Zarifoğlu’nun Anı-Günlükleri “Yaşamak” ile “Mektuplar”da Almanya ve Almanya Türkleri

Kadri Akkaya

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Ahmet Sağlam, Abdurrahman Cem ve Vedat Can gibi müstear isimlerle günlük yazılar da yazan; 7 haziran 1987’deki vefatından yirmi gün sonra düzenlenen “Cahit Zarifoğlu’nun Kişiliği ve Sanatı Çevresinde Söyleşi”sine genç kültür insanları olarak katılan sekiz seveninden ikisi bugün bakanlık sorumluluğunda olan bu Mavera eri; Sarıkamış’ın dağlarına büyük şehirlerden gitar penası ısmarlayacak kadar ince ruhlu bu sanatçı; Voni’de ağlayan, Ulm’de ve Heilbronn’da bir kez daha “acz” içinde olduğunu ifade eden; eline geçen Almanca lisanını ilerletebilme imkânını Katalanya üzerinden Endülüs’e dünya gözüyle bakabilme aşkı için bir fırsat bilen; az konuşup çok eyleyen ve 47’sinde arkada kalanlara zengin imgelerle yüklü, unutulmayacak şiirler bırakıp giden bu insan kim?

    Onun hakkında, pek çok açıdan olduğu gibi, Almanca ve Almanya ilgisi konusunda da epey şey söylenebilir. Türk edebiyat tarihine, Almanya Türkleri’nin kültür kökenlerine kaynak olsun diye bol dipnotlu ilmi bir yazı planlamışken, yazmadan önce epeydir görüşmediğimiz gönül insanı Asım Nesli’nin bu konudaki görüşlerini de dinlemek istedik. İyi de etmişiz. İlmi yazıyı konunun ehillerinin sorumluluğuna havale ederken; dipnotu az, hatırları bolca ama yaşanan hâllerin hakikatinden emin olunan bu metin ve yanık renkli mektupların hayali ortaya çıktı.

    Asım Nesli, “Cahit Zarifoğlu’nun Almanya’daki Türklerle ve onların kültürel dertleriyle ilişkisi, Almanya’ya resmî işçi göçünün başladığı 1961 yılında, İstanbul Üniversitesi, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydıyla başlıyor.” diyor ve devam ediyor: “Bilenler bilir: 1961 yılında liseden mezun olan Cahit Zarifoğlu, İstanbul Üniversitesi’ne girdi. Üniversite yılları maddi imkânsızlıklar içinde geçti. Birçok işte çalıştı. Bu yüzden üniversiteyi on yılda tamamlayabildi.” Duruyor. Yanındaki yol arkadaşına tebessüm ediyor ve bu zamana dek onda hiç görmediğimiz bir hüzünle: “Korkmayız biz ölümden / ölüm uyumak gibi / asıl gücümüze giden / ayrılmaktır sevgiden” diye mırıldandıktan sonra bir “of” çekip, “felek isyankâr söyletiyor; tövbe, tövbe yâ Rabbi!” diyor…

    Zarifoğlu, 1967 yılında, üstâd Sezai Karakoç’un günlük yazılar yazdığı Bâbıâli’de Sabah Gazetesi’nde teknik sekreterlikten sonra, aynı yılın yazında dil kursu için iki aylığına Almanya’ya gitti. 1968 yılında ise Migros şirketinde kısa bir süre Almanca çevirmenlik yaptı, sonra ara verdiği öğrenimine devam etti. Alman şair Rilke üzerine‚ “Die Aufzeichnungen des Malte Laurids Brigge von Rainer Maria Rilke – Eine Studie zu einigen Motive“ isminde, Almanca hazırladığı bitirme tezi, 7 Temmuz 1971 günü kabul edildi. Cahit Zarifoğlu’nun bu tezi Ümit Soylu tarafından, “Rilke’nin Romanında Motifler“ adıyla Türkçe’ye tercüme edildikten sonra, 2013 yılında, çift dilli olarak yayımlandı.

    1972-73’te, İstanbul’da, Özel Bilir Koleji’nde Almanca öğretmenliği yaptı. 1973 yılında Goethe Enstitüsü’nün açtığı dil kursuna katılmak üzere tekrar Almanya’ya giderek yaz boyu orada kaldı. 1967 ve 1973 yılları arasında, otostopla Avrupa’yı ve özellikle Almanya’yı gezdi, gözlemledi.

    1976 yılında çıkarılmaya başlanan Mavera Dergisi’nin çoğu yükünü omuzlayan ve derginin “Okuyucularla” köşesinde okuyucu, potansiyel yazarlar ve şairlerle dergi üzerinden veya birebir mektupla hasbihal eden bir gönül eri işte! Günümüzden otuz yıl öncesinde –meilsiz, feysbuksuz, tivitırsız– bu ne eylemcilik, bu neye meyl ruh böyle? Bugüne göre çok daha zor koşularda yapılan dergicilik ve dergi okuyucularıyla birebir hasbihâl ve sürekli güzele yönlendirme, müthiş bir manevi enerji ve dağarcığında büyük ülküler gerektirir kuşkusuz.

    Zarifoğlu’nun Almanya’ya Türklerin göç hikâyesi ve bunun sonucu ortaya çıkan sosyal ve kültürel yaralarla ilgisi ve gözlemleri Almanya’daki gezilerinden sonra da devam eder tabii. 14 Mayıs 1974 günü, Sarıkamış’tan gazeteci ve şair arkadaşı Abdürrahim Balcıoğlu’na, “Mektuplar”da: “Selâm Rahim Ağa, kişi birden bire uzun yıllar alıştığı kentten bin iki yüz, bin üç yüz kilometreye doğru ayrılıyorsa ve gittiği yeri hiç tanımıyorsa ve orada bir yıl kalma zorunluluğundaysa, bir şeye, bir hüzne, belki bir mahkûmluğu beleniyor. Bu yüzden işte 13 Nisan günü saat 11’lerde uçak; bulutların masalımsı görünüşü üzerinde, tam iç dünyamın havasına uygun bir dekorda, bir bilinmezin pençesine kapılmış gibi ince bir hüzünle akıyordu... Yanımda Trakyalı bir köylü oturuyor… Çenesine doğru incelen yüzünde hafif bir endişe perdelenmişti, az biraz terlemişti. ‘Ne yana böyle?’ dedi. Anladım ki uçağın menzilinden sonrasını soruyor asıl.Sarıkamış’, dedim.Biz Ağrı’, dedi hemen. Binmezdim ama kızım ısrar etti. Çabuk olsun diye böyle istedi. O, Almanya’dan da uçakla geldi. Çocuğu babasının ailesine bırakacagız Ağrı’da. Bir iki gün kalıp döneceğiz. İşte buydu hikaye… Dönüp babasının anne ve babası yanına bırakılacak çocuğa baktım. İki yaşını doldurmamış bile. Anasının kucağında, ağzındaki biberonun altına ağzını dayamış sütünü emiyor. Bu yaşta bir çocuk, memeden yeni kesilmiş bir çocuk, dedeyle nenenin yanında ama ana ve babasından iki bin kilometre ileride büyüyecek ve kim bilir kaç yaşına kadar onları senede bir kez ancak görebilecek. İşte yine Almanya karşımızdaki. Binlerce küçük hikâyeden biri. ‘Hiç imkân yok muydu, yanınızda kalabilmesi için?’ dedim. ‘Yoktu’ dedi kadın…” (1)

    Bu durumu Almanya Taunus Hofheim’den Necdet Göl, yazıştığı Zarifoğlu’na, Mavera için gönderdiği El Kapısı şiirinde, başka bir açıdan şöyle dile getiriyordu: “Eğer yitirmişsek göcümüzü / Bıraktığınız gibi değilsek / El kapıları bu hâle koydu / Bizi. / El kapılarında sızı / Durmuşluğumuzun / Unutulmuşluğumuzun / El kapıları büyük / El kapıları sağır / Bir dilim ekmek uğruna anladık / Hiçliğimizi / El kapılarının ardında yitirdik / Gençliğimizi.”

    Sevgili Ali, …Dönemin son sayısı matbaada. Yeni dönem için hazırlık içindeyiz. Derginin gördüğü alaka iyi. İçeride ve dışarıda daha iyi olması için hep birlikte çalışacağız. Biliyorsun – tahminen – Ocak ayından itibaren film+Afganistan özel sayısı+konferanslarla geniş bir Almanya turnesi düşünüyoruz. Bütün yük sizlerin omuzunda. Umarım üstesinden geliriz. Almanya’da 2000 abone yapalım. Şubemizi açalım. Filmcilik, reklamcılık zengin bir iş. Dikiş tutturabilirsek hepimizi bünyesinde barındıracak maddi güce ve yeteneklerimize göre iş sahalarına sahip olacak, bizlere hizmet imkânı verecek… Selamlarımla. Cahit Zarifoğlu, 22.10.1981”

    O sıralar Almanya’da yüksek öğrenim gören Ali İbrahim Savaş, Erdem Bayazıt’ın bazı şiirlerini Cahit Zarifoğlu’nun diğerlerini motive ettiği gibi, ısrarla teşvik etmesiyle Almanca’ya çevirir. Almanya’daki yazıştığı Necdet Gör, Alev Tekinay, H. Ziya Kuyumcu gibi diğer yazar ve şairlerden biri de, Almanya’daki Türk Edebiyatı’nda temel taşı olanlardan ve o sıralar Mavera’da “Almanya Notları” yazan M. Aktürk, bir mektubunda: “Bize Almanları ve Türkleri, kapılanları ve direnenleri, kısaca kültür çatışmasından doğan çapıcı gözlemlerinizi yazabilirsiniz.” diyor.

    İlk sayısı 1976 yılında çıkan Mavera dergisinde şiir ve diğer yazılarının yanında, 1978 yılında başlattığı ve yaklaşık dört yıl özveriyle sürdürdüğü “Okuyucularla” köşesinde hem Türkiye’de hem de Almanya’da edebiyat ve sanatta, “iyiliklerin yayılması ve kötülüklerin önlenmesi” yolunda olmak isteyenlere mihmandarlık yaptı. Dergideki üslûbu da mektuplarındaki gibi sıcak ve sohbetvariydi hep.

    Birçok şiiri İngilizce ve Arapçaya çevrilen Zarifoğlu’nun sevenlerince Duisburg ve Berlin’de çıkartılan Wird ve Kafdağı dergileri çevresinden Cemile Dilmaç tarafından çevrilen Daralan Vakitler şiirinin Almancasının bir bölümü şöyle:

    Die Tränen Beiruts

    Stehen nun Damaskus bei

    Die Muslime jedoch Fern

    Als wären sie in einer anderen

    Unerreichbaren Welt aus der es kein Gelangen gibt.

    Dein Schmerz, ein Tal

    Giftige Blumen liegen wie eine Ebene vor mir.

    Nur schauen soll mein Auge

    Die Einzelheiten,

    Ihre abgeknickten Glieder,

    Ihr durch Brand vom Knochen gelöstes Fleisch,

    Die auf Sand gebetteten Leichen,

    Von den großen Agenturen verbreitete Bilder,

    Wie ein Zuschauer soll es dies sehen.

    Hast den Kampf niedergelegt und bist eingetaucht in die Welt,

    Wie Fliegen die sich auf Mistfladen niederlassen.

    Der Strudel Dreht sich

    Von oben und an den Seiten wird die Welt immer enger

    Wie Vieh das aus den Ebenen, durch enge Pfade getrieben wird

    Wirst du eines Tages, ob du willst oder nicht

    Dem gegenüberstehen vor dem du fliehst.

    Bete

    Das dies nicht der letzte Tag, das jüngst Gericht sein wird.“

    Şiirler adlı kitabında ise bir şiirine şöyle bir girişle başlıyor:

    “Ey gece sen de aldatıldın

    Sana da tuzak kurdu yüzü güneş parıltılı kız

    Rosamariegirbach

    *

    Gidip bilmediğin kentlerin

    Böğrünü delen harp mikkaplarını gördüm

    Kartpostal tüccarlarını

    Kilise ortak Pazar birlik orak çekiç

    Ve asya ve afrikaya ayak atma postallarını

    Ve kimseyi göstermeyen aynaları

    Ve bir istasyonda

    Hatta önemsiz bir memurun yakınında

    İçinden asya çıkan bir balya”

    Sayfa 203’de şöyle devam ediyor:

    “Dom’un üç asrın

    Kana kan koyup

    Yücelttiği abesin

    Galerisi insan ve heykel ve resim ve kezzap galerisi”;

    Sayfa 285’de, şairin üstadının o ünlü tiyatro eserinin –üzerinden kırk yıl geçtiği hâlde hâlâ Almanya’da icrası yapıl(a)mayan- ütopik bir hayali icrası:

    “SCHWAEBISCH – HALL 1972

    şvebiş – hal’de

    büyük bir park her alman kentinde

    bulunduğu gibi

    ve merdiven tiyatrosunda

    bir adam yaratmak piyesi

    olmaz dedi berbel

    birden

    necip fazıl göründü merdivenlerde

    müt-

    hiş-

    ti.”

    Asım Nesli: “O, ülküsü olan, yerlilikten evrenselliğe doğru bir yol olan ve bizlerin gören gözlerine, eğer bakmasını bilirsek, nice patikalar gösteren biriydi. Stefan Andres’in “Wir sind Utopia” adlı uzun bir öyküsünü Türkçe’ye çevirdiğini mütevazı bir şekilde kendisiyle yapılan eski bir söyleşisinde belirtiyor. Sonraları vefâkar dostları bu çeviriyi, onun anısına Hece Dergisi’nde yayımladılar.” diyor.

    Yaşamak adlı anı-günlüklerinde: “CALW 1967. Yağmur.” dedikten dört sayfa sonra: “Ruh akmaktadır bu koca medeniyetin içinde… Evet insan büyük. Bir yanlış üzerinde toplum hâlinde bu dahiyane duruş, fakültelenmeler, makul ve sinsice tavizler, asırlarca süren hayvani çırpınmalarla, sonucunda büyük büyük azaplar olan nefsi özgürlük ilanlarına ve alt-hayvana yaltaklanmalara o artistçe giydirişler, yüzyıllarca süren katlanmalar” diye muassır medeniyetin merkezini özetlerken, “ılık ve gülümseme dolu sesini” ve “müslümanca selâm verip selâm alışını” hatırından silemediği ve atalarının çok önceden Türkistan’daki göçebeliği bırakıp İskandinavya’ya göç etmiş, Goethe Enstitüsü’nde beraber Almanca öğrendiği Finlandiyalı kız öğrenci arkadaşıyla vedalaşmasını ve onun göçmenlik konusundaki kendisine söylediklerini şöyle anlatıyor:“Binbir ocak yaktık yollarda / binbir yatak serdik ovalarda, binbir çadır kurduk / binbir çocuk binbir hayvan / binbir açlık binbir ev hatırası…”

    Asım Nesli: “Ulm deyince bir duralım“ diyor ve Yaşamak’tan kısa bir bölüm okuyor: “ULM 1967 …bütün hayatı boyunca elli-altmış nüfuslu bir mezradan, otlattığı hayvanlardan başka hiçbir hayat tanımamış olan Şehmuz Kahraman o kalın dudaklarla karşılaşınca bütün varlığı derin tehlikeler… ” Ve devamla okuduğunu yorumluyor: “İşte resmi işçi göçüyle buralara gelmiş bir Anadolu köylüsünün şok olmuş ruh hâlini gözlemliyor Zarifoğlu ve memlekette kalan ailesinin ondan gittikçe az gelen ve nihayet kesilen mektuplaşmasını dile getiriyor.” diyor.

    Salt yazdıklarıyla değil, hâl ve davranışlarıyla da ardından gelecek kuşakların estetik duygusuna, sanat ve edebiyatına yol açıcı olan onun girişimleri ne hazin ki yetkinsizler ve haddini aşanlarca güdük bırakıldı. Wird, Kafdağı ve sair dergiler onu örnek aldılarsa da Batı’nın hızlı zaman akışı ve hayatın zalim çarkı “Ütopya”yı görünmez etti.

    1966 güzünde İstanbul Tünel’deki Moran Han’da, Alman Kültür Merkezi’nde, “Genç Şairler Toplantısı”. Zarifoğlu da podyumda. Toplantı sonu, İsmet Özel: “Toplantının yıldızıydınız. ” diyor ve ekliyor: “Bizim safımızda olmanızı isterdim. ” O, Özel’e: “Allah korusun!” Özel’in yanındaki “nursuz biri”, haşa: “O ne karışır.”, Zarifoğlu: “Yalnız O karışır.” diyor.

    İşte böyle! Devşirileme çarkının “üretim hatası” bu “acz” aksi olsaydı, şimdi hep Batı’yı gösteren bir yıldız olurdu kuşkusuz.

    Tribünlerden içindeki tek tek şahısları ya da ormana bakarken içindeki tek değerli ağacı bile görmeden geçmeyen, onlarla tek tek ilgilenen bu kendine has, kalabalıklara hitabı olmayan, tribünlere değil kalplere ve bu kalpleri taşıyan vücutların başlarındaki akla hitabı olan bir derviş idi o. Şimdi bazen kalabalıkları ve tribünleri cezbetmek isteyen başımızdakilerce şiirleri okunuyor.

    “Ve gördük ki mekân değildir önemli olan ve lakin o da değildir, eylemdir önemli olan ve dahi değildir kalb olmadıkça” hâl tecrübesini kulakları ve gözleri mühürlenmemişlere işaret edip (İşaret Çocukları), ve o işaretleri Yedi Güzel Adam olarak büyüttükten sonra Menzil’ine Korku ve Yakarış’larıyla, 1987 haziranının ilk pazar günü, “Bir tay olup kırlarda koşmak” özlemiyle ötelere gitti. Toprağın hep yeşillikle görünürken, ruhunun mekânı ebedi cennette olsun, “Ağam”!

    (1) Hece dergisi, sayı 126-127-128 Ankara, 2007 ve Mektuplar, Beyan, s. 31