Bu Dünyadaki “Nasib”imiz

Muhammed Rustom

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • İnsanların, sık sık, dünyadaki hayatlarımız ve dinimiz arasında bir denge kurmamız gerektiğinden bahsettiğini duyarız. Bu, geleneksel İslami ıstılahta pek de alışıldık bir formül değildir, zira geçmişte Müslümanların öncelikleri belliydi. Onlar, İslam’ın zorunlu kıldığı hayat tarzını yaşamanın gereklerini anlıyor, dünya hayatının gereklerinin ne olduğunu biliyorlardı. Böyle olunca da, bir denge “kurmak” zorunda kalmıyorlardı, çünkü bu denge, sürekli Tanrı’yı hatırlatan ezanın sesini sokakta duyduklarında, doğal olarak hayatlarında beliriveriyordu; bugün yaşadığımız dünyayı şekillendiren genel kararsızlık hâline orada yer yoktu. Ne var ki, günümüzde belki de bu denge kurulamıyor olduğundan pek çok insan kendilerine ve diğerlerine din ve dünyanın birbirleriyle uyum içinde tutulması gerektiğinin hatırlatılmasını istiyor. Yıllar geçtikçe gördüğüm şu ki, bu tür bir tutum hakikatte pek bir işe yaramıyor. Bu ise şu anlama geliyor; dinî ibadetleri formalite gereği bile olsa yerine getirmemiz kaydıyla bizden dünyayı mümkün mertebe takip etmemiz bekleniyor. Bu noktada, asıl ahkali ve manevi yaşamı herkes elde edemiyor. Daha açık konuşmak gerekirse, aslında söylenen şey şu: Arzu ettiğiniz kadar dünyevi olun, fakat aynı zamanda dinî uygulamaları günlük rutininize yerleştirdiğinizden de emin olun. Bu ise şunu söylemekle aynı anlama geliyor: Dininizin dünyanıza uyduğundan emin olun. Bizler, hayata karşı, bu gibi yüzeysel yaklaşımlardan çok daha derin bir şeyin peşinde olmalıyız. İslam’ın geleneksel normlarını ve değerlerini hayatlarında çok daha iyi şekilde tecessüm ettiren geçmişteki Müslümanlar, günlük hayatlarını manevi hayatlarına, dünyalarını dinlerine uydururlardı.

    Dünyanın peşine düşmenin önemini vurgulamak isteyen modern zaman Müslümanları ise, duruşlarını desteklemek için şu ayeti okuyorlar: “Bu dünyadan nasibini unutma!”(1) Bugünkü Müslümanların bundan anladığı “nasip” maddi refaha işaret ediyor. Hatta bu ayet, daha geniş bir anlamda, sınırsız bir şekilde maddiyatın peşine düşmeyi bile anlatıyor olabilir. Kur’an’ın bu ayetinin geçtiği asıl bağlamda, Hz. Musa (a.s.) düşmanlarından birine, Firavun’un sarayının bir üyesi olan Karun’a tavsiyede bulunuyor. Karun’a yaptığı tavsiyenin ilgili kısmı şöyle: “Ve Allah’ın sana bu vergisi içinde sen ahiret evini ara ve dünyadan nasîbini unutma!” (28:77) İslam medeniyeti klasik dönemi meşhur müfessirleri (Taberi, Kurtubi ve Fahreddin Razi gibi) Musa peygamberin bu sözleri hakkında birçok yorumda bulunmuştur.(2) Daha açık söylemek gerekirse, Hz. Musa, çok zengin olan Karun’a servetini iyilik yapmak için kullanmasını ve bu noktada açgözlü olmamasını tavsiye etmiştir. Fakat buradaki tavsiye, aynı zamanda genelgeçerdir. Bilhassa “nasip” kelimesini göz önüne alan müfessirler, bize, bunun salih amel işlemek ve bağışta bulunmak, veyahut da Tanrı’nın bize bu dünyada vermiş olduğu nimetlerden sade bir şekilde yararlanmak anlamına gelebileceğini söylemektedir.

    Aynı zamanda, “nasip” bizim kabirlerimize de işaret etmektedir. “Dünyadan nasibini unutma!” ifadesi, bu nedenle, “Bu dünyada iken ölümü unutma!” şeklinde anlaşılır. Bu çerçevede, burada incelenen “nasip” kelimesinin ölümü hatırlamak ile doğrudan alakası vardır. Bir bütün olarak bu okumada (yorumda), “Ve Allah’ın sana bu vergisi içinde sen ahiret evini ara ve dünyadan nasîbini unutma!” lafzının, ahiret hayatının peşine düşmek ve bu dünyayı bu (asli) amacı gerçekleştirmek için nasıl kullandığımızla bir ilgisi vardır. Aslında, Musa peygamberin bu tavsiyesi, din ve dünyayı dengede tutmak anlamında bir öğüt olarak da okunabilir; burada din, dünyadaki davranışlarımızın koşuludur.

    “Nasib”in ölümü hatırlama ve onun için hazırlanmaya işaret edebileceği yorumunu tartışmamızın odak noktası şeklinde değerlendirecek olursak, bir yandan bu dünyada onurlu bir hayat sürüp yaşamlarımızı devam ettirmemizi sağlarken bizlerden nasıl olur da (Müslümanın en basit özelliği olarak) manevi kökleri olan ve öte dünya eksenli insanlar olmamız beklenir?

    Geleneksel dinî normların korunması, bugün, ister Doğu’da isterse Batı’da yaşıyor olsunlar, Müslümanlar için en önemli meseledir. Bizi çepeçevre kuşatan, gün geçtikçe daha çok materyalistleşen ve de insanın sadece en dış katmanına, cismani yönüne hitap edebilen bir dünya ile büyük bir mücadele içerisindeyiz: Peki, bizler, genel olarak Tanrı’yı unutmuş, Tanrı’yı zikretmenin yerine modern dünyanın sahte tanrılarını zikretmeyi, en başta da materyalizm tanrısını zikretmeyi koymuş bir dünyada, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in manevi öğretilerine sıkı sıkıya yapışacak takipçileri olarak ne durumdayız? Bu soru bizi aynı zamanda, bir taraftan servet yığarken diğer taraftan İslam’ın öğretilerine bağlı kalmanın mümkün olup olmadığı sorusuna götürür.

    Burada, “materyalizm”i en olumsuz anlamında anlıyorum; yani günlük yaşantımız için gerekli malların basit anlamda birikimi şeklinde değil, bireylerin, günlük yaşantılarındaki makul ihtiyaçlarının ötesinde kitlesel tüketimi şeklinde. Kitlesel ölçekte alındığında, günlük hayatı tanımlayan bir unsur olarak materyalizm tüm diğer şeylerin onun üzerinden görüldüğü yegâne mercek hâline geliyor. Savaş, yoksulluk, ekoloji ve benzeri mevcut küresel krizlerimizin hepsi tek bir soruna, materyalizm sorununa geri gidiyor, ona dayanıyor.

    Materyalizm, sadece insanoğlunun ve toplumun etraflı bir yıkımına yol açabilir, zira o tamah ve insan ruhunun diğer hastalıkları ile oldukça yakından ilgilidir. Daha fazlasını istemek ise insan doğasının bir parçasıdır. Doğrusu bu taşkın arzunun bir sonu yoktur. İşte bu yüzden Peygamberimiz, “Âdemoğluna bir vadi dolu altını verseniz bir ikincisini ister. Onun gözünü bu dünyadaki hiçbir şey doyuramaz, sadece toprak doyurur.” demiştir. Başka bir deyişle, insanoğlu, hep daha fazlasını isteyecektir ve bu açgözlülük hastalığı iyileştirilmezse, kendimizle birlikte bunu mezarımıza kadar götüreceğiz, ki bunun iyi bir şey olmadığı aşikârdır.

    İslam geleneği insanın bir beden ve ruhdan müteşekkil olduğunu kabul ettiğinden şunu sormalıyız: Bu materyalizm, ruh ve bedenden müteşekkil insan bütünlüğünün hangi yönüne hitap etmektedir? Daha önce de değinildiği üzere, cevap sadece insanın bedenidir. İslami öğretide insanın (bedenî) varlığı, onun en aşağı/basit imkânıdır. Bizi biz yapan unsurlardan biri olan en dıştaki parçamız; bu dünya ve öteki dünyadaki hayatlarımızda önemli bir rolü olmasına karşın fiziksel bedenlerimiz esasen biz değilizdir. Bu nedenle sadece bedene hasredilen bir hayat, gerçek benliklerimizin üzerini ciddi biçimde örterek kendimizi gerçekleştirmemizi engelleyecektir. Materyalizm yalnızca bedeni yönümüze ve hayatlarını yöneten ilke olarak materyalizmi benimsemiş olanlara hitap edebilir (ve pek çok Müslümanın pratikte böyle olmadığına inanmak için hiçbir neden yoktur); bu kimseler tüm hayatlarını insan bütünlüğünün daha önemli olan öteki parçasını, yani insanın manevi doğasını ya da ruhunu görmeden yaşayabilirler. İşte burada, çoğu modern zaman Müslümanının, bu din ve dünya retoriği formülünün din kısmına nasıl da pek az önem verdiğine, dinin etik ve manevi boyutuna değil de, dışa dönük uygulamalarına vurgu yaptığına dikkat edin. Aslında, dini sadece İslami pratiğin –yalnızca bedenle ilgili olan– fiziksel boyutuna indirgemek, onu materyalist zihniyetle uyumlu hâle getirmektir.

    Hasılı, aşırı bir biçimde, münhasıran maddiyat peşinde yaşanmış bir hayat ve bu suretle varlığın cismi boyutunun güçlendirilmesi insanın diğer tarafını, yani manevi boyutunu zayıflatacaktır.(3) Böyle bir hayat ise aynı zamanda insana mutsuzluk getirecektir, zira nihai olarak, insanoğlunun mutluluğu deneyimleyen yönü esasen ruhudur, bedeni değil. Duyusal ve bedensel olanın ötesinde, aradıkları şeyden daha fazla bir şey olduğunun sadece farkına varmak için, hayatlarını bütünüyle duyu verileriyle meşgul olarak yaşamış pek çok insana küçük bir bakış, kanıt olarak yeterlidir.

    İnsan mutluluğunun maddi olmayan/manevi şeylere bağlı olduğuna dair köklü bir mantık vardır: Tanrı, hiçbir surette maddi değildir, fakat mutluluğun kaynağı O’dur ve esasında O mutluluğun ta kendisidir. Bizler (“Tanrının vasıflarıyla vasıflanın” şeklindeki nebevi emir uyarınca) daha çok Tanrı’ya benzedikçe daha az “maddi” ve de daha çok mutlu oluruz. Sadece maddi dünya ve fiziksel bedeni ile meşgul olan bir kimse ise Tanrı’dan oldukça uzaklaşmıştır. Oysa, maddi dünyadan uzak durup öte dünyada Tanrı ile olan karşılaşmasına aktif bir şekilde hazırlanarak Tanrı’ya daha çok benzemeye çalışan bir kimse, Tanrı’ya özel bir tür yakınlığa ve bu suretle, duyuların dünyasına bütünüyle gark olmuştur ve tabiatıyla, ölümden kaçan kişinin idrak edemeyeceği bir mutluluk hâlini yaşar. İşte bu, bu dünyadaki gerekli tüm maddi arayışlarımızın içerisinde, unutmamamız gereken “nasip”tir.

    Şu net olarak anlaşılmalıdır; ben asla içinde yer aldığımız fiziksel dünyada bir hayat sürdürmenin kötü bir şey olduğunu söylemeye çalışmıyorum. Esasında, bu dünyada Tanrı’nın nimetlerini aramamız ve kendimiz, neslimiz, cemaatimiz vs. için mümkün olduğunca rahat hayatlar ihdas etmemiz gerekiyor. İslam hukukunun (şeriat) gayelerinden ya da makasıdından (maksatlarından) birisi, servetin (malın) korunmasıdır ve bu da gelmiş geçmiş bütün büyük İslam âlimlerinin farkında olduğu bir gerçektir. İnsan bedeninin manevi hayatlarımızda çok önemli bir rol oynadığına dair derin bir algı vardır, fakat bu çok daha etraflı bir tartışma gerektiren, ayrı bir konudur.(4)Burada işaret ettiğim şey ise biz insanoğlunun meyilli olduğu materyalizme olan derin ve özel psikolojik bağlılık ve bu bağlılığın, nasıl olup da ilahi olanın hatırlanmasıyla ilgilenmeyen seküler bir dünyada yaşamakla güçlendiğidir. Bizim gözümüzü boyayacak ve bu nedenle gerçek benliğimizi unutturacak olan materyalizmin bu şeklidir. İyi niyetli inananlar bile, dikkatli olmazlarsa materyalizmin mezkur tuzağına düşebilirler. Materyalizmin bizleri, manevi varlıklar olarak ilerlemekten alıkoyduğunu anlamamızın en kesin yolu, servet ve maddi şeyleri biriktirme arzusunun, Tanrı’yı hatırlamanın hayatımızdaki yeriyle olan ilişkisine bakmaktır. Kendinden geçmiş bir biçimde servet yığmak ve hayatın bir şekilde aşırı nicelleştirilmesi bizi tamamıyla ayartabilir, ta ki çok geç olana, yani, ölüm gelip kapımızı çalına dek: Oyaladı mal mülk çokluğuyla öğünmek sizleri, ziyâret edinceye dek kabirleri. (102:1-2).

    (1) Kur’an tercümeleri (İngilizce –birtakım değişikliklerle birlikte- şuradan alınmıştır: Kur’an Araştırmaları: Yorum ve Notlarla Yeni Bir Tercüme, Editörler: Seyyid Hüseyin Nasr, Caner Dağlı, Maria Dakake, Joseph Lumbard ve Mohammed Rustom (New York: HarperOne, 2015).

    (2) Bu ayetle ilgili yorumlar Caner Dağlı’nın Kur’an Araştırmaları’ndaki, 28:77 ayetinin tefsirinden alınmıştır.

    (3) Bu noktada daha geniş bir açıklama için: Kuran Araştırmaları’ndaki 14:3 ayetine dair yorumuma bakınız.

    (4) Bu sorgulama hattıyla ilgilenenler, şu eserde mükemmel bir tartışma bulabilirler, Seyyid Hüseyin Nasr, Religion and the Order of Nature (Oxford: Oxford University Press, 1996), Bölüm 7.