Almanya’ya Gelişinin 100. Yılından Mehmet Akif Ersoy’u Hatırlamak

Kadir Kon

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Türkiye’deki İslamcılık düşüncesinin fikren ve amelen en somutlaşmış hâli kimdir? diye sorulsa akla gelecek ilk isim kuşkusuz Mehmet Akif Ersoy’dur. İstiklal Marşı’nın yazarı olduğundan “milli şair” olarak vasıflandırılan Akif’in asıl sıfatı “İslam şairi” olarak bilinir. Bunun nedeni şiirlerinde ele aldığı bütün konuları İslam dairesinde ele almış olması kadar İslam’ı bir hayat düsturu olarak ömrünün sonuna kadar her şeyin önünde ve üstünde tutmasından kaynaklanır. İslamcılık olarak adlandırılan düşünce sistemi veya düşünme biçimini “klasik/geleneksel” İslam’dan ayıran en önemli fark, modern hayatla/kurumlarla Müslümanlığın bir arada yaşayabileceğini iddia etmesinden kaynaklanır. Yani, Müslüman kalınarak da modern dünyada yaşanabileceğini göstermektir. İslamcılığın ilk temsilcileri olarak kabul edilen “Yeni Osmanlılar”ın 1860’larda ortaya çıkmalarına sebep Tanzimat idarecilerinin (Âlî ve Fuad Paşalar) Batı’yı ve İmparatorluk’taki gayrimüslimleri merkeze alan, fakat buna karşın Müslümanları ikinci plana atan uygulamalarına gösterilen tepkidir. Avrupa’daki liberalizmle İslam’ın değerlerinin çelişik olmadığını iddia eden Yeni Osmanlılar anayasacılık ve meşrutiyetçilik/parlamentarizm temelli siyasi düşüncelerine İslami dayanaklar bulmak ümidiyle İslam’ın ilk dönemlerindeki (Asr-ı Saadet) uygulamaları öne çıkartmışlardır. Böylece İslam dünyasının son dönemlerinde (19. yüzyılda) Batı karşısında yaşadığı “gerileme”nin asıl nedeninin “Asr-ı Saadet” dönemi sonrasında Müslümanların İslam’ın özünden sapmalarına bağlayan bu anlayış, İslam’ın ilk döneminden son dönemine kadarki geçen bütün tarihi tecrübeyi ise ya yok saymışlar ya da “bozulma” olarak değerlendirmişlerdir. Dolayısıyla Müslümanların tekrar özlerine dönerek ve birliklerini sağlayarak (İttihad-ı İslam) ayağa kalkacakları ve Avrupa karşısında yeniden galip gelecekleri düşüncesi İslamcılık düşüncesinin özünü oluşturmuştur. İşte Mehmet Akif’in de eserlerinde sürekli vurgulanan hususlar esas olarak bu düşünceden, yani İslamcılık düşüncesinden referanslı görüşler olmuştur. Akif’in şiirlerinde yaptığı iki temel eleştiri konusu vardır. Bunlardan birincisi Batı’nın zulümkârlığı yanında toplumuna, dinine yabancılaşmış, batıcı yerli aydınlar grubunun imansızlığı ve ahlaksızlığı iken; ikincisi geleneksel anlayışla hareket eden ve dünyanın (Avrupa’nın) aktığı yönden bîhaber, umursamaz, uyuşuk Müslümanlardır. Örneğin 1908-1911 yılları arasında Sırat-ı Müstakim dergisinde çıkan şiirlerinden oluşan Safahat’ın birinci kitabında yer alan “Durmayalım” başlıklı şiirinde Akif, “Fevc fevc akmakta insanlar bütün istikbale” diyor ve ardından şöyle devam ediyor:

    “Kurtuluş yok sa’y-i dâimden, terakkiden bugün.

    Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur!

    Bunların hakkında bilmem bir bahânen var mı? Dur!

    Mâsivâ bir şey midir, boş durmuyor Hâlik bile:

    Bak tecelli eyliyor bin şe’n-i gûnâgûn ile.

    Ey, bütün dünya ve mâfihâ ayaktayken, yatan!

    Leş misin, davranmıyorsun? Bâri Allah’tan utan.”(1)

    Akif’in Batı’ya yönelik eleştirisi kategorik bir toptan reddediş değildir. Akif’e göre Müslümanlar Batı’nın “ilim” ve “san’at”ını almak zorundadırlar, fakat ahlakını ve sosyal hayatını kesinlikle almamalıdırlar. Safahat’ın ikinci kitabında yer alan “Süleymaniye Kürsüsünde” başlıklı şiirinde Batı’yı ve Doğu’yu çok iyi bilen “münevver” bir Müslüman âlim olarak konuşturduğu şahsın (Abdürreşid İbrahim) ağzından bu ayrımı, artık meşhur olmuş olan, şu dizelerle yapmaktadır:

    “Başka yerlerde taharriye [aramaya] heveslenmeyiniz.

    Onu kendinde bulur yükselecek bir millet;

    Çünkü her noktada taklîd ile sökmez hareket.

    Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atini.

    Veriniz hem de mesâinize son sür’atini.

    Çünkü kâbil değil artık yaşamak bunlarsız;

    Çünkü milliyeti yok san’atin, ilmin; yalnız,

    İyi hatırda tutun ettiğim ihtarı demin:

    Bütün edvâr-ı terakkiyi yarıp geçmek için,

    Kendi “mahiyyet-i rûhiyye”niz olsun klavuz.

    Çünkü beyhudedir ümmîd-i selâmet onsuz.”

    Mehmet Akif’in kendisi aslında bu mısralarda çizilen “rol-model” Müslümanın en iyi örneği sayılır. Nitekim Akif, Batı’nın ilmini/bilimini batılı eğitim veren “Baytar Mektebi”nde almış, fakat öte yandan okul dışında İslâmî ilimleri tahsille Kur’an’ın hıfzını tamamlamıştır. Böylece özünden sapmakla eleştirdiği yerli münevver tipinin karşısına Müslümanlıkla, Batı’nın ilmini uzlaştırabilen, dolayısıyla hem yerli hem de evrensel olabilen yeni bir Müslüman münevver tipi olarak çıkmıştır. Akif’in gerek söylem gerekse de eylem tarzında ortaya koyduğu bu yeni, “ideal” Müslüman tipolojisinin sonraki yıllarda yeni nesillerin eğitiminde örnek alındığını da görüyoruz.(2)

    “İlmini”, “san’atını” övdüğü, fakat ahlakını yerdiği Avrupa’ya Mehmet Akif’in ilk defa giderek, “Batı”yı yakından tanıması Birinci Dünya Savaşı yıllarında gerçekleşmiştir. 1914 yılı Aralık ayı başında Osmanlı devleti adına görevli olarak Almanya’ya giden Akif’in bu seyahati hakkında çok ayrıntılı bilgilere sahip değiliz. Sadece Osmanlı devleti adına Şeyh Salih Tunusî ile birlikte Almanya’nın Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Şark İstihbarat Birimi’nde görevli bir personelin nezaretinde ve birkaç günlük bir tren yolculuğu sonunda Berlin’e ulaştığını ve orada Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’nda uygulamaya koyduğu “İslam stratejisi” çerçevesinde bazı faaliyetlerde bulunduğunu biliyoruz. Bu faaliyetler daha ziyade İslam dünyasına ve o sırada İtilaf Devletleri safında savaşırken Almanya’nın eline esir düşmüş Arap, Tatar ve Hintli Müslüman askerlerine yönelik propaganda çalışmalarını kapsamakla birlikte, Almanya’nın Osmanlı devleti gibi bir Müslüman devletle Hristiyan devletlere karşı giriştiği ittifakın Alman kamuoyunca anlaşılmasına yardımcı olmak gibi ikinci dereceden amaçları da içeriyordu. Özellikle “mutaassıp” Katolik Almanların Müslümanlar hakkındaki “yanlış” kanaatlerinin değiştirilmesi konusunda Alman görevlilerinin Akif gibi, Şeyh Tunusî gibi “aydın” Müslümanların yardımlarına ihtiyaç duyduklarını görüyoruz. Nitekim Akif ile Salih Tunusî Berlin’e gider gitmez, 8 Aralık 1914’te Alman şarkiyatçıların tertiplediği geniş katılımlı (yaklaşık 350 kişi) bir toplantıya iştirak etmişlerdir. Prof. Dr. Richter’in “Der Krieg und der Islam [Savaş ve İslam]” başlıklı konuşmasının ardından salonda hazır bulunan önde gelen Alman şarkiyatçılar arasında cihat kavramı üzerinden bir tartışma yapılmış, bu arada Şeyh Salih’in cihatla ilgili bir risalesi mütercimi Schabinger tarafından hazirûna okunmuştur.(3)

    Berlin’deki bu toplantıdan birkaç gün önce (5 Aralık 1914) Mehmet Akif ile Şeyh Salih Tunusî Alman şarkiyatçı Prof. Dr. Martin Hartmann’ı ziyaret etmişlerdi. Bu ziyaretle ilgili olarak bir tanıdığına yazdığı mektup sayesinde Hartmann’ın misafirleriyle ilgili intibalarını öğreniyoruz. Mektupta Hartmann, Şeyh Salih için “şeriatın doğruluğuna olan inanmışlığına rağmen onunla bir anlaşma zemini sağlanabilir …” derken; Mehmet Akif hakkında olumsuz, hatta alaycı ifadeler kullanmış ve ondan “zavallı Türk” şeklinde bahsetmiştir. Yine daha sonra Mehmet Akif ile Hartmann’ın yeniden bir araya geldiklerini ve bu buluşmada daha ziyade Türk edebiyatı ve şiiri üzerine konuştuklarını görüyoruz. Hartmann’ın aynı mektupta bahsettiğine göre ziyaret sırasında Akif’le Alman şarkiyatçı Türkçü şair Mehmed Emin hakkında konuşmuşlardı. Bu konuşmalardan pek de memnun kalmadığını açıkça ifade eden Hartmann, Akif’i “yeni zamana ayak uyduramamış Türk dar kafalılığının bir temsilcisi …” olarak vasıflandırmıştır. Fakat bu görüşmelerin bir de Mehmet Akif tarafından anlatılan versiyonu vardır ki, burada Akif, Hartmann’ı “dalavereci” ve “cahil” gibi sıfatlarla yâd etmektedir:

    “Bir gün Akif’e Berlin’deki müsteşrikler sorulur. Akif de, onların en büyüğü Hartmann’mış. Şu göklere çıkarılan adamı bir tanıyayım dedim. O da beni görmek istiyormuş, konuştuk. Bu meşhur müsteşrik her ilim dalaverecisi gibi benim gözümü boyamak isteyen birtakım umumi laflar etti. Ben dediklerini dinler gibi göründükten sonra, ‘En iyi bildiğiniz Türk şairi kimdir?’ dedim. O tereddütsüz ‘Fuzuli’ diye cevap verdi. … ‘ben şimdi bunu yazmakla meşgulüm’. Bir de gördüm ki herif yüzünden Fuzuli’yi okuyamıyor, hele hiç anlamıyordu. Artık tahammülüm kalmadı, ‘ben, dedim, bilgilerinizin sınırını takdir edecek durumda değilim, fakat size bir şey söyleyeyim mi, fakat sizin en bilmediğiniz ve anlamadığınız Türk şairi Fuzuli’dir, buna emin olun. …”(4)

    Akif ile Hartmann arasında yaşanan bu gerginliğin temelinde muhtemelen daha başka ve esaslı bir ayrılık yatıyordu. O da Hartmann’ın İslam ile ilgili tipik şarkiyatçı tutumuna karşın Akif’in İslam’ın/şeriatın esasları konusundaki taviz vermez tutumu idi. Zira o dönemki Alman şarkiyatçılar arasında İslam’ı “zararsız” hâle getirmek konusu gündemi işgal ediyor ve hatta yukarıda bahsettiğimiz toplantıda olduğu gibi “cihat” ve benzeri konularda İslam’ın bir “revizyona” tabi tutulup tutulamayacağı yönünde birtakım düşünceler tartışılıyordu. Ayrıca Hartmann’ın Halide Edip (Adıvar), Mehmet Emin gibi İstanbul’daki Türkçü aydınlarla da irtibatı vardı ve onların İslam algısı ve yaşantısını kendisine çok daha yakın buluyordu.(5)

    18 Mart 1915’te Şeyh Salih Tunusî ile birlikte resmi görevini tamamlayarak Almanya’dan İstanbul’a dönen Mehmet Akif’in dört aya yakın bir zaman kaldığı Almanya seyahatine ilişkin yetkililere bir rapor verip vermediğini bilmiyoruz. Ancak Akif’in Almanya’da iken kaleme almaya başladığı ve Sebilürreşad dergisinde yayınlanan “Berlin Hatıraları” adlı uzun şiirinde bu gibi tartışmalara çok fazla değinmediğini görüyoruz. Bu şiirde genel olarak Akif’in Berlin gözlemleri üzerinden bir “Batı” – “Doğu” karşılaştırması yaptığı görülmektedir. Akif’in karşılaştırmalarından onun Almanya’daki temizliğe, tertibe, düzene, millet olma şuuruna ve gelişmişliğe gıpta ile baktığını anlıyoruz.

    Yukarıda verilen Hartmann-Akif karşılaşmasından hareketle Akif ile ilgili bazı çıkarımlar yapmak mümkündür. Nitekim ömrü boyunca taviz vermeden sürdürdüğü İslami, ahlaki duruşuyla Mehmet Akif tam da İsmet Özel’in tabiriyle “Kalın Türk” olarak sıfatlandırılabilecek özellikte bir şahsiyet, bir karakterdir denilebilir. Özel, “Kalın Türk”ü anlattığı bir konuşmasında diyor ki: “Töre olarak sadece dinini bilen insanlar Türk. (…) Töre olarak dinini bilen insanlara Türk denmiş. Bunlar ‘düz kafalı’ insanlar, sadece bir şeyin ‘helal mi haram mı’ olduğunu öğrenmeye mütemayil. Helalse onun içinde bulunuyorlar, haramsa onunla uğraşıyorlar…”(6)

    Hartmann’ın ilk bakışta Akif’e yönelik hakaretler, olarak değerlendirilebilecek “zavallı Türk”, “zamanına ayak uyduramamış Türk dar kafalılığının temsilcisi …” gibi ifadeleri İsmet Özel’in “Kalın Türk” tanımı zaviyesinden bakıldığında bir Müslüman için iltifat olarak algılanabilecek sıfatlar olarak görülebilir. Dolayısıyla Mehmet Akif bu anlamda gerçek bir “Kalın Türk”tür.

    Mehmet Akif’in bu “Kalın Türk” özelliğini vurgularken, yazının başında da ifade edildiği üzere Akif’in Batı’yı kategorik olarak toptan reddeden bir anlayıştan uzak ve modernlikle İslam’ın belli noktalarda uzlaşabileceğini düşünen/savunan birisi olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Modern, pozitivist bilim karşısında dinin şansının hiç kalmadığına “iman derecesinde” inanıldığı bir zamanda, düşünen ve dünyadaki gelişmeleri yakından takip eden bir Müslüman’ın imanını koruması hiç de kolay değildi. Nitekim böyle bir zamanda Osmanlı’nın son döneminde yetişmiş “aydınlarının” önemli bir kısmı pozitivizmin, bilimciliğin, ilerlemenin girdabında kaybolup gitmişlerdir. Dolayısıyla, İslam’ın ve inancın her yönden ve kesintisiz bir saldırı altında olduğu bir dönemde yaşamış olan Akif’in duruşu ve imanını sanatıyla haykırışı onun ne kadar özel ve önemli bir şahsiyet olduğunu zaten göstermektedir. Ancak Akif’in şiirlerindeki haykırış ve isyan yalnızca Batı’ya, Batı’nın taklitçisi olmuş yerli yarı aydınlara, geleneksel İslam’ın temsilcilerine veya hurafe olarak gördüğü uygulamalara olmamıştır. Akif, şiirlerinde zaman zaman Allah’a bir sitem, hatta yer yer isyan mahiyetinde satırlar kaleme almıştır. Bunun sebebi ise onun, pek az kimsede olan İslam kaynaklı yüksek sorumluluk bilinciyle, dünyanın her bir yanında zulüm gören, ezilen, horlanan, yerlerinden edilen Müslümanların dertlerini omuzlamak istemesinden, fakat (hâliyle) bu yükü tek başına taşıyamamasından kaynaklanıyor olsa gerekti. Ya da onun Rabbiyle kurduğu yakın ilişki ve O’na olan samimiyetinden.

    Sonuç olarak Mehmet Akif’i ve bıraktığı eserleri anlayabilmek için onun yaşadığı dönemi (Doğusuyla, Batısıyla) ve şartları çok iyi bilmek gerekir.

    (1) Mehmed Akif Ersoy, Safahat, Safahat’ı ve eklerini neşre hazırlayan, kitabın baş tarafında Şair’in hayatı hakkında geniş bir araştırma yazan M. Ertuğrul Düzdağ, Gonca yayınevi, İstanbul, 2005, s. 25, 26.

    (2) Osmanlı devletinin son zamanlarında ve “milli mücadele” döneminde Ankara hükümeti tarafından ilk uygulamaları yapılan dünyevi ve İslami bilimlerin bir arada okutulduğu okullar 1924’te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu” sonrasında öğrencisizlikten kapanmıştır. Fakat bu okulların 1950’lerle birlikte yeniden eğitim programına dâhil edildiklerini ve yaygınlık kazandığını görüyoruz. Evet, söz konusu okullar “İmam-Hatip okulları”dır. İmam-Hatip okulları tam olarak İslamcıların idealize ettikleri dinî ve dünyevi bilimleri bünyesinde barındıran eğitim programını içermesi bakımından önemlidir.

    (3) Toplantı ve toplantıda tartışılan konular için bkz. Die Welt Des Islams, Band III, 1915, Heft 2, Berlin, 1916, s. 134-139.

    (4) Mithat Cemal ile Mehmet Akif arasında geçen bu konuşma için bkz. Mehmet Emin Erişirgil, Mehmet Akif. İslamcı Bir Şairin Romanı, cilt III, Ankara Maarif yayınevi, s. 307, 308 (tarih yok).

    (5) Mehmet Akif’in Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya seyahati hakkında daha geniş bilgi için bkz. Kadir Kon, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın İslam Stratejisi, Küre yayınları, İstanbul, 2013, s. 127-137.

    (6) İsmet Özel’in 11.20.2013 tarihinde Ankara’da Bilkent Üniversitesi’nde yaptığı “Kalın Türk” başlıklı konferanstan. Bkz. http://www.bilkentmedeniyet.org/etkinlikler/kaln-trk-smet-zel