) Tüm çeviriler Pickthall tarafından yapılmıştır. [Ayetlerin İngilizce çevirisi Pickthall’a aittir. Türkçesi için Diyanet İşleri Başkanlığı’nın meali referans alınmıştır (ç.n.).]

    (2) Pickthall’un çevirisi; değiştirilmiştir.