Metafizik Bilgi ve Tabii İlimler: “Tabiatsız Metafizik”

Ekrem Demirli

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Kartezyen felsefesinin kurucusu Rene Descartes bir ağaç istiaresiyle bilimler arası ilişkileri ve özellikle metafizik ile öteki bilimlerin irtibatını ortaya koyar: Bilimler bir ağacın unsurları gibi birbirine bağlıdır. Ağacın gövdesini fizik, dallarını öteki tikel bilimler teşkil ederken, ağacın gayesi olan meyvesi ise ahlak ilmine tekabül eder. Bu benzetme, farklı şekillerde felsefede ve tasavvufta aşina olduğumuz bir benzetmedir. Bilhassa ahlak ilminin “meyve” olarak görülmesi yaygın bir benzetme olarak kabul edilebilir. Bilim faaliyetinin maksadını teşkil eden ahlak pek çok düşünür için “ağacın meyvesi” olmaya layık görülmüştür. Nitekim İbnü’l-Arabi ve Konevi de aynı benzetmeyi kullanmış, tasavvuf ile özdeşleşen ilm-i ahlakı ağacın “meyvesi” ve insanın tüm çabasının maksadı olarak tebcil etmişlerdi. Descartes benzetmenin devamında, “ağacın kökleri metafiziktir” diyerek istiareyi tamamlar. Bir ağacı var eden, onu ayakta tutan köklerdir ve gövde, dallar ve meyveler köklerden beslendiğinden, ağaç için en vazgeçilmez unsur yine köklerdir. Bu itibarla istiare, bir metafizik övgüsü olarak da yorumlanabilir.

    Ağaç istiaresi bilimler arasında metafiziğin belirleyici yerini izah ederken -asıl-fer ilişkisini hatırlarsak- klasik metafizik anlayışla en azından biçimsel olarak mutabık görülebilir. Çünkü asıl-fer (kök ve dal), klasik metafizik anlayışta metafizik ile öteki ilimlerin ilişkisini açıklayan nitelemelerden birisidir. Asıl-fer yerine külli-cüzi de konulabilir ve her iki benzetme de aynı kapıya çıkar: Metafizik külli ilimdir ve öteki bütün ilimler, tikel ilimler olarak ona hizmet eder ve ondan himaye görürler. Her şeyden önce metafizik varlığı “varlık olmak” bakımından ele alan bir ilim olarak varlığı belirli bir cihetten inceleyen ilimlerden ayrışır. Metafiziğin üstünlüğü buradan ortaya çıkar. Aynı zamanda bu üstünlük metafizik ilmine başka bir görev daha kazandırır ki, onu da metafiziğin görev itibarıyla üstünlüğü şeklinde ifade edebiliriz: Külli İlim, bütün tikel ilimlerin kurucusu ve üst ilmidir. Aslında metafizik hakkındaki tartışmaların en önemlisi böyle bir ilmin mümkün olup olmadığına ve -şayet mümkünse- bu ilimde bilgilerin nasıl elde edildiğine yönelmiştir. Meselenin bu kısmına değineceğiz, şimdilik şu kadarını belirtelim: Aradaki biçimsel benzerliğe rağmen Descartes’in bu istiareden klasik anlamıyla bir metafizik anlayışı çıkartması beklenemezdi. Nitekim öyle de oldu! Descartes’in benzetmesiyle yükselen kısım –metafiziğe karşılık olan kökler değil- gövde oldu. Başka bir anlatımla bilimler arasında fizik, -içinde metafiziğin de bulunduğu- bütün bilimlerin arasından sıyrıldı, bütün bilimler için kurucu bilim hâline geldi. Bu itibarla fizik sadece kendisinden sonra gelen “dal ve meyve” ilimleri değil, köklerin de varlık sebebi hâline gelerek ve bütün bilimleri birbirine bağlayarak yeni bir evren tasavvuru ortaya koydu. Fizik ve onun ilkeleri, tüm bilimlerin ilkeleri hâline gelerek, bilimler arasındaki merkezi ve üst bilim olarak yerini adlı ve öteki bilimler fiziğin ilkelerine göre kuruldu. Sosyal bilimci Sorokin, Çağdaş Sosyoloji Nazariyeleri isimli mühim eserinde Kartezyenci bilim anlayışının beşeri bilimleri nasıl inşa ettiğini ve fizik kurallarının beşeri ilimlere nasıl tatbik edildiğini maharetle göstermiştir. Çağımızda bu bilim anlayışı kendi içinde birtakım gelişmeler göstermiş olsa da, bu gelişme hiçbir zaman metafiziğin lehinde olmamış, metafizik klasik anlamını ve görevini, ve bilhassa da gücünü tamamen kaybederek sanata ve şiire yaklaşmıştır.

    Hiçbir döneminde metafizik günümüzde olduğu kadar anlam kaybına uğramamıştı. Bunu bir mağlubiyet olarak görebiliriz: Metafizik, fiziğin yöntemini kullanan tikel bilimler tarafından anlamsızlaştırıldı ve “niçin metafizik?” sorusu ikna edici bir cevap bulamadı. Martin Heidegger Descartes’in “ağaç” istiaresine, “ağacın köklerinin yerleştiği toprak nedir?” diye sorup Aristoteles’ten itibaren metafiziğin yanlış bir yönelimde olduğunu iddia ederken bu düşünceyi yeni bir noktaya taşıdı; fakat hiçbir zaman klasik metafiziğe bir katkı sağlamadı. Klasik metafizik, önce Kartezyen felsefede fizik ilmine bağlanmakla, ardından da Kant’ın Tanrı’nın varlığını ve bazı temel metafizik meseleleri bir “antinomi” saymasıyla iddiasını büsbütün yitirdi. Bundan sona metafizik felsefedeki yerini “hoş bir hatıra” olarak muhafaza edebildi, daha doğrusu kendisine böyle bir yer reva görüldü.

    Burada ciddi bir durumla karşı karşıyayız: Descartes’in istiaresinde ifade ettiği tabii bilimler ve metafizik ilişkisi en azından biçimsel olarak klasik bilim tasniflerinde yer alır dedik. Meseleye formel açıdan baktığımızda metafizik ismi bile bu benzetmeyle ilgilidir. Nitekim metafizik ismi tabiat bilimleri ile onlardan sonra gelen şeyin ilmi arasında belirsiz bir irtibat imkânını ortaya çıkarır. Hâl böyleyken bu benzetme niçin böyle bir kopmaya yol açtı? Bu sorunun cevabının mevcut durumu anlamak bakamından mühim olduğunu söylemeliyiz. Kanaatimce bunu anlamak için iki husus üzerinde durmak gerekir: Birincisi ma-bade’t-tabia tabirindeki yanıltıcılıktır. Bu terkip görünüşte tabiat bilimleri ile metafizik arasında yöntemde bir irtibatı öngörmüş olsa bile, bu irtibat hiçbir zaman belirlilik kazanmamıştı. Meseleyi anlaşılır kılmak için şöyle bir soru sorabiliriz: Metafizik ile fizik ilimleri arasındaki ilişki bir süreklilik (ittisal) ilişkisi midir? Sorunun cevabı “hayırdır”, çünkü metafizik ile tabiat ilimleri arasındaki ilişkinin “süreklilik” ilişkisi olması metafiziği anlamsız kılar ve yöntemsiz bırakır. Böyle olsaydı metafizik hangi bilimdeki boşluğu dolduracaktı? Her şeyden önemlisi, yöntemi fizik bilimlerine bağlı bir bilim bize en çok o bilime göre bir bilgi kazandırabilir. Bu ise metafiziği “totoloji” eleştirisine karşı çaresiz bırakmak demektir. Metafizik hakkındaki en büyük yanılgılardan birisi budur: fizik ilimlerine “göre” metafizik yapmış olmak! Bu yanılgının mantıksal neticesi ise fiziğin değişmesiyle birlikte metafiziğin değişebileceği kabulüdür. Hâlbuki böyle bir kabul en azından klasik metafiziğin genel ilkesiyle ve gayesiyle çelişir. Metafizikçiler değişmez bir hakikat ve bilgi arayışıyla metafizikçi olmuşlardı. Her hâlükarda metafizik ile fizik bilimleri arasındaki ilişkinin belirsizliğini hatırda tutmamız gerekir.

    Metafiziği bu süreçte zayıf kılan ikinci husus ise teoloji ile metafizik arasındaki irtibattan kaynaklanır. Metafizik önce Hristiyanlık, ardından İslam kelamcıları tarafından dinî inançların savunulması için belli belirsiz bir şekilde yorumlanmış, bunun neticesinde metafizik “teoloji” hâline gelmiştir. Daha doğrusu metafizik teoloji lehine zayıflayarak yeni bir merhaleye ermiştir. Bunun doğru bir yönelim olup olmaması bir yana, burada dikkate değer husus şudur: Dinî düşünceye yönelik eleştirilerin artmasıyla birlikte metafizik de eleştirilerden nasibini almış, dinî düşüncenin zayıflamasıyla birlikte metafizik de zayıflamış ve en nihayetinde iddiasını yitirmiştir. Günümüzde ise yeni bilim anlayışına göre bir metafizik olup olmayacağı tartışılmaya başlanmıştır: Madem ki metafizik geçmişte bir bilim anlayışına göre inşa edildi, o zaman yeni bir bilim anlayışına göre yeni bir metafizik inşa edilebilir! Makul gibi görünen iddianın en azından klasik metafizik için bir anlamı yoktur. Bunu birkaç şekilde izah edebiliriz:

    Her şeyden önce isminin ilmu ma-ba’de’t-tabia (tabiattan sonra gelen şeyin ilmi) olması tabiat ilimleriyle metafizik arasında zorunlu bir ilişki kurmayı iktiza etmez. Bununla birlikte ortada birtakım sorunlar vardır ve bunların ciddi sorunlar olduğu aşikardır. Hatta bu ciddi sorunların bir kısmı bizzat Gazali tarafından dile getirilmiş, bu irtibat Tehafütü’l-felasife’de muhkem bir şekilde kritik edilmiştir. Meselenin bu kısmı şimdilik bahis mevzumuz değildir. Ancak burada hatırlatmak istediğimiz husus, metafiziğin hiçbir zaman böyle bir zorunluluğu kabul etmemiş olmasıdır. İslam filozofları ve sufiler metafizik ile tabiat bilimleri arasındaki yöntemsel ilişkiyi zorunlu bir ilişki olarak kurmadıkları gibi metafiziği “yöntem” iktibas eden bir ilim saymadılar. İbnü’l-Arabi bu düşünceyi açık ve ileri bir derecede dile getirerek “tabiatsız metafizik yapmak” diye ifade edebileceğimiz bir tabir kullandı. Bu düşünce hiç kuşkusuz İslam filozoflarının görüşlerini ifade etmez, fakat yine de bize tabiat ilimleri ile metafizik arasında var sayılan irtibata kuşkuyla bakmayı hatırlatabilir. Onlara göre metafiziğin esas görevlerinden biri, belki ikinci görevi, bilimlerin yöntemlerini tashih etmektir. Bilimlerin yöntemlerini tashih görevi ile metafiziğin birinci görevi olan Tanrı’nın varlığını ispat bir arada düşünülünce, metafizik sadece tabiat bilimlerinden değil, aynı zamanda mantık ilimlerinden de ayrışarak mutlak bir kesinlik düzeyine ulaşır. İbnü’l-Arabi başlangıçta bu irtibatı koparmış olsa da, ikinci aşamada metafizik bilginin bilimleri düzenleyeceğini kabul eder; sahih bilgi ve varlık anlayışı “tabiattan” kopmuş metafizik bilgiyle tesis edilecektir.

    Peki metafizik tikel bilimlerin yöntemlerine zorunlu bir şekilde bağlı değilse, o zaman metafiziğin yöntemi nedir? Bu soruya cevap olarak “tikel bilimlerin yöntemlerinden farklı bir yöntem” diyebiliriz. Lakin buradaki belirsizlik metafiziği saldırılara karşı zayıf kılan esas unsurdur. Metafizik kendi yöntemini hiçbir zaman açık ve seçik bir şekilde ifade etmedi. Metafiziğe yönelik bazı eleştiriler, bilhassa İbn Haldun’un dile getirdiği “özel bir kabiliyete mahsus insanların ilmi” şeklindeki eleştiri bu belirsizlikten beslenir. Metafizik tikel bilimler gibi “varlığı belirli bir cihet” ile ele almadığı için “cihet” araştıran ilimlerin yöntemine benzer bir yöntemden yoksundur. Peki metafiziğin yöntemi nedir? Vakıa İbnü’l-Arabi’nin dediği “tabiatsız metafizik” yöntemsizlik mi demektir? Böyle ise metafizikte doğru ile yanlış nasıl ayırt edilir? Her şeyden önemlisi metafizik bilgi ile retorik, safsata nasıl ayrıştırılır?

    Burada birbiriyle bağlantılı birkaç durum ortaya çıkmaktadır. Bunlar metafizik bilginin nasıl gerçekleştiğini izah ettikleri gibi, aynı zamanda sufilerin metafizik tasavvurlarını belirleyen unsurların da bunlar olduğunu söylemeliyiz. Bununla birlikte sufiler, zikredeceğimiz hususlara daha önemli bir unsuru ekleyerek, filozoflardan ayrışmışlardı; sufiler için metafizik bilgiyi “kesin” kılan esas unsur Hz. Peygamber’in kendisiydi. Başka bir ifadeyle “mutlak hakikati görmüş” olan bir peygamberin şahitliği sufiler için metafizik bilginin gerçek deliliydi. Bu durum hiç kuşkusuz sufileri metafizik bilgide “sufi” kılan temel noktaydı. Yine de metafizik bilginin gerçekleşme sürecinde filozofların atıf yaptıkları bazı hususları onlar da kabul etti. Bunların en önemlisi insanın “akil” bir ruha sahip olmasıdır. Metafiziğin en vazgeçilmez ilkesi akil bir nefse veya ruha sahip olmak ilkesidir. Günümüzde metafizik tasavvurdaki hataların en önemli kısmı “akil” deyiminin günlük dildeki kullanımıyla metafizik içeriği arasındaki farkı göz ardı etmekten kaynaklanır. “Akil nefs” kendi dışında herhangi bir veri veya araç olmaksızın nefsin “düşünebilmesi” demektir; bu tabir, bu yönüyle “ayrık akıllar” ile ilgili bir referansa sahiptir. Buradan iki önemli netice çıkar. Birincisi “akil” nefsin bedihi ilkelere sahip olmasıdır. Bedihi ilkeleri aklın “doğrudan verileri” tabiriyle anlatabiliriz. Nefs metafizik bilgisini herhangi bir şekilde duyuya bağlı olmayan veya ondan yardım almayan doğrudan verilerden kazanır. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Hâl böyleyken tabiat bilimleri ne işe yarar? Çünkü felsefi ilimleri tasnif ederken mantık, tabiat ve matematik ilimleri sıralaması aynı zamanda bir yetkinleşme sürecini de ifade etmişti. Delphi mabedinde yazılı olan, “Matematik bilmeyen içeri girmesin!” bunu anlatır. Bu süreçte tabiat bilimlerinin yeri ve katkısı nedir? Felsefi bilimler arasında bir sıralama olduğu kesindir ve bu sıralama aynı zamanda bir yetkinleşme sürecidir. Metafizik bilgiyi fizik bilimlerine bağlı kılma yanılgısı da buradan kaynaklanmış olmalıdır. Sorunun cevabı klasik metafizik açısından şöyle verilebilir: Tabiat bilimleri nefs için “uyarıcı” veya “hazırlayıcı” bilimlerdir, o kadar! Başka bir ifadeyle tabiat bilimleri insanı nefsin “taakkul” sürecine hazırlama görevine sahiptir. Burada kritik konu “akil nefs” ile bedenin ilişkisi sorunudur ve bu sorun hem sufilerin hem İslam filozoflarının en önemli meselelerinden biridir. Meselenin ayrıntısına girmeden, şunu söylemekle yetinelim: Bu ilişkinin izahı güç olsa da, İslam filozofları hiçbir zaman Descartes’in savunduğu türde bir beden-nefs teorisi düşünmediler. Bu itibarla nefs ile beden arasında bir fark öngördükleri gibi, bu fark daha sonra tikel ilimler ile metafizik arasındaki farkı temellendirdi. Nefs bir bedende bulunsa bile, bedenden –tam olarak açıklayamayacağımız bir şekilde- müstakil bir cevherdir. Bu nefsin eylemi de “taakkul”dur. Bu “taakkul” süreciyle elde edilen bilgiler tikel bilimlerin yöntemlerini ve bilgilerini “tashih” eder. Artık tabiatsız bir metafizikten söz etsek de, metafiziksiz bir tabiat ilminden veya kesin bilgisinden söz etmek mümkün değildir.

    Bu meyanda hatırlatma fayda vardır ki, metafizikte aklın işlevi, kelamcıların -özellikle Mutezile kelamcılarının- “istidlal” anlamında kullandıkları ve aklî bilginin kaynağı saydıkları “nazar”dan ayrışır. Sufilerin kelamcılardan ayrışarak metafizikçilere yaklaştıkları en önemli yer burasıdır: taakkul ile tecerrüdün aynı olması ve her ikisinin de “nazar”dan ayrışması! Nefs metafizik bilgiye “tecerrüt” ederek ulaşır. Bu süreçte onun duyulur âlemle ilgisi kalmadığı gibi, duyulur dünyadan kazandıklarının da bir anlamı yoktur. İslam filozoflarının oto-didaktik eserlerinin temel hedeflerinden birisi böyle bir bilginin mümkün olup olmadığının araştırılmasıydı. Sufiler ise bu konuyu “mantık veya nazariyat tahsil etmeksizin hakikat bilgisine ulaşmak mümkün müdür?” şeklinde sormuş, bu soruya olumlu cevap vermişlerdi. Her hâlükarda sufiler ve onlardan önce filozoflar, nefsin tecerrüt ederek metafizik bilgiye ulaşabildiğini kabul eder ve buradaki anahtar kavram “bedihi bilgilerimiz” ile nefsin “akil” olmasıdır.

    Filozofların ortaya koydukları bu iddialar sufilere de geniş imkânlar açmıştır. Özellikle İbnü’l-Arabi bize eğitimsiz insanların kesin bilgiye nasıl ulaşabildiklerini anlatır. İbnü’l-Arabi bu süreci, “tabiat bilimleri olmaksızın hakiki bilgiye ulaşmak” şeklinde dile getirir. Bu anlayışı doğru kabul ettiğimizde, günümüzde fizik bilimlerdeki değişime bağlı olarak metafizikteki değişim tartışmasının bir anlamı kalmaz. Meselenin bu kısmı ise başka bir yazının konusu olabilir.