Geçmişe Bakmaktan Boynu Tutulanlara Kısa Tarih Reçetesi

Abdulhamit Kırmızı

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Gündelik hayatta beynimizin işleyişini gözlemlediğimizde, dündelik ile ne kadar içiçe olduğumuzu görürüz. Düşünürken, konuşurken, okurken, izlerken sadece şimdide değilizdir: Geçmiş, şimdi ve gelecek birliktedir, pek içli dışlıdır; “şimdi” yalnız değil, “dün”le evli, ama onu “yarın”la aldatıyor…

    Günün değişen prizmasıyla filtrelenen geçmiş parçacıkları sürekli yeni konfigürasyonlara giriyor. Hatırladığımız geçmiş bugünümüzle yarınımız arasındaki boşluğu dolduruyor. Hatırladığımız geçmiş değişmez değil; bugünümüzü meşrulaştırmak için hafıza şantiyesinde şekilden şekle giriyor, tutunacağımız bir tutarlılık sunuyor.

    Geçmiş şekil verilebilen, yoğurulabilen esnek bir dünyadır. Beynin işleyişi hakkında genetik, nöro-biyoloji, bilişsel psikoloji alanlarındaki yeni bulgular hafızanın elastikiyetini teyit ediyor. Hatırlamak geçmişte hakikaten yaşanana dönmek değildir; beyinde şimdi gerçekleşen kontrolü sınırlı bir inşa/montaj faaliyetidir. Geçmiş o yüzden her defa farklıdır, hep özneldir; herkes o malzemeden farklı kolajlar yapıyor ve bunların kompozisyonları da zamanla değişiyor. Gündelik hayatta ortaklaşa yaşanan olaylardan herkes kendine özgü hatıralar yontuyor.

    Gün değiştikçe dün değişiyor. Herhangi bir geçmişi değil, ancak bugün işe yarayacak olanı, bizi gerçekten ilgilendireni, bugün işimize geleni hatırlıyoruz. İşimize gelmeyeni unutmak şifadır, beynimizin hayatî bir savunma mekanizmasıdır. Unutmak yaşamak için nefes almak kadar gerekli.

    Toplumsal hafıza da aynen bireyin hafızası gibi çalışıyor ve bugünü meşrulaştırmaya yarıyor. Sadece bugünü anlamlı kılan tecrübe öğeleri nesilden nesle aktarılıyor. Bugün işe yaramıyorsa unutulup gidiyor. Ama o unutulanın da yine işe yaradığında hatırlanma ihtimali vardır. Toplumsal hafıza siyasal ve sosyal değişimlere ayak uyduruyor.

    Tarih soğuk yenen bir yemektir, böyle bakıldığında. Hafıza ve hesaplaşmanın devreye girmesi için yaşananlarla zamansal bir mesafenin oluşması şarttır. Ancak o zaman sıra tarihçidedir, geçmişe yakışıklı bir şekil verir. Tarihçi adeta zaman terzisidir. Geçmişin kumaşından seçer, günün modasına göre üzerimize yakışanı diker ve giydirir. Tarihçi profesyonel bir aşçıdır da, mazinin malzemesini olduğu gibi önümüze getirmez; her malzemeyi tencereye atmaz, bazı yemekleri mutfakta bırakır, damak zevkine göre kendince bir sofra kurar.

    Geçmişle Hastalıklı İlişkimiz: Bir Boyun Tutulmasının Hikayesi

    Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasından sonra kurulan ulus-devletler, sınırları içinde kalan insanların sadakatini kendilerine hasretmek ihtiyacını duydular. Vatandaşların asıl kimlikleri olarak gördükleri dinî ve bölgesel aidiyetlerini zayıflatmalı, onları muhayyel bir ulusa ait olduklarına inandırmalıydı. Bu ikna üretimi standart dil, tarih ve coğrafya öğretimi ile sağlandı: Bütün ulus-devletler kendilerine asırlar süren ve bir kutsal vatanda son bulan ihtişamlı tarih yolculukları kurguladılar; diller, lehçeler, ağızlar kargaşasını tek sese indirmek üzere o tarihten süzülegelen “asil” bir dili canlandırma arayışına girdiler. Arap devletleri Osmanlı öncesi hilafet tarihini, Yunanistan Antik Yunan’ı, Büyük İskender’i, Bizans İmparatorluğunu, Bulgaristan ve Sırbistan eski hanedanları ve kahramanları yeni milletlerinin zihinlerine zerk etti. Türkiye Cumhuriyeti de artakalan Anadolu nüfusuyla beraber, ona Kafkaslardan, Balkanlardan, Suriye ve Irak’tan katılan yeni unsurlardan bir ulus yaratmak zorundaydı. Bu süreçte Türk Tarih Tezi ortaya atıldı, ulusa Osmanlı öncesi bir asalet silsilesi bulundu, köhne ve karanlık Osmanlı’nın izi –bazı ihtişamlı sahneler dışında- silinmeye çalışıldı. Son dönem Osmanlı tarihi Türkler’e ait laik bir cumhuriyete erecek şekilde dizayn edildi. Zengin bir ortak kültürü hatırlatan kelimeler silinsin diye standart öztürkçe karşılıklar üretildi, yer isimleri değiştirildi.

    Bütün bu faaliyetler hepimizi geçmişte hiç olmadığı kadar Türk yaptı, ama büyük bir tepkisel enerjinin birikmesine de yol açtı. Cumhuriyet’in kötülediği, günah keçisi ilan ettiği Osmanlı geçmişi serbestiyet dönemlerinde hortlamaya başladı. Eski imparatorluk topraklarında, Balkanlar’da, Arap ülkelerinde, Kafkaslar’da yaşanan gelişmeler bu geçmişi oralarda da hortlattı. Alternatif tarihler anlatılmaya ve yazılmaya başlandı. ‘Resmî tarih’ söyleminin çelişkileri meydana serildi. Türkiye’de cumhuriyet dönemiyle kontrastlar çizmek için Osmanlı geçmişinin ihtişamlı günleri gündeme getirildi. Bu altın çağ özleminin en güzel ifadesi Cemil Meriç’in meşhur cümlesidir: “Murdar bir hâl’den muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir.”

    Bastırılmış birçok başka sorunun gün yüzüne çıkması gibi, alttan alta yürüyen bu hatırlama süreci iki binli yıllarda iyice belirginleşti. Cumhuriyet idaresini temsil eden askeri müdahalelerle ve en son 28 Şubat süreciyle yaşanan hesaplaşma tarih alanında da derin sorgulamalara ve yeni arayışlara yol açtı. Bu arayışların ekonomik bir canlanmaya denk gelmesi özellikle maziden müreffeh ve muhteşem dönemlerin, lüks ve sefahat içinde yaşandığı varsayılan zamanların canlanmasına katkıda bulunmuş olmalıdır.

    Şuurlu Müslümanın Tarih Şuuru

    “Tarih şuuruna sahip olmak” Türkiye’de 80’li yıllardan beri “şuurlu Müslüman” olmanın şartıdır: Okulda öğretilen “yalan söyleyen tarih” yanlış insanları iyiliyor, doğru insanları kötülüyordu. Tarih yazma hakkı maziyi yamultan elit bir zümrenin elindeydi.

    “Resmi tarih” eleştirilip ters yüz edilirken, Cumhuriyet devrinde ötekileştirilen Müslümanlara iyi gelecek tarihler yazıldı ve bu reçeteler hakikaten Müslümanların özgüven kazanmalarında, kimliklerini pekiştirmelerinde etkili oldu. Ancak bu tarihler de ideolojikti ve zararlı yan etkilere sahipti. Amatörler tarafından yazılan bu tarihlerin geçmişe dair bazı görme bozukluklarına yol açması kaçınılmazdı.

    Çünkü doğru bir tarih bilincinin şartları vardır. Geçmişe bugünden farklı bir dünya olarak bakılmalıdır; orası başkadır, orada olanlar kendi bağlamında ve bir sürecin parçası olarak değerlendirilmelidir. Bu mesafe, bağlam ve devamlılık ilkeleri gözetilmediği takdirde tarihe bakışımızda kimi sakatlıklar zuhur eder.

    Mesela, geçmiştekilerin bizim gibi davrandıklarını, değişmez bir öze sahip olduklarını düşünebilir veya insanlığın hep “ileri” gideceğini vehmedebiliriz. Değişimi inkâr eder, meşruiyeti eskide arar, orada bulduğumuzu rehber ediniriz, yani bağnaz bir gelenekçi oluruz. Değişimin hep iyiye doğru olduğuna inanır, geçmişi küçümseyen bir ilerlemeci de olabiliriz. Ya da tersine, hep kötüye gittiğimize inanır, günün acı gerçeğinden kaçmak için nostalji hastalığına tutulur, bir altın çağ fikrine saplanır kalırız. Oraya bakmaktan boynumuz tutulur.

    Kurguladığımız altın çağda atalarımız silme kahramandır. Dünyayı dize getiren ecdadın ahlakı kusursuzdur, aile değerleri son derece sağlamdır. Sanki ecdat bizim gibi etten ve kandan değildir, sanki ahlak ve aile değerleri değişken değildir. Sanki onlar gibi olmak için, zaman hiç akmamış gibi aynı değerleri benimsemekten başka çare yoktur. O pembe tabloyu yeniden görebilmek için arada yaşanan karanlıklar varsa görmezden gelinmelidir.

    Hızlı değişen toplumların hastalığıdır nostalji; değişime ayak uyduramayanların, zamana yetişemeyenlerin, içinde yaşadıkları dünyayı olduğu gibi kabullenemeyenlerin… Şimdideki hasâretten dolayı bazen geçmişe hasret ederiz. Hâlbuki o geçmiş artık bugünle birleştirilmeyecek kadar uzaktır; arada ihtişamdan ırak, zorlu günler yaşanmıştır. Oraya ait olma hissi bugünle başa çıkamamanın verdiği çaresizliktendir. Sanki insanın içindeki saat dışarıdaki gerçek saatten farklı gösteriyor gibidir.

    Peşimizi Bırakmayan İmparatorluk Hayaleti

    80’lerde başlayan yeni hatırlama süreci sonuçta daha önce kazananların yazdığı tarihi çeyrek asırda değerden düşürmeyi ve kendi tarih versiyonlarını kabul ettirmeyi başardı. Kazananlar değişince hâkim tarih kurgusu da değişmeye başladı. Her hatırlama aynı zamanda başka şeylerin unutulması da olduğundan, tarih diye bildiklerimiz daha çok değişecek gibidir. Zira geçmiş bugünden ve ancak sınırlı bir tasavvur imkânımız olan gelecekten bile daha değişkendir. Bugün bize lazım olan hangi geçmişse onu hatırlarız. Dolayısıyla Müslümanların geçmiş hakkında anlattıkları en çok bugünkü öz bilinçleri hakkında bilgi veriyor. Hatırlamak bugüne ait bir işlemdir. Her hatırlamanın bir amacı vardır, farkında olmasak da: beklentiler, hedefler, ümitler…

    İmparatorluklar küreselleşme çağının da yakasını bırakmayan hayaletler. Eski imparatorluk yapılarından kopan devletçiklerde yaşanan hastalıkların ilacı, uzaktan bakınca muhteşem görünen o zengin mazide aranıyor. Sanki tarih oradan doğal yatağında akmaya devam etmiş sürekli bir ırmak değil de, yüz yıl önce yaşanan bir savaşın yalıttığı devasa bir göl!

    Osmanlı geçmişine odaklanmaktan kaynaklanan körlüklere de dikkat etmek lazım. Türkler eski Osmanlı coğrafyasına dâhil olmayan Müslüman dünyasını takip etmiyor artık. 80’li-90’lı yıllardaki İslamcılığın aksine, bugün kimse Hindistan’daki yeni hükûmetin Müslümanlarla ilgili politikasıyla veya Endonezya’daki ilginç başkanlık seçimiyle ilgilenmiyor. “Bayrağın düştüğü yerden kalkacağı” efsanesi bizi kendimizi aşırı önemsemekten öteye götürmüyor. Türkiye’de Müslüman gençler kendilerini uluslararası ölçütlerde yetiştirmeye yönelik daha derin ve kalıcı faaliyetlere girişmektense, medyada ulusal politikanın gündelik tartışmalarıyla harcıyor zamanını; basit komplo teorilerine ve içerideki kısır çekişmelere veriyor enerjisini.

    Bu tarih işini biraz abartıyoruz sanki. Tarih bugün elinden bir şey gelmeyenler için güzel bir avutucu olabiliyor. Kur’an’daki “elhâküm’üt-tekâsür” uyarısını tekrar bu bağlamda dikkate almakta fayda var. Çokluk kuruntusuyla oyalandık, diriler yetmedi hatta kabirlere kadar gittik, ölülerimizi de saydık öğünmek için. Surenin adı bile Tekâsür, “evlâd-ı Osmanlı”cılık oynayan ham ve yobaz ecdatçılara ne büyük uyarı!

    Tûl-i emel kavramını da sadece gelecek için değil geçmişe de şamil görmeliyiz. Uzun emeller beslemek sadece gelecekle ilgili değil, geçmiş arzusu da ibnü’l-vakte yakışmaz. Asr suresinin tefsirinde “mâzi hayâl, manzar-ı âtî henüz adem” ve “vakta münâsib kelam et” diyen Elmalılı Hamdi Yazır, “ibnü’l-vakt” olmayı öğütler, “yani ömrünün ve bilhassa içinde bulunduğu vakt-i hâlin kıymetini bilmeli.” Fussilet suresinin tefsirinde “en lâ tehâfû ve lâ tahzenû…” ayetini şöyle anlamlandırır: “(lâ tehâfû) korkmayın – istikbâlden endişe etmeyin (ve lâ tahzenû) mahzun da olmayın – yani geçmişi de merak etmeyin”. Günümüz hayrolsun, hem ilerisi hem gerisi tûl-i emel.