Yahudi Kimlikleri “Kendi” ve “Öteki” İnşası

Nathanael Riemer

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Aslında bugün “İslam” yahut “Hristiyanlık”ın tek bir tarifinden ne kadar söz edebilirsek “Yahudilik”ten de o kadar söz edebiliriz. Zira bütün dünya dinleri etnik, toplumsal ve iktisadi unsurların önemli bir rol oynadığı çok çeşitli ve dinle harmanlanmış kültürleri bünyelerinde barındırmaktadırlar. Herhangi bir dinden sayılan çeşitli gruplar içerisinde kimin bu halkaya dâhil olduğu, kimin olmadığı ve “öteki” ile nasıl ilişki kurulacağı meselesi hep tartışılagelmiştir. Bu soruları cevaplamak geçtiğimiz yüzyıllarda nispeten daha kolayken, giderek küreselleşen ve bireyselleşen dünyada bunlara cevap bulmak zorlaşmaktadır. Bu durum tabii ki “Yahudilik” için de geçerlidir.

    “Yahudilik”in başlangıcına gidecek olursak, bütün dinlerin kutsal kitapları gibi kendisi de gökten zembille inmemiş, insanlar tarafından yazılmış ve elden geçirilmiş olan Tanah’ta geçen insanlığın ataları hakkındaki kıssalardan başlamak mantıklı olur. İnsanlık tarihinin ilk çağlarının anlatıldığı Tekvin bölümünde, hayvancılık yapan göçebe İbrâhîm’in henüz kendisine ait olmayan başka bir ülkeye gitmek adına Tanrı’dan Babil’deki memleketi Ur’u ve kabilesini terk etmesi için nasıl emir aldığı işlenir. Tanrı JHWH, İbrâhîm ile bir anlaşma yapar ve kendisinin soyundan, varlığı vasıtasıyla dünyadaki bütün insanlık ailesinin kutsandığı büyük bir halk meydana getireceğine söz verir (Tekvin 12). Anlaşmanın bir diğer temel maddesi de kadim “Iraklıların” ele geçirilecek olan Kenan ilini (bugünkü İsrail ve Filistin) ebedî ikametgâhları olarak muhafaza etmeleri (Tekvin 15; 17) hususunda İbrâhîm’e verilen ilahî sözdür. Tanrı JHWH, İbrâhîm’e ailesinin ve soyunun Tanrısı olduğunu ve böylece İbrâhîm’i ve yeni kabilesini kuşatıcı bir koruma altına aldığını vurgular. Buna karşılık İbrâhîm’in kendisine Tanrı olarak ibadet etmesi ve bu anlaşmanın bir nişanesi olarak, aileye mensup tüm erkek fertlerin ve kölelerin sünnet olması gerekmektedir.

    Bu metinler Yahudilik inancının “kuruluş akdi” olarak ele alınabilir, zira bunlara göre İbrâhîm Tanrı’dan, büyük ailesini ait oldukları kabileden ayırması, Tanrı’ya tapması ve karşılıklı anlaşmayı bedensel bir işaretle damgalaması buyruğunu almıştır. Böylelikle Tanah’ta ilk olarak “kendi” ve “öteki” tanımlanmıştır. Burada öz kimlik, “inananlar” şeklinde sürekli bir dinî etnik öz-kontrolün nesnesi olarak yapılandırılmaktadır.

    Yahudilik için Tanah’ta geçen bir diğer kıssa da çok önemlidir: Kim olduğu bilinmeyen bir adamla geceleyin yapılan bir mücadele neticesinde, İbrâhîm’in torunlarından olan Yâkûb hem yeniden Tanrı’nın rahmetini hem de Yahudilik inancında en sık kullanılan öz-isimlendirme olan “İsra-El” adını almaya hak kazanır (Tekvin 32). Buna karşın, “Yahudi” sıfatı yalnızca Judea bölgesinin insanlarını ifade eder. Daha sonraki zamanlarda Yahudilik bu ismi etnik ve dinî öz tanımlamanın değişik bir formu olarak kullanmış ve bundan kendini diğer gruplardan tecrit etme hususunda faydalanmıştır: “Kim putlara tapmazsa Yahudi olarak adlandırılır.” (bT Meg. 13a)

    Resim 1 Buraya Konacak
    Üç soy atalarından birkaç yüzyıl sonra, “İbraniler”den karma bir topluluğu ve köleleri Mısır firavunlarının baskılarından kurtarmak, akabinde onları vaat edilen Kenan topraklarına götürmek için kendini sorumlu hisseden Mûsâ adında karizmatik bir adam ortaya çıkar. Tanrı ise bu sefer Sina Dağı’nda tek bir kişiyle değil, orada bulunan “halk” ile yeni bir anlaşma yapar. Bu anlaşmada, Yahudilik inancının dinî hükümlerinin temelini teşkil eden, temel emirleri içeren anlaşma metni -yani 10 Emir [Mısır’dan Çıkış 20; Dtn. 5] ve diğer düsturlar- kabul edilir. Muhtelif yazarların ayin, ritüel temizlik ve kirlilik; toplumsal ahlak, kuralların ihlali ve cezai kurallar olarak formüle ettikleri sayısız emir ve yasaklar, büyük bir topluluğun birlikte yaşamasını düzene sokmaya yaramaktadır. Aynı zamanda birçok emir ve yasağın detayına inildiğinde, ebedî görevleri yegâne Tanrı’larına ibadet etmek olarak belirlenen İsrailoğullarını sabit bir topluluk olarak birbirlerine kenetleme çabası göze çarpmaktadır.

    Tanah’ın birçok metninden anlaşıldığı üzere, Tanah yazarlarının İsrailoğullarını yalnızca tek olan Tanrı JHWH’ye ibadet etme ve başka hiçbir figüre ibadet etmeme hususunda ikna etme olan yeni projesi başarılı olamamıştır. Zira İsrailoğulları’nın tamamı ve zamanla bu yapıya dâhil olan gruplar birçok tanrıya tapmanın normal bir durum olduğu komşu kültürlere mensup idiler. Vadedilmiş Kenan toprakları da hiçbir insanın yaşamadığı ıssız bir bölge değildi, burada kolayca yok edilemeyecek halklar yaşamaktaydı. Böylece Tanah’ın kendisi de İsrailoğulları’ndan çeşitli grupların diğer halklarla beraber nasıl yaşadıklarını, onlarla ticaret yaptıklarını, savaştıklarını, karşılıklı olarak birbirlerinin kadın ve çocuklarını kaçırdıklarını, gönüllü olarak birbirlerinden kız alıp verdiklerini ve bu vesilelerle kültürel anlamda karşılıklı olarak birbirlerini etkilediklerini anlatmaktadır. Kral Dâvûd, Hezekiya ve Yoşiyahu gibi kısa süreli dönemler haricinde, Tanah’ta anlatılan İsrail dinî anlamda da Kenanlılardan çok farklı değildir ve burada sürekli diğer tanrılara tapılmaktadır.

    Bu noktadan bakıldığında, İsrail (m.ö. 722) ve Yehuda (m.ö. 587) krallıklarının çöküşleri ve bu krallıklara mensup siyasi, entelektüel ve dinî elitlerin Babil’e sürgün edilmelerinin, tektanrıcılığın kökleşmesi ve Yahudi kimliğinin gelişmesi bağlamında “şanslı bir durum” olduğu söylenebilir. Kudüs Tapınağı’nın ortadan kalkması ve Arz-ı Mukaddes’ten ve vatandan uzak kalma neticesinde, sürgündekiler dinî düzlemde tamamen yeni bir eğilime yönelmeye mecbur kaldılar. Tapınağın yokluğu sebebiyle kurban ayininin anlamı vaazlara ve öğretileri yazıya dökmeye indirgenmeye çalışılmıştır. Ayrıca sünnet, Şabat’ta çalışmamak, temizlik ve yeme içme kurallarına riayet etmek gibi kimliği şekillendiren ve diğer halk katmanlarıyla araya belirleyici sınırlar koyan olgular daha kapsamlı ve keskin bir biçimde formüle edilmiştir. Din adamı Üzeyir (m.ö.) 397 yılında Kral I. Artaxerxes’ten ülkeyi yeniden düzenleme görevini aldığında, “Mûsâ’nın Tevrat kitabını” (Ezra 7,6; Nehemya 5,1) okumayı ve tefsir etmeyi kendisi tarafından yeniden oluşturulacak olan toplumun merkezine yerleştirmiş, böylece “İkinci Mûsâ” olmuştur. Aynı Üzeyir, putperestlikle mücadele etmek ve “ülkenin halkı” ile “ülkenin halkları” arasında düşmanlığı tesis etmek için, toplumda oldukça yaygın olan İsrailoğullarının putperest kadınlarla evlenmelerini yasaklamıştır.

    Filistin’in Büyük İskender tarafından fethedilmesi sonrasında (m.ö. 332) Yahudilik Yunan kültüründen etkilenmeye başlamış ve bir din krizi baş göstermiştir. Yahudi halkının bir kısmı dinî ve kültürel anlamda helenleşerek asimile olurken, diğer bir kısmı kimliğini muhafaza edip tektanrıcı anlayışa sıkı sıkıya bağlı kalmaya çabalamıştır. Selevkos İmparatoru IV. Antiokus Epifanes (m.ö. 175-163) Helen kültürünü askerî güçle tesis edip Kudüs Tapınağı’nı Zeus Tapınağı’na çevirince ve Yahudilik emir ve yasaklarının tatbikini ölümle cezalandırmaya başlayınca, Haşmonayim Hanedanı (Makkabiler) öncülüğünde zaferle sonuçlanan bir bağımsızlık savaşı patlak verdi ve bu, Babil sürgününden sonra ilk defa bir Yahudi devletinin kurulabilmesine olanak sağladı. Haşmonayim Kralı I. Yohanan Hurkanus bağımsızlık savaşı esnasında komşu halkların bir kısmını Yahudiliği kabul etmeye zorladı, böylelikle “öteki”ni tecrit gittikçe ortadan kaldırılmaktaydı.

    Pompeios tarafından (m.ö.) 63 yılında fethedildikten sonra Yahudi Haşmonayim Krallığı Roma’nın bir eyaleti olmuş ve tekrar çoktanrılı bir kültürün etkisi altına girmiştir. Roma senatosu Büyük Hirodes’i Yahudi kralı olarak bölgeye atamıştır. Büyük Hirodes, idaresi döneminde aralarında İkinci Tapınak da olan temsilî değere sahip birçok bina inşa ettirmiştir. Halktan bazı kesimlerin Romalı işgalcileri ayaklanmalarla bertaraf etme çabaları, (m.s.) 70 yılında Kudüs’ün fethedilmesine ve tapınağın yıkılmasına sebep olmuştur. Savaşlar esnasında yaklaşık 2 milyon Yahudi hayatını kaybetmiş, hayatta kalanların büyük çoğunluğu ya köle olarak satılmış ya da ülkeyi terk etmeye mecbur bırakılmıştır. Yahudi toplumunun paramparça edilmesi neticesinde Yahudiler tarihlerinde ilk kez Avrupa ve Asya’nın birçok ülkesine yayılmaya başladılar. Dinî elitler Babil sürgününden sonra yine kimlik tesis edici nitelikte bir “şans” olarak nitelendirilebilecek bir kriz ile karşı karşıya kalmıştır. Bu krizler olmasaydı belki bugün Yahudilik de olmayacaktı. Müteakip 5 asır boyunca hahamlar Babil Talmudu ile birlikte bir dizi fıkhi kaide ve azınlık görüşleri de dâhil olmak üzere, tartışma protokolü büyük oranda kısaltılan medenî hukuk düzenlemesi yazdı. Babil Talmudu, Tanah’ın yanında Yahudilik inancında merkezî bir referans noktasıdır ve içeriğinde yaşamın bireysel ve kollektif yönden bütün perspektifleri kapsamlı bir şekilde ele alınır. Talmud, fıkhi yönergelerinin yanında, fıkhi olmayan ve anlatarak resmetme özelliği taşıyan bir tarihî malzemeye sahiptir. Hahamlar hikâyelerinde İsrail’in “Tanrı’nın halkı” (Mısır’dan Çıkış 19,6; Jes. 43,21) olarak “seçilmesi”nin kendilerini diğer halklardan üstün görmeleri için bir sebep olamayacağını; aksine, Tanrı’ya ibadet ve Tevrat’a uyma anlamında bir sorumluluk demek olduğunu vurgulamıştır.

    Yahudilerin tarihi Orta Çağ’da ve Yeni Çağ’ın ilk dönemlerinde çoğunluk kültürünün içerisinde konumlanmış azınlık kültürü şeklinde cereyan etmiş, bu baskın kültürler genelde Hristiyan ya da Müslüman olagelmiştir ve tektanrılı din olarak “putperest” dinlerden sayılmamışlardır. Orta Çağ boyunca Yahudi topluluklarının giderek artan dağılımı, bütün farklılıklara rağmen kendini Yahudi olarak hisseden muhtelif etnik kültürel kimliklerin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Her durumda, bölgeden bölgeye farklı yorumlanmakla birlikte, Yahudiliğe aidiyet, bir taraftan Yahudi bir anneden doğma, diğer taraftan fıkhi kurallara riayet etme şeklinde belirlenmiştir. Yahudi olmayan “öteki” ile ilişkiler, kesin olmayan tanımlamalar sebebiyle farklı farklı yorumlanmaktadır.

    “Öteki”, organize olmuş bir egemenlik ve hukuk sistemi olarak anlaşılırsa, Yahudi halkı kendini buna göre ayarlar. Ülkenin yasaları Yahudi hukuku ile çakışıyorsa, Fars-Sasani döneminde geliştirilen “Dina-de-Malchuta-Dina” (ülkenin yasası yasa olarak kabul edilir) konsepti uygulanır. Bu konsepte göre Yahudi nüfus bulundukları ülkenin yasalarına, bunlar dinî emirlerin yerine getirilmesini engellemediği ve yasaklamadığı sürece uymak durumundadır. Orta Çağ’da bu konsept vergi ve finans hukukundan başlayarak, medeni hukuka kadar genişlemiştir.

    “Öteki”den kasıt Tanrı’nın yarattığı Yahudi olmayanlarsa, geleneksel olarak bir Yahudi, diğer iki tektanrılı dinde de görebileceğimiz ve göz ardı edilmesi pek mümkün olmayan ahlaki prensiplere bağlıdır. Yahudi geleneğinde Yahudiliğin birçok yönünü tek bir etik temel cümlede özetleme girişimleri olmuştur: “Komşunu kendin gibi seveceksin!” (Levililer 19,18 ff) Haham Akiva şöyle demiştir: “Bu, Tevrat’ta geçen çok önemli bir ana kuraldır.” (Sifra Leviticus 19,18) “Kendi hoşuna gitmeyen şeyi sen de başkasına yapma! Tevrat’ın tamamı budur ve gerisi sadece bunun açıklamasıdır. Git ve öğren bunları!” (bT Schab. 31a) Birçok din âlimi komşu sevgisi emrine bir başka boyut eklemektedir: Örneğin Courcyli Moses, (gizli saklı da olsa) diğer din mensuplarını kandıranların, onlardan bir şey çalan veya onlara zarar vermeye çalışanların “Tanrı’nın adını kirlettiklerini” ve bu insanların Tanrı’ya ibadet etmemelerine veya Yahudilerin Tanrısının ve bu Tanrı’nın gönderdiği vahyin “yanlış” olduğuna inanmalarına sebebiyet verebileceklerini dile getirir.

    2. Foto buraya konacak
    Yahudi olmayan “öteki”, iş ortağı olarak karşımıza çıkarsa Yahudilik açısından; a) bulunulan ülkenin yasalarına göre hareket etme, b) Yahudi yasalarına göre hareket etme durumları ortaya çıkar. Babil Talmudu’nda, özel tefsir teknikleri bilinmeden çıkarım yapılırsa “Yahudi olmayan”ların belli şartlarda “aldatılabileceği” sonucu çıkarılabilecek, bağlayıcı olmayan fikirler bulunmaktadır. Önemli müfessirler ise bunun tam aksini söyleyip “putperestleri” aldatmanın veya onları zarara uğratmanın yasaklanmış olduğunu ve tek Tanrı’ya tapan bir halka mensup bir kişiyi aldatmaya izin verilmediğini belirtir.

    “Öteki”, diğer din mensupları olarak karşımıza çıkarsa, Yahudilik inancının bununla pek ilgilenmediğini ve kendi dinî yükümlülüklerinin yerine getirilmesine odaklandığını söyleyebiliriz. Diğer inançlara sahip insanlara yönelik aktif misyonerlik yapma konusundaki ilgisizlik ve Yahudilik dinini kabul etmek isteyenlerin reddedilmesi, Orta Çağ’ın baskın kültürleri tarafından uygulanan yasaklamalar ve bu kültürler içerisinde bunlara bağlı olarak yaşamakta olan toplulukların ve fertlerin karşılaştıkları tehlikeler sonucu ortaya çıkmış durumlardır. Ayrıca, Yahudi olmayanlar arasında adil olanlar da öteki dünyada ve cennette Yahudi olup olmadıklarına bakılmaksızın mükâfatlandırılacaktır; bu, “öteki”ne karşı hoşgörülü olma bağlamında önemlidir. Talmud zamanının bu bakış açısı önde gelen din âlimleri tarafından Orta Çağ’da ve Yeni Çağ’da daha da güçlendirilmiştir.

    3. resim buraya konacak
    “Öteki”, çoğunluk toplumunun bilimi bağlamında karşımıza çıkıyorsa, bu durumda Orta Çağ’daki çeşitli Yahudi toplumlarının pragmatik bilimsel temelleri olduğu gibi kabul edip bunları geliştirerek diğer kültürlere ulaştırmış olduklarını görürüz. Karşılıklı bilimsel değiş tokuş, ilgili çoğunluk toplumunun hükümdarının ve elitlerinin hoşgörüsüne ve Yahudi toplumlarının genel durumuna bağlıdır. Arap-Yahudi bilim ve kültür değiş tokuşunun en verimli safhalarını yaşadığı Orta Çağ’ın muhtelif evreleri, Batı dünyası için büyük bir öneme sahip olmuştur ve bu önem mevcudiyetini korumaktadır.

    18. yüzyıldaki Aydınlanma sürecinden sonra durum Avrupa’daki Yahudiler açısından değişmeye başlamıştır. Artık Yahudiler “yabancı millet” veya “yabancı madde” olarak devlet tarafından kontrol edilmesi gereken “tehlike” şeklinde tanımlanmayacak, aksine “hür” vatandaşlar olarak toplumun “faydalı” kesimine entegre olacaklardır. Bu durum Yahudilerin gördükleri zulümlerin azalmasına ve Yahudi toplumların dönüşmesine sebep olmuştur. Bir Yahudi’nin Aydınlanma öncesinde Yahudi toplumu olmaksızın hayatta kalması pek mümkün gözükmemekteydi ve gelenek ve göreneklere bağlı bir yaşam sürdürme zorunluluğu mevcuttu; şimdi ise hür vatandaşlar olarak daha liberal bir yaşam sürme ve ekonomik yükselişe geçme imkânı doğmuştu. Dinî topluma, Tevrat öğretilerine ve dindarlığa alternatifsiz bir şekilde bağlı kalınarak yaşama durumu artık Yahudi öz-kimliğinin temel ilkesi olmaktan çıkmıştı. 19. yüzyılda kendini gösteren sekülerleşme neticesinde, eğitimli elit entelektüel idealler, etnik kültürel tanımlamalar veya politik seküler ideolojiler etkisiyle şekillenen, büyük oranda asimilasyona götüren yeni Yahudi kimlik paradigmaları ortaya çıktı. Ardından, özellikle 1918 sonrasında büyük oranda yayılan siyonizm, tamamlanmak üzere olan Yahudilik misyonunu frenlemeye ve Yahudi kültürünün ruhuyla şekillenmesi öngörülen seküler bir ulus devletin propagandasını yapmaya çalışmıştır. Avrupalı Yahudilerin 1933-1945 yılları arasında nasyonal sosyalist Almanya tarafından maruz kaldıkları zulüm ve toplu katliam, yerli Arap halkla sürekli karşı karşıya gelme pahasına da olsa İsrail devletinin ortaya çıkmasına çok büyük katkı sağlamıştır.

    Mevcut Yahudi kimliği tasavvurları daha heterodoks ve tartışmalı olamazdı: Yahudi kimliğini holokostta, kısmen de Yahudi kültüründe gören seküler Yahudilerin yanında; kendini kayıtsız şartsız İsrail devleti çerçevesinde tanımlayan, “daha çok Yahudilik” politikası güden, etnik azınlıkları “yeniden iskân ettirme” propagandası yapan ve güçleri gittikçe artan ulusalcı seküler ve ulusal dinî bir Yahudi grubu da mevcuttur. Sayıları bakımından güçlü aşırı ortodoks Yahudi akımları hem seküler hem de dinî siyonizme açık bir şekilde muhalefet etmekte ve askerlik yapmamaktadır. Seküler Yahudilerin bir kısmı da hem İsrail devleti ile hem de dinî Yahudilikle arasına mesafe koymakta ama aynı zamanda Yahudi kültürel formlarını muhafaza etmektedir. Bir diğer kesim de Yahudiliklerini dünya üzerindeki her çeşit adaletsizliğe karşı mücadele etme sorumluluğu olarak tanımlamaktadır.

    “[Yahudiler] diğerlerinden farklıdırlar. Ama aslında, tabiri caizse, kendi içlerinde çok daha büyük farklılıklar göstermektedirler.” (Elias Canetti: Masse und Macht, in: Canetti, Werke, Hamburg 1960, Bd. 3, S. 208)

    *Potsdam Üniversitesi öğretim görevlisi