Türk-İslam Tarihinin Kayıp Parçasi: Hindistan

Azmi Özcan

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Günümüzde pek çok kişi Türklerin Hindistan’da 650 sene hüküm sürdüğünü, insanlığın yüz akı bir medeniyet kurduğunu, iftihar kaynağımız olması gereken yüzlerce mimari eser ve kurum bıraktığını ama hepsinden önce savaşlar yüzünden bir türlü istikrara, huzura ve refaha kavuşamamış, farklı din, dil, kültür ve etnik yapıya sahip milyonlarca insanın tarihlerinde ilk defa olabildiğince barış içinde birlikte yaşama geleneğini inşa etmiş olduklarını belki de hiç duymadı. Hindistan kimileri için Buda’nın Nirvana’ya ulaştığı, Krişna’nın huzur verdiği ya da hikmetin doğudaki kaynağı olabilir ama bizim için onsuz tarihimizin ve kimliğimizin eksik kalacağı lazım-ı gayrı mufarık bir parçamızdır. O toprakların tarihi, kültürü, mimarisi, sanatı, edebiyatı, musikisi tanınmadan Türk-İslâm medeniyetinin encamı hakkıyla takdir edilemez. Delhi’nin bülbülü Emir Hüsrev oradadır. Akın tecessüm ettiği Tac Mahal oradadır. Hikmet sırları Anadolu’yu da aydınlatan İmam Rabbani de oradadır. Hz. Peygamber’e, “Sana hediye olarak senin dinin için şehit düşen Mehmetçiğin kanından daha değerli bir hediye bulamadım.” diyen muzdarip gönül Muhammed İkbal de oradadır.

    İslam Hindistan’la ilk defa VIII. asrın başlarında, Sind kıyılarından tanıştı. Ancak Darü’l-İslam olmak için Türkleri bekleyecekti. Türkler güney Asya’ya ilk defa toplu olarak Gazneli Sultan Mahmud’un X. yüzyılın sonundaki seferleriyle ulaştı. Bu tarihten itibaren özellikle kuzeydeki Pencab bölgesine yerleşen pek çok ilim adamı, sanatkâr ve mutasavvıf İslam’ın o bölgede yayılışı için zemin hazırlamaya başladı. 1206’da Delhi’de ilk Türk sultanlığı Kutbuddin Aybeg tarafından kuruldu. Bu sultanlık 1526’ya kadar farklı hanedanların adı altında varlığını devam ettirdi. 1526’da Sultan Babür’ün kurduğu tarihteki en büyük Türk devletlerinden Gürkanlı (Babürlü) Devleti Hindistan’a hâkim oldu ve 1858’e kadar bu ülkede hüküm sürdü.

    Türklerin Hindistan gibi kendilerine yabancı olan bir coğrafyada yüzlerce farklı dil ve ırktan insanı kısa zamanda hâkimiyet altına alarak yüzyıllarca idare etmeleri tarihçiler tarafından o çağların en büyük olayları arasında gösterilirken Türkiye tarihçiliği tarafından ne yazık ki, ihmal edile gelmiştir.

    Hindistan’ın Osmanlı dünyası ile ilişkileri İstanbul’un fethi münasebetiyle başlamıştır. Hindistan Müslümanlarından Fatih Sultan Mehmed’e gönderilen tebrik mektupları aynı ideallere sahip gönüllerin sınırlara hapsedilemeyen coşkularını yansıtmaktadır.

    Osmanlı kaynaklarında ise, Babürlülere yapılan ilk atıflar XVI. yüzyılın ilk yarısına aittir ve Babür’ün Hindistan seferlerinde Osmanlı savaş tekniklerinin ve silah ustalarının kullanıldığı bilinmektedir. Ancak aradaki ilk ciddi irtibat 1555’te, Basra’da mahsur kalan Osmanlı donanmasına yardım için Hint kaptanlığına tayin edilen Seydi Ali Reis’in Portekiz donanmasıyla yaptığı çarpışmadan sonra şiddetli fırtınanın tesiriyle Hindistan sularına sürüklenmesi ve daha sonra karaya çıkıp Hümayun Şah ile görüşmesiyle başladı. Bu görüşmede Seydi Ali Reis, Osmanlı elçisi kabul edilerek ilgi ve ihtimamla karşılandı. Seydî Ali Reis’in Mîr’atü’l-Memalik adlı eserinde kaydedildiğine göre, Babürlü Sultanı Hümayun Şah, Seydî Ali Reis’e Hindistan’ın mı yoksa Vilayet-i Rûm’un mu büyük olduğunu sormuş, Seydî Ali Reis de Hindistan’ın, yedi iklime hükmeden Osmanlı padişahının mülkünün onda biri kadar bile olmadığı şeklinde cevap vermiştir. Daha sonra seyyahlardan duyulan haberlere göre Çin’de bile Osmanlı padişahının isminin hutbelerde zikredildiğini ifade ettiğinde, Hümayun mütevazi bir şekilde, “Hakikaten yeryüzünde padişahlık namı Devletlû Hüdavendigar’ın hakkıdır, başkalarının değil.” diyerek, Osmanlı padişahlarına dua etmiştir. Hümayun’dan sonra gelen Ekber Şah’ın da saltanatının ilk yıllarında Kanunî’ye yazdığı bir mektupta, Osmanlı Sultanı’nı zamanın halifesi olarak tanıdığı kaydedilmektedir.

    Ekber Şah’tan sonra Babürlü hükümdarı olan Cihangir, Osmanlılara karşı genelde kayıtsız kaldı. Nitekim Tüzük-i Cihangiri adlı hatıratında dedesi Timur’un Osmanlılara karşı zaferinden iftiharla bahsetmektedir. Bunda muhtemelen onun Safavîlerle olan dostluğunun da payı vardı. Fakat bir süre sonra Babürlülerle Safavîler arasında ihtilaf baş gösterince, Cihangir’in Safavîlere karşı Osmanlı ve Özbeklerle birlikte bir ittifak planladığı, hatta bu gaye ile Sultan IV. Murad’a bir mektup yazdığı görülmektedir. Ancak bu girişim neticesiz kalmıştır.

    Osmanlılarla ilk düzenli diplomatik münasebetler Şah Cihan tarafından başlatılmıştır. Selefinin planladığı ittifakı gerçekleştirmek gayesiyle IV. Murad’a bir mektup daha yazan Şah Cihan, Mir Zarif İsfahanî adında bir de elçi göndermiştir. Padişah IV. Murad da Arslan Ağa adında bir elçisini zengin hediyelerle Hindistan’a göndermiştir. Şah Cihan’ın kendi mektubunda Osmanlı Padişahı için kullandığı ifadeler dikkat çekicidir: “Müslüman sultanların hânı, hilafet makamı için Allah tarafından seçilmiş ve Müslüman krallıklar arasında birliğin tesis edicisi.”

    Babürlü Osmanlı ilişkilerinde yaşanan kısa durgunluktan sonra 1649’da Padişah IV. Mehmet, Seyyid Muhiddin adında bir elçiyi Hindistan’a gönderdi. Bu teşebbüsün gayesi, Orta Asya’da devam eden karışıklıkların ve hanlıklar arasındaki kavgaların sona erdirilmesinde Babürlü desteğinin sağlanması idi. Aynı duyguları paylaştığını ifade eden Şah Cihan Safevilere karşı bir Babürlü, Osmanlı ve Özbek Sünni cephesi oluşturmayı düşündü, fakat iyi niyet ifadeleri ile hediyeler taşıyan karşılıklı birkaç elçi gönderilmesinden öte bir ilerleme kaydedilemedi.

    Evrengzib Şah zamanında Babürlüler ile Osmanlılar arasındaki resmî münasebetlerin son derece seyrek olduğu görülür. Evrengzib’e İslam dünyasının her tarafından cülus tebrikleri geldiği hâlde Osmanlıların kayıtsız kalmaları onun da Osmanlılara karşı soğuk durmasının nedenlerinden biri olarak gösterilir. Buna ilave olarak söylenebilecek sebeplerden birisi, belki de en önemlisi Evrengzib’den sonra Hindistan’a hâkim olan kargaşa ve dağınıklıktır. Bununla birlikte XVII. yüzyılın sonuna kadar görülen diplomatik münasebetler, ülkeler ve insanlar arasında daha yakın kültürel ve ticarî ilişkilerin gelişmesine çoktan zemin hazırlamıştı. Özellikle Osmanlı himayesinde bulunan Hicaz’a düzenli olarak gidip gelen hacılar, iki Müslüman ülke arasında daha yakın bağlar kurulmasında aracı olmuşlardır. Ayrıca gittikçe yayılan tasavvuf hareketleri ile kültürel ve ilmî alışverişler de bu ilişkilere katkıda bulunmuştur. Bu cümleden Muhammed Yusuf Herevi, Molla Faizî, Şeyh Ebul Fazl, Molla Abdulhakim Siyalkotî, Şehabuddin Ahmed, Ömer el-Hindî ve Abdul Hay Dihlevî gibi birçok XVI. ve XVII. yüzyıl Hindli âlimlerin şöhretleri İstanbul’a kadar yayılmış ve medreselerde kitapları okunmuştur.

    Bu arada, birçok Osmanlı askerî uzmanı da Hindistan’ın muhtelif taraflarında Müslüman sultanlar tarafından sık sık yüksek rütbelerle isdihdam edilmiş, hatta zaman zaman Hindistan orduları bile Osmanlı savaş düzenine göre eğitilmişti. Tabiatıyla bu ve benzeri ilişkiler, aynı zamanda Hindistan Müslümanlarının Osmanlıları daha yakından tanımalarını sağlamıştı. Bu yüzden XVII. yüzyıl sonrasında kesilen düzenli diplomatik ilişkiler iki ülke insanları arasındaki mevcut bağların gelişmesine bir engel teşkil etmemiştir. O derece ki Osmanlıların Avrupalılara karşı zaferleri Hindistan Müslümanları tarafından da coşkuyla kutlanırken, Osmanlı ülkesinde de Babürlü hükümdarı Evrengzib’den, “Allah yolunda Gazi, doğruluk, takva ve din yolunda ihlasda eşi olmayan” şeklinde bahsedilmekteydi.

    Evrengzib Şah’la başlayan durgunluk uzun süre devam ettikten sonra, 1713’te Babürlü tahtına geçen Ferruh Siyer tarafından İstanbul’a gönderilen bir elçiyle sona erdirilmek istendi. Daha sonra tahta geçen Muhammed Şah’ın Padişah III. Ahmed’e yazdığı Osmanlılar ve hilafet için saygılı, nazik ifadeler taşıyan mektubu da Osmanlı Babürlü ilişkilerinde sıcak bir hava başlattı. Buna mukabil bu dönemde gittikçe yayılan İngiliz hâkimiyetinin Hindistan Müslümanları üzerinde derin tesirler bıraktığı ve onları yeni arayışlara ittiği görülmektedir. Zira tarihlerinde ilk defa artık yabancı bir devlete tâbi olarak yaşamak durumunda kalıyorlardı. Fakat diğer tarafta, kendi dindaşları Osmanlılar ise, hâlâ güçlü ve bağımsız bir devlet olarak Batı karşısında durmakta idi. Bu şartlar altında gittikçe artan ümitsizlik ve karamsarlık havasında Hindistan Müslümanları Osmanlılara bir başka duygu ile bağlanmaya ve Osmanlı Padişahlarını halife olarak tanımaya başladılar.

    XIX. yüzyılda Hindistan Müslümanları arasında Osmanlı hilafetinin manevi şahsı etrafında gelişen bağlılık ve kendi siyasi hâkimiyetlerini kaybetmiş olmalarına Osmanlı Devleti’nin varlığında teselli arayışları bu devletin yıkılışına kadar devam edecektir. Fakat bir yandan da İngilizlere karşı bir direniş gelişti ve 1857’de Müslümanlar İngilizleri Hindistan’dan çıkarmak için harekete geçtiler. Fakat iyi teçhizatlı ve disiplinli İngiliz askerleri karşısında başarılı olunamayınca artık Hindistan’daki İslâm hâkimiyetinin sembolik bakiyeleri de ortadan kaldırıldı ve ülke resmen Büyük Britanya İmparatorluğu’nun bir sömürgesi hâline geldi. Bu olayların akabinde İngilizlerin Müslümanlara revâ gördüğü ve bugün İngiliz tarihçileri tarafından da itiraf edilen zulüm karşısında Müslümanların tek sığınağı Osmanlı Devleti kalmıştı.

    Gerek Sultan Abdülmecid gerekse Sultan Abdülaziz devrinde Osmanlı Devleti’nin İngiltere ile nispeten iyi ilişkiler içerisinde olması Osmanlıların Hindistan siyasetine de doğrudan etki ediyordu. Bu çerçevede, Osmanlıların Hindistan Müslümanlarına yaklaşımı en azından İngilizlerle iyi ilişkileri zedelemeyecek mecrada olmak durumundaydı. Bu tutum, aynı zamanda Hindistan Müslümanlarının tavırlarına da tesir etmekteydi. Sultan II. Abdülhamid’in tahta geçmesinden kısa bir müddet sonra hem İngiltere ile ilişkilerin yavaş yavaş bozulması hem de Osmanlı Devleti’nin dış siyasetinde İttihad-ı İslam anlayışının belirgin bir şekilde öne çıkması, Osmanlıların Hindistan Müslümanlarına yaklaşımında da kendisini gösterecektir. Bu durum İngilizlerin de Hindistan’daki Osmanlıcı gelişmelerden ve Osmanlıların Hindistan ile ilgilerinden açıkça rahatsızlık duymalarına yol açmıştır.

    Hindistan Müslümanları 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı sırasında bir taraftan İngiltere’ye Rusya’yı durdurması için baskı yaparken diğer taraftan kurdukları yardım cemiyetleri ile İstanbul’a maddi yardım gönderdiler. 1897’de Osmanlı ordularının Yunanistan’a karşı kazandığı zafer Hindistan’ın hemen her yerinde gösteriler tertip edilerek kutlanmış ve Sultan II. Abdülhamid’e yüzlerce tebrik mektupları gönderilmiştir. Hindistan Müslümanlarının kalabalık gruplar hâlinde Halifeye tebrik gönderdikleri bir diğer vesile de II. Abdülhamid’in tahta geçişinin 25. yılı kutlamalarıdır.

    Hindistan Müslümanları Hicaz demiryoluna çok büyük ilgi göstermişler ve herkesi hayrette bırakacak miktarlarda bağışlarda bulunmuşlardır. Bunun için birçok şehirde Hicaz demiryolu yardım toplama komisyonları kurulmuş, 1908’de Medine hattı açıldığı zaman haber Hindistan’da adeta bir bayram sevinciyle kutlanmıştı.

    Sultan II. Abdülhamid’in uzun saltanatı sırasında nüfuzu Hindistan’ın ücra köylerine kadar yayılmış ve her yerde ihtiramla anılır olmuştu. Öte yandan Osmanlıların ihtiyaç duydukları anlarda Hindistan Müslümanları imkânlarını zorlarcasına daima yardım ve destek sağlamışlardı. Aynı şekilde Osmanlı Devleti’ni ilgilendiren uluslararası gelişmelerde Hindistan Müslümanları gerek siyasî alanlarda, gerekse basın yoluyla hep Osmanlıların sözcülüğünü üstlenmişler ve onların haklarını savunmuşlardır.

    Sultan II. Abdülhamid zamanında Hindistan’a yönelik faaliyetlerin zaman içerisinde görülen faydalarının yanı sıra, bunların ne kadar etkili olduğunu anlamada 1908’deki Jön Türk ihtilâli çok iyi bir göstergedir. O yıllarda Hindistan’ı ziyaret eden bazı Osmanlı vatandaşlarının kaydettiğine göre Hindistan Müslümanları İstanbul’daki gelişmeleri bir türlü anlayamamış ve kendilerine en çok bu konuda soru sormuşlardır. Kısacası, Jön Türkler, Hindistan Müslümanları arasında güven tazeleyebilmek için çok çaba sarf etmek mecburiyetinde kalmışlardı.

    Hindistan Müslümanları 1911 ve 1913 arasındaki Trablusgarp ve Balkan Savaşları sırasında da topladıkları yardımları İstanbul’a iletmenin yanında bir de sağlık heyeti göndererek yaralı Osmanlı asker ve muhacirlerinin yanında oldular. Fakat en büyük sıkıntı I. Dünya Savaşı zamanında yaşandı. Önceleri İngilizler ile Osmanlıların savaşan taraf olmamaları için yoğun gayret gösterdiler. Bu mümkün olmayınca da açıkça İngilizlere cephe aldılar. Bu durumdan endişeye düşen İngilizler daha savaşın başlangıcında halkı yönlendiren bütün aydınları ya hapse attılar ya da sürgüne gönderdiler. Bütün gazete ve mecmualar kapatıldı. Savaşın sonunda Osmanlıların kaderinin konuşulduğu günlerde Hindistan Müslümanları oluşturdukları hilafet komiteleriyle İngilizlere baskı yapmaya başladılar. Bu arada Avrupa’ya heyetler göndererek Osmanlı tezlerinin sözcülüğünü yaptılar. Müslümanların bu duygularına Hindular da katılarak bütün ülkede pasif direniş hareketi başlattılar ve İngilizlerin Osmanlı politikalarını reddettiler. Sevr sonrasında aynı heyecan devam etti ve Anadolu’da başlayan Milli Mücadele’ye mali destek sağlandı, yalın ayak dağları aşıp gelebilen gönüllüler Türkler safında savaştı. Sayıları altmış bini geçen Hintliler İngilizlerin Osmanlı politikasını protesto için ülkelerinden çok zor şartlarda ayrılarak Afganistan’a ve Türkistan’a dönüşü olmayacak bir iltica yolculuğuna çıktılar. Binlercesi yollarda perişan oldu, öldü. Milli Mücadele’nin akabinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu büyük bir sevinçle İslam âleminin kurtuluşunun işareti olarak alkışlandı. Ancak Türkiye’de hilafetin ilgasından sonra ilişkiler yavaş yavaş zayıfladı ve giderek bir tarih unutulmaya yüz tuttu.

    Bu arada Hindistan’da Müslümanlar ve Hindular arasında başlayan toplumsal çatışmalar akabinde ülkenin doğu ve batısında Müslümanların yoğun olduğu bölgelerde Pakistan kuruldu (1947). Pakistan 1971’de ikiye ayrılarak Bangladeş vücuda geldi. Bu üç devletin en büyüğünü oluşturan Hindistan 1 milyarı aşkın nüfusa sahiptir. Bu nüfusun 170 milyon kadarını Müslümanlar teşkil etmektedir. Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları kuzeydeki Keşmir bölgesinin 100.000 km²’lik bir kısmı, 1947’den beri Hindistan kontrolü altındadır. Keşmir’in 40.000 km²’lik diğer kısmı ise Azad Keşmir adıyla Pakistan’a dahildir. İki ülke Keşmir meselesinden dolayı 1947’den beri birçok defa savaşa girişmiştir. Dünya’da Endonezya’dan sonra en kalabalık Müslüman topluluğunun yaşadığı Hindistan’da ne yazık ki Müslümanlar yakın tarihin bedelini en ağır ödeyenlerdir. 1 milyara yakın bir Hindu çoğunluk arasında yaşamak durumunda kalmaları, Hindistan ile Pakistan arasındaki gerginlikten en çok etkilenenler olmaları, ülkenin kurum ve kuruluşlarında nisbi olarak temsil edilememeleri onları eğitim, ticaret, sosyal, kültürel, siyasî vb. alanlarda toplumun en az gelişmiş konumuna itmiştir.

    Hindistan ve Türkiye’nin tarihlerindeki paylaşılan değerler 20. yüzyıldaki büyük kopuşa rağmen hâlâ canlılığı muhafaza etmekle birlikte bu değerler son yıllara kadar ilmî, siyasî ve ticarî alanlarda karşılığını bulamamıştır. Dünya’nın Çin’den sonra en kalabalık ve en hızlı büyüyen ülkesi olan Hindistan’a karşı başka pek çok devlete nazaran ortak tarih ve kültürün bize sunduğu muazzam imkânların nice yıllardır heba edilmesi elbette bir sorumluluktur ve bu sorumluluğu üstlenenler tarihte yerlerini alacaklardır.