“Kesrette Vahdet” İslam Sanatları Üzerine Düşünceler

Marina Alin

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Tarih boyunca Batı sanatında çeşitli tarzların ve sanat akımlarının varlığı görülürken, buna karşın İslam sanatı daha çok durağan/sabit görünür. Bununla birlikte İslam sanat tarihi her dönemde ve mekânda kendine has imzasını ya da tarzını korumuştur. İslam sanatına aşina insanların, Osmanlı Türk sanatını, İspanya [Endülüs] İslam sanatından ayırt edebilecekleri söylenebilir. Bu sanatı icra edenler ya da bu sanata ilgi duyanlar, Selçuklu İslam sanatı ile Timur dönemi İslam sanatı arasındaki farklılıkları da ayırt edebilirler. Ayrıca araştırmacılar bir sanat eserinin Horasan’ın Gazne döneminde mi, yoksa Samanîler döneminde mi yapılmış olduğunu tespit edebilirler. İznik’te ortaya konan Osmanlı seramik sanatı ise 16. yüzyılda başlamış ve önemli çeşitlilikler ve olağanüstü sanatçıların yaratıcılığı ile iki yüz kadar varlığını sürdürmüştür.

    Bir sanat eserinin hangi zamana, mekâna, sanat akımına ya da tarzına ait olduğunu sanatsal ifadenin dili gösterir. Sanatsal ifadenin dili, bir sanatçının kullandığı form ve tekniklerle kendi düşüncelerini ifade etmesiyle temsil edilir. Peki bu sanat formlarını ve tekniklerini değiştiren ya da durağan/sabit kılan şey nedir? Ünlü araştırmacı Oleg Grabar, “İslam Sanatının Oluşumu” adlı kitabında, “[İslami] Sanat çalışmalarının ana fonksiyonu bir mesaj iletmekti.” der ve belirli bir döneme ait sanat akımlarını ya da tarzlarını belirleyen unsur da bu mesaj olmak durumundadır. Yerel kültürel bağlam, sanatçının dünya görüşü ya da hamisi, veyahut da sanatçının kendi arzusu, onun “ne” yaratacağını ve bunu “nasıl” yapacağını belirleyen unsur olabilir miydi?

    İslam sanatı doğası itibariyle çeşitlilikler gösterir. Zira İslam çok geniş bir bölgeye yayılmış ve yerel birçok kültürü özümsemiştir. İslam sanatının resmi başlangıcı İslam’ın bir din olarak doğuşuyla eşdir ve İslam sanat dilinin gelişmesi belirli bir süre gerektirmiştir. Grabar’a göre, “İslam sanatı, etnik ve coğrafi geleneklerin üstesinden gelmiş ve onları dönüştürmüştür, başka bir deyişle o, yerel ve evrensel İslami sanat tarzlarından kendine özgü bir ortakyaşam (kültürü) türetmiştir.” İslam’ın özümsediği pek çok yerel sanat geleneği, İslam sanatı kavramı altında birleşen birçok tarzı ifade eder.

    Her ne kadar gelişimini bütünüyle küçük/sıkışık bir coğrafyada gerçekleştirmiş olsa da, yerel kültürel bağlam Batı dünyasında da önemli bir rol oynar. Kuzey ve İtalyan Rönesansı’nın ustalarının resimleri birbirinden farklıdır. Rus sanatı kendine özgü bir tarz gösterir, ancak o da batı Avrupa sanatındaki akımlara benzer bir kronoloji tecrübe etmiştir.

    Sanatçının ve hamisinin dünya görüşü genelde belirli bir dönemin sanatında yansır ve büyük bir rol oynar. Her ne kadar sanat hamisi kişi bir şey üretmiyorsa da o, sanatçıya yaratıcılığı konusunda yön verir ve sanatçıyı kendi sınırları içerisinde tutar. Bu sanat tarihinde elitlerin sanat akımlarına ve belirli tarzların gelişimine sık sık katkıda bulunduğu olgusunu açıklar.

    Sanatın rolü Batı’da ve İslam’da bambaşkadır. Batı ve İslam sanatları aynı kökten doğmuş -Roma ve Bizans sanatından- ancak farklı düşüncelerle aşılanmışlardır. Hristiyanlık Greko-Roman dünyasına yeni bir bakış getirmiştir ve bu bakış yüz yıllar boyunca Batı sanatına hâkim olmuştur. İslam’ın doğması ile birlikte, İslam sanatında da yeni bir zihniyet ifade bulmuştur. Batı sanatı o zamanın sosyal ideallerinin bir aynası ve dönemin insanının dünyaya bakış açısının yansımasıdır. Ortaçağ sanatı, çoğunlukla kutsal ve pratik amaçlıdır, temelinde zanaat vardır. Gotik katedral inşaatları ve Gospel tarzı tezhip tamamen kutsal bir sanat olarak düşünülmüş; boyalı camlar, ahşap çalışmaları, taş oymalar, hayvan motifleri ve kemiklerden oluşan elementler kullanılarak dinî ihtiyaçlara hizmet etmiştir. Zira Ortaçağ insanının hayatı Kilise tarafından düzenlenmiş ve ruhun kurtuluşu üzerinde durulmuştur.

    Şimdilerde Rönesans diye adlandırdığımız akım, pek çok insanın dünya düzeni/sistemi ile ilgili bir yığın soru sormaya başladıklarında ortaya çıkmıştı. Haçlı Seferleri Ortaçağ insanının dünya görüşünü genişletmiş ve merakını uyandırmıştı. Avrupa’da sayısı gittikçe artan okul ve üniversite, ve bizim bugün bilim olarak adlandırdığımız alanda çok sayıda insanın faaliyete girişmesi Katolik Kilisesi tarafından onaylanmamıştı. Sanat insan içindi, sadece cennet için değil, -Rönesans sanatı- şüphe toprağında büyüyen bir biliş ağacının meyvesiydi. René Descartes’ın ünlü cümlesi “Cogito ergo sum” – “Düşünüyorum öyleyse varım.”- Ortaçağ’daki “İnanıyorum, öyleyse varım”ın yerini almıştı ve bilimsel çağın sloganı olup bugüne kadar yaşamıştı. Rönesans sanatı (dönemi için) bilim rolünü oynadı. Doğayı anlamak için bir araç oldu –ışıkları, gölgeleri, oranları, perspektifi ve anatomisi ile.

    Rönesans’tan sonraki, Barok, Klasizm, Empresyonizm gibi sanat akımları, toplumdaki ve sanatçılardaki baskın görüşlerin değişimini, ayrıca yeni denemeler için mevcut arzuyu yansıtıyordu. “Sanat için sanat” ana akım olmuş ve bugün bizim tasarım diye nitelendirdiğimiz alanın temelini oluşturmuştur. Kutsal (dinî) sanat Rönesans’tan sonra Batı toplumunda sadece küçük bir rol oynadı. İslam sanatı ise daima kutsal ve Tanrı’ya yönelik bir sanattı, nitekim İslam’a göre, “Tanrı güzeldir ve güzeli sever.” Dinî ya da dünyevi İslam sanatı genel olarak ilahî güzelliği, ideali ve derinliği temsil eder. İslam sanatı her daim cennetin düşü, evrensel düzenin bir yansımasıdır.

    Batı ve İslam sanatı arasındaki farkı gereğince anlayabilmek için geleneksel sanat üzerine düşünmek gerekir. Batı sanatı gelenekten yola çıkmış, kutsal/dinî bir aşamadan geçmiş ve sonunda bütünüyle dünyevi bir şekle bürünmüştür. Bu da sanatçıların yaratıcılığının görece özgürlüğünü açıklar. İslam sanatı gelenekten yola çıkar ve hemen akabinde dinî boyuta geçer ve bu çizgiyi hiçbir zaman terketmez. O neredeyse 19. yüzyılın sonuna kadar gelenek içinde kalmış ve dünyevi sanat da daima kutsal (dinî) sanattan beslenmiştir.

    İnsanlık tarihi bize gösteriyor ki, her türlü sanat ilahî bir kökene sahiptir. İlk sanatların insanüstü kökleri vardır, çünkü onlar kendilerini çevreleyen dünyanın gizemini çözmek için doğmuşlardır. Frithjof Schuon “Art from the Sacred to the Profone: East and West” adlı eserinde şöyle der: “Başlangıçta hiçbir şey dünyevi değildi; her şey bir semboldü, hatta dekorasyon bile sembolikti ve kutsalı çağrıştırıyordu. Ona göre ilk sanatlar “ritüellerde kullanılan objeler ya da iş aletleri ve ev eşyaları” tarafından yansıtılıyordu, diğer bir deyişle, geleneksel sanat objeleri tarafından… Seyyid Hüseyin Nasr ise şöyle der: “Geleneksel sanat tıpkı bilginin ve rahmetin çeşmesi gibidir.” Ona göre, “formların kozmik kanunlarına uygunluğu dolayısıyla” geleneksel sanat, gelenek olarak da adlandırılabilir. Dinî ibadet şekillendiğinde, dinî kullanım amaçlı nesnelere gereksinim duyuldu. Böylece geleneksel sanatın içinde kutsal sanatın oluşumu başladı ve kutsal sanat, geleneksel sanat ağacının kalbi oldu.

    Nasr ayrıca geleneksel sanatın içinde yatan bazı temel noktalara dikkat çekmektedir. Öncelikle, “Geleneksel sanat… bu terimin en derin anlamında bir kullanışlılığı vardır, şöyle ki; Tanrı’ya ibadet ederken onu anma ya da yemek yeme eyleminde olduğu gibi, belirli bir kullanım için ortaya çıkarılmıştır bu terim… Burada ‘sanat için sanat’a yer yoktur.” İkincisi, geleneksel sanat bilime dayanır, kozmik yasaları kavramada, modern anlamdaki bilimden çok daha bilgece olan bilime: O “modern bilimden sadece yöntemi ve yaklaşımı ile farklı değildir, özünde farklıdır… çünkü o içinde her iki karakteri de barındırır, hem bilgiyi hem de dini.” Yani geleneksel sanat sürekli surette sanat formlarını, sanatta sembolizmi ve tasvirî motifleri imler. (Ancak) Geleneksel sanatın bu yönünden bahsetmek, onu bir zanaata indirgemek olabilir.

    Ziyadesiyle dünyevi olan Batı sanatında gündelik yaşam pek çok form ve teknik ile yansıtılıyordu ve sanatsal ifade biçimlerinde formel hiçbir kısıtlama bulunmuyordu. İslam geleneği ise sanatçıya bazı sınırlar koyuyordu. Yüzey dekorasyonunun İslami formlarının temel türlerini, geometri, yaprak motifleri, hat ve figüratif motifler oluşturuyordu. Yapraklar ve figürler her zaman ön plandaydı. Geometri ise Romalılardan ve Bizanslılardan alınmıştı, başlangıçta çok basit olan bu (geometrik) şekiller, daha sonra Müslüman dehalar tarafından ziyadesiyle geliştirildi. Geometrik desenler beşe ya da ona bölünmek üzere tasarlanmış ve daha önce kimse tarafından yapılmamıştı. İslam sanatındaki yaprak motifleri Bizans ve Sasani kaynaklıydı, ilkin biraz daha natüralist bir tarzda tasvir edilmiş, daha sonra somut arabesk biçim, rozetler ve yapraklar olarak genişlemiş ve tekrar geriye dönerek natüralist bir çizgide devam etmişti. Hat sanatı da tarihi boyunca değişkenlikler göstermiştir. İslam sanatındaki figüratif motifler ikincil ihtiyaçlar için kullanılan sanatsal nesneler üzerine işlenmiştir.

    Geleneksel olmak “neyin” tasvir edileceğinin sınırlarını veriyordu, Müslüman sanatçıları da bunu çeşitli yollarla deniyordu. Sanatta, sanatsal ifade dilini etkilemiş olan iki ana güç vardır, bunlar “içsel” ve “dışsal” olarak ayırt edilebilir. İçsel güç, sanatçının belli bir tarz içinde, o tarzı aşarak, değişik formlarla yeni bir üslup oluşturması ve yeni ifade ve form denemelerinde bulunmasıdır. Bu da, metal işçilikten seramiğe ya da tekstilden taş oymacılığına geçilişte olduğu gibi, neden bir araçtan bir diğerine geçildiğini büyük ölçüde açıklar.

    Dışsal güç ise, farklı kültürlerin etkili olması, sanatçıların başka bir hamiye iltica etmesi ile vuku bulur; örneğin yeni ifade biçimlerini beraberinde getiren bir ülkenin fethi sonucunda ya da başka bir ülkenin sanat eserlerinin getirilmesi ve moda olmasıyla. Örnek vermek gerekirse, (İranlı) Tebrizli ünlü ressam Şahkulu, Sultan 1. Selim tarafından İstanbul’a getirtilmiş ve Şahkulu, Sultan Süleyman saltanatında saray ressamlarının başı olmuştur. Şahkulu’nun temsil ettiği Safevi resim geleneği Türk ustalarla temas sonucunda değişmiş ve sadece Osmanlı tezhip sanatını değil, seramik ve tekstil dekorasyonunu da etkilemiştir. 13. yüzyıldaki Moğol istilasından sonra, İslam ülkeleri üzerindeki Çin sanat geleneğinin ağır etkisi, onu yeni motifler ve tasvir yollarıyla zenginleştirmiştir. Bu motifler sadece kopyalanmamış, aksine yerel unsurlarla kombine edilmiştir ve başka bir bağlama yerleşmekle değişmişler ve zamanla eşsiz bir tarz oluşturmuşlardır.

    Sanatta (çeşitli) modellerin özümsenmesi genel olarak belirli aşamalardan geçer. İlk olarak, bir model sadece kopyalanır. Bu aşamada bir sanatkâr bu tasvir tekniğine aşinalık kesbeder ve yaptığı alıştırmalar bir başkası tarafından görülmez/farkedilmez, onun kendi taslak defterinde kalır. İkinci olarak, model farklı tarzların kombinasyonunun kullanımı ve resimlerdeki nüanslar gibi birtakım değişikliklerle kopyalanır. Üçüncü olarak, model yeni bağlama uyarlanır; öyle ki, bazen özümsenen motifin kökenleri zorlukla farkedilebilir. Dördüncü olarak, model orjinalinden başka bir araca dönüşür ve yaygınlaşır.

    Böylece, bu içsel ve dışsal güçler tarih boyunca elele vererek, çoğu zaman ayrıştırılması güç ve birbiriyle kombinasyon içinde İslam sanatındaki değişimin ruhunu şekillendirmiştir. Nasıl çiçek ya da geometrik modeller ya da hat yapılacağını gösteren, farklı şekiller yapmayı deneyen sanatçılar İslam sanat tarihindeki her bir döneme bakabilirler. Batı sanat tarihinde de bu güçler etkili olmuştur, ancak onlar sanat tarzları ve sanatsal ifadelerin oluşumunda büyük bir etkiyi haiz değildir. Batı sanatında (daha çok) bilimsel, felsefi, ekonomik ve toplumdaki diğer değişimler belirleyici olmuştur.

    Yukarıda ifade etmek istediklerimizi özetleyecek olursak, şunu belirtmek isterim ki; hem Batı sanatı hem de İslam sanatı belirli ölçüde durağan/sabittir, ancak aynı zamanda denemecidirler, ki deneme ve yenilikçilik sanatı canlı tutan unsurlardır. Batı sanatının sabitliğinin/durağanlışının çekirdeğini insan ve dünyevi olan oluştururken, İslam sanatında bunlar geleneksel ve ilahî olandır. Batı sanatı gündelik yaşamın ve sanatçının gündelik yaşam algısının yansıtılması konusunda durağan/sabittir. İslam sanatı ise yüzey süslemelerinde kullanılan hat, geometrik, biyomorfik motifler ve hatta figürsel temsiller gibi formlarda durağan/sabittir. Ancak ne Batı sanatı ne de İslam sanatı kendilerini yeni şeyler denemekten alıkoymaz. Bu denemeler Batı’da, birbirini sürekli olarak değiştiren sanat akımlarına ve tarzlarına yol açar. Müslüman sanatçıların denemeleri ise daha çok belirli bir şekilde stilize edilmiş motiflerin ifadesinde ve yukarıda tanımladığımız içsel ve dışsal kuvvetler muvacenesinde vuku bulmuştur. İslam ülkelerinin içinde bulunan her coğrafi bölge ve belirli dönem kendi farklı tarzını gösterir, ancak onların hepsi İslam sanatı denilen bir gelenek içinde kalır, ki o evrenin ana prensibini temsil eder: “Kesrette Vahdet”.