Türkiye Ve Arkeoloji

Mehmet Özdogan

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Ülkemizin arkeolojik zenginlikleri hepimiz için, her zaman bir övünç kaynağı olmuştur; ancak uygarlık tarihi açısından bu kadar önemli bir birikime sahip olmanın bizlere övünmenin yanı sıra bazı sorumluluklar getirdiği de genellikle göz ardı ettiğimiz bir konudur. Bu yazı kapsamında ne ülkemiz topraklarında yaşamış olan kültürleri ana çizgileri ile tanıtmaya, ne de arkeolojik kalıntıların zenginliğini, ören yerlerini anıt yapıları ve buralarda bulunan görkemli eserleri sıralamaya olanak yoktur. Bunları topluma yansıtan çok sayıda yayına kolayca erişilebilir. Bu nedenle, burada herkesin bildiklerini yinelemek yerine, konuya farklı bir bakış açısı ile yaklaşarak hep övündüğümüz arkeolojik kalıntıların neden önemli olduğunu tanımlamayı ve bunlar ile ilgili bazı sorunlar üzerinde durmayı daha doğru bulduk.

    Toplumda arkeoloji ile ilgili temel konularda bazı yanlış algılar vardır; bunların başında arkeolojiyi geçmiş dönemlere ait “güzel”, “değerli” ya da “ilginç” nesneler ile özleştirmek gelir. Oysa arkeoloji, uygarlığın gelişim sürecinin öğrenilmesi için insan ve kültürünü, içinde yaşadığı doğal çevre ortamı ile birlikte değerlendirerek anlamaya yönelten bir bilim alanıdır. Düşünce sistemine kazandırdığı zaman boyutu ile, günümüze hangi süreçlerden geçilerek gelindiğini göstermeye çalışır. Farkındalık yaratarak içinde yaşadığımız kültürel çevreye farkı bir göz ile bakmamızı sağlar. Bir anlamda arkeoloji, geçmiş dönemleri öğrenmek için sorgulama yapılması ve sorulan soruları yanıtlayacak somut verilerin elde edilmesidir. Bunu yaparken de ortaya çıkanların güzel ya da değerli olması değil, bulguların geçmişten günümüze gelen süreci anlamamıza yaptığı katkı önem taşır. Bunların arasında gayet tabii “güzel” ve “değerli” nesnelerden yapılanlar da bulunacaktır; genellikle topluma bunlar yansır, heyecan yaratır, ancak yinelemekte yarar var, arkeolojinin amacı “bilgiyi” ortaya çıkartmaktır.

    Arkeolojik kalıntılar ve dolgular insanlığın ortak hafızası, bilgi arşivleridir. Bilim insanları tarafından araştırılmadığında bunlar “sessiz ve ölü” arşivlerdir, arkeologlar kazı yaptığında ise, bu dolgulardaki bilgi “kullanılır bilgiye” dönüşür. Arkeolojik dolgular çok hassastır; bilinçsiz olarak tahrip edildiklerinde içerdikleri bilgi, diğer bir deyişle insanlığın ortak belleğinin bir parçası olan her türlü veri, geri dönüşü olmayacak bir şekilde yok olur. Bu, bir anlamda bir kitaplığın, içindeki bilgi alınmadan yakılması gibidir. Bu nedenle arkeolojik kalıntılara sahip olmanın, bunlar ile övünmenin ötesinde getirdiği, göz ardı edemeyeceğimiz bazı sorumluluklar vardır. Bunların başında arkeolojik dolgularda korunmuş sessiz durumdaki bilgiyi “etkin bilgiye” dönüştürmek, tüm insanlığın ve bilimin kullanımına sunmak gelmektedir.

    BİLİM DÜNYASI İÇİNDE TÜRK AREOLOJİSİNİN YERİNİ TANIMLAMAK

    Tarihöncesi dönemin başlarından itibaren insan yerkürenin hemen her yerine yayılmış ve ardında da çeşitli kalıntılar bırakmıştır. Başka bir söyleyiş ile Sibirya’dan Güney Afrika’ya kadar her yerde on binlerce yıldan bu yana insan yaşamış, ardında çeşitli kalıntılar, izler bırakmıştır, yani hemen her yerin kendine özgü arkeolojisi vardır. Örneğin, Almanya’da yüzlerce arkeolojik kazı yapılmıştır, bu nedenle en küçük kentlerde bile çok sayıda arkeoloji müzesi vardır. Ancak Anadolu coğrafyasının çok özel, ayrıcalıklı bir yeri vardır; uygarlık tarihinin biçimlenmesini sağlayan, yaşam ve teknolojide devrim niteliğindeki en önemli dönüşümler Anadolu toprakları içinde gerçekleşmiştir. Başka bir deyiş ile, Anadolu günümüz uygarlığının temel taşlarının atıldığı yerdir; bu coğrafyada ortaya çıkan kültürel oluşumlar daha sonraları başka bölgelere de yayılarak “küresel modeller” oluşturmuştur. Bu nedenle topraklarımızda barındırdığımız arkeolojik değerler, yalnızca ülkemizin geçmişi için değil, tüm insanlığın ortak belleği açısından yadsınmaz bir öneme sahiptir. Topraklarımızda yeşererek gelişen kültürler, aşağıda değineceğimiz “Neolitik Çağdan” bu yana uygarlık tarihinin “ilk”lerini yaratmış, başka coğrafyalardan çok daha görkemli izler, kalıntılar, eserler bırakmıştır.

    Ülkemize arkeoloji, Avrupa ülkelerine göre daha geç bir tarihte, 19, yüzyıl ortalarında, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılılaşma süreci içinde girmiştir. Bu nedenle uzun süre Osmanlı topraklarındaki araştırmalar yabancı arkeologlar tarafından sürdürülmüştür. Arkeoloji geç bir tarihte, deneyimli uzmanlar olmadan başlamasına karşın, çok hızlı bir şekilde gelişerek birçok ülkeden önce kurumsallaşmıştır. Bu bağlamda 1846 yılından itibaren Topkapı Sarayı dış avlusundaki Aya İrini’de İmparatorluğun çeşitli yerlerinde bulunan eski eserlerin toplanmasına başlanmış ve 1891 yılında bugünkü İstanbul Arkeoloji Müzelerinin ilk kanadının inşaatı bitirilerek hizmete açılmıştır. 1881 yılında müzenin başına müdür olarak getirilen Osman Hamdi Bey, 1883 ve 1887 yıllarında Nemrut ve Sayda’da ilk Türk arkeolojik kazılarını gerçekleştirmiştir. Eski eserlerin korunması için 1869 yılında yönetmelik, 1874, 1884 ve 1906 yıllarında da yasalar çıkartılmış ve böylelikle arkeoloji Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde kurumsal bir yapı kazanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında da arkeolojiye büyük bir önem verilmiş, İstanbul’un dışında, ilki 1922 yılında Antalya’da olmak üzere Anadolu kentlerinde de müzeler kurulmaya başlanmıştır. Arkeoloji alanında iyi yetişmiş, çağdaş gelişmeleri bilen kadroların oluşturulması için yurtdışına çok sayıda öğrenci devlet tarafından gönderilmiş, Almanya’da Nazi rejiminden kaçan ünlü arkeologların da Türkiye’ye gelmesi sağlanmış, arkeolojinin kurumsallaşması için Türk Tarih Kurumu, ardından da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde arkeoloji bölümleri kurulmuştur. Bu süreçte 1934 yılında ilk geniş kapsamlı Türk arkeoloji projesi olan Alacahöyük kazıları başlatılmış, Alacahöyük’de ortaya çıkan görkemli buluntuların verdiği ivme ile bunu çok sayıda diğer kazı izlemiştir. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin arkeoloji alanının gelişmesi için yaptığı özverili yatırımlar kısa sürede sonuç vermiş, Hamit Zübeyir Koşay, Arif Müfit Mansel, Jale İnan, Tahsin Özgüç, Ekrem Akurgal, Ufuk Esin, Halet Çambel gibi çok sayıda Türk arkeoloğu bilim dünyasında saygın bir yer edinmiş, sayıları giderek artan kazı, yayın ve uluslararası ortaklıkları ile Türk arkeolojisi ön saflardaki yerini korumuştur.

    TÜRKİYE’NİN NEOLİTİK DÖNEM AÇISINDAN TAŞIDIĞI ÖNEM

    Yukarıda kısaca değindiğimiz gibi uygarlık tarihinin en önemli dönüşümleri Anadolu topraklarında gerçekleşmiş ve dünyaya buradan yayılmıştır. Uygarlık tarihinin “kırılma noktaları” olarak da tanımlayacağımız bu tür dönüşümlerin en önemlisi hiç kuşku yok ki “Neolitik Devrim” olarak adlandırılan, insanların avcılık-toplayıcılığa dayalı gezginci yaşamdan tarım ve hayvancılığa dayalı yerleşik yaşama, besin üretimine geçtikleri dönemdir. Toplumsal düzenden mülkiyet kavramına, teknolojiden beslenme biçimine kadar yaşamın her alanında köklü değişimlere neden olan bu süreç Anadolu’da, günümüzden yaklaşık olarak 13.500 yıl kadar öncelerinde (M.Ö. 10.500 yıllarında) başlamış ve bu topraklarda biçimlendikten sonra, M.Ö. 7000 yıllarından itibaren başka coğrafyalara doğru yayılarak küresel bir yaşam biçimi olmuştur. Neolitik Dönem olarak adlandırdığımız bu dönemde köy yaşantısı, konut, tapınak gibi kamusal yapılar, toprak mülkiyeti, depolama, organize ticaret, çiftçilik, hayvancılık, uzman zanaatkârlar gibi “ilk”ler ortaya çıkmıştır. Anadolu’nun uygarlık tarihine yapmış olduğu en özgün katkıyı belirleyen bu süreç, bunu izleyen kent-devlet-imparatorluk aşamalarının da ön aşaması olarak kabul edilir. Son yıllarda haklı olarak ün yapan Göbeklitepe yukarıda tanımladığımız Neolitik Dönemin başlangıcını, Çatalhöyük ise sonlarını temsil eden buluntu yerleridir.

    Bundan 20-30 yıl öncesine kadar Anadolu yarımadası Neolitik devrimin oluşum bölgesinin dışında olarak düşünülmekteydi. O yıllarda ilk köy yerleşimlerinin güneyimizde, Yakın Doğu’nun “Bereketli Hilal” olarak tanımlanan, doğuda Mezopotamya’dan başlayarak, kuzey Suriye’yi içine aldıktan sonra Akdeniz kıyı şeridi boyunca Filistin’e doğru kıvrılan kurak-yarı kurak bölgede başladığı, tarım ve hayvancılığa dayalı köy yaşantısı tam olarak geliştikten çok sonra Anadolu’ya geçtiği kabul edilmekteydi. O yıllarda doğal çevrenin sunduğu olanakların çok kısıtlı olduğu yarı kurak bölgelerde insanların avcılık ve toplayıcılık ile beslenmekte güçlük çektiği ve bu nedenle bitkileri tarıma aldıkları varsayılmıştı. Burada temel yaklaşım, olumsuz çevre koşullarının kültürleri değişime zorladığı, dolayısı ile tarımın yerleşik köy yaşantısından önce geldiği idi. Güneyindeki bölgelere göre daha fazla yağış alan, çeşitlilik açısından zengin bir doğal çevre ortamına sahip olan Anadolu, avcı – toplayıcı grupların zorlanmadan yaşamlarını sürdürebilecekleri koşullara sahipti. Ne var ki ilkin Diyarbakır-Ergani’de Çayönü, ardından Batman Hallan Çemi, Urfa Bozova, Nevali Çori ve daha sonra Göbeklitepe, Körtiktepe, Güzir Höyük’de yapılan kazılar, yerleşik yaşamın Güneydoğu Anadolu’da çiftçiliğe geçilmesinden önce başladığını ortaya çıkartmıştır. Doğal besin kaynakları, av hayvanları açısından zengin olan Anadolu coğrafyası, besin üretimi yapmaya gerek olmadan avcı toplulukların sabit köylerini kurulabilmesine olanak vermiştir. Bu yerleşik topluluklar zaman içinde çevrelerindeki diğer olanakları da değerlendirmiş; tahıl, mercimekgil ve baklagilleri tarıma almış, koyun, keçi, sığır ve domuzu evcilleştirmişlerdir.

    Anadolu’da yukarıda adı geçen kazıların başlamasından önce Neolitik Dönem yaşamı ile ilgili bilgilerimiz Yakın Doğu’nun diğer yerlerinde yapılan kazılarda elde edilen bilgiye dayanmaktaydı; bunlar daha çok kulübe türü yapılardan oluşan köyleri, zor koşullar altında var olma mücadelesi veren basit bir sosyal düzeni yansıtmaktaydı. Sosyal sınıflara ayrışmış, seçkinlerin ve tanımlı ruhban sınıfının, uzmanlık alanlarına göre işbölümünün olduğu toplumsal dokunun daha sonraki çağlarda ortaya çıktığı kabul edilmekteydi.

    Anadolu’da yapılan Çayönü, Neval Çori, Körtiktepe, Göbeklitepe gibi kazılar ile ortaya çok farklı ve şaşırtıcı bir tablo çıkmıştır. M.Ö. 10.000 gibi eski bir tarihe ait olan bu yerleşimler her bakımdan iyi örgütlenmiş, gelişkin bir toplumun varlığını ortaya koymuştur; yapılar yerleşimin içinde önceden tasarlanmış bir plana göre yerleştirilmiş, tapınak gibi kamusal yapılar için belirli bir alan ayrılmıştır. Daha sonraki çağlar için bile şaşırtıcı boyutlardaki dikilitaşlar, anıtsal görünümlü kamusal yapılar organize işgücünü, ancak uzman zanaatkârlar tarafından yapılabilecek ince işçilikli heykeller, taş kaplar, takılar, seçkin yöneticilerin, ruhban sınıfının, zanaatkar ve sanatçıların belirgin olduğu bir sosyal düzenin varlığını açık olarak göstermiştir. Dicle’den Fırat Havzasına kadar olan Neolitik yerleşimlerde bulunan dikilitaşlar kadar taş kaplar ve üzeri betimlemelerle dolu kemik levhalar, bir yanda geniş bir coğrafyada üslup ve anlatım dili bütünlüğünü, öte yanda da, çok karmaşık bir inanç sistemini yansıtmaktadır. Bu dönem içinde mimaride de devrim niteliğinde atılımlar gerçekleşmiş, yuvarlak planlı barınaklar, dörtgen planı olan konutlara dönüşmüştür; köşe bağlantıları, temeli, taşıyıcı duvar ve çatı sitemi gibi mimaride “ilkler” bu dönemde ortaya çıkmıştır.

    Güneydoğu Anadolu’da ortaya çıkan Neolitik kültürün 3500 yıl bu bölgede kalarak geliştiği ve giderek besin üretimine dayalı yeni bir yaşam biçimine geçildiği anlaşılmaktadır. Beslenme alışkanlıklarında da bu dönemde köklü değişiklikler olmuştur; tahıl öğütülerek un elde edilmiş, kilden kap-kacak yapım teknolojisinin bulunması sulu aş ve başta süt ürünleri ve içecekler olmak üzere mayalamaya olanak sağlamıştır. Çiftçiliğe, besin üretimine dayalı yaşam, önceki toplumlarda olmayan mülkiyet, miras hukuku, artı ürün gibi yeni kavramların ortaya çıkmasını sağlamış, toplumsal kurgu da buna göre yeniden biçimlenmiştir. Bu yeni yaşam biçimi bir süre sonra kısmen göç, kısmen de bilgi ve mal aktarımı ile yayılarak küresel bir model hâline gelmiştir. Türkiye’de son yıllarda yapılan arkeolojik kazılar bu süreci yansıtan, önceden hiç bilmediğimiz şaşırtıcı buluntuları ortaya çıkartmıştır, bunun en çarpıcı örneği ise Göbeklitepe’dir.

    *İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü