Türk-İslam Edebiyatında Hindistan

Bülent Yorulmaz

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Dünyanın en eski ve zengin medeniyetlerinden birine sahip olan Hindistan, bu zengin ve köklü kültürüyle dünya edebiyatlarına ve felsefelerine tesir etmiş, egzotik ve büyülü dünyasıyla yüzyıllardan beri insanlar için eksilmeyen bir alâka merkezi olmuştur. Uzun ve karışık tarihin beslediği muhayyile onu masallar ve efsaneler ülkesi hâline getirmiştir. Hindistan bu cephesi ile yazılı ve sözlü edebiyat geleneğinin kay­naklarından biridir.

    Türkler çok eski zamanlardan beri, özellikle yaşadıkları coğrafî bölgelerden dolayı, eski Hint, Çin ve İran’ın fikir ve edebiyatı ile yakın münasebetlerde bulunmuşlardır. Fuat Köprülü, Türk-Tatar kabilelerinin, batıya doğru göç ederken Hint hırsının yayılmış bulunduğu sahalardan aldıkları pek çok unsurun bazı değişikliklerle sözlü edebiyata karıştığına işaret eder. İslamiyet’ten sonra ise eski Cahiliye mevzularına dinî birçok menkabeler eklenmiş, İran ve Hint ile temastan sonra Binbir Gece Masalları gibi Hint ve İran menkıbeleri de geçmiştir.

    Ruben, Hint-Türk münasebetlerini incelerken, XI. yüzyılda Keşmirli bir Hindu olan Somadeva’nın Binbir Gece Masalları ile Tutinâme arasındaki benzer motif­ler üzerinde durur. Somadeva’nın eserinin Ekber Şah zamanında Farsça’ya tercüme edildiğini, bu tercümenin İstanbul’a gelmiş olabileceğini ileri sürer. Pança-Tantra ve Muhabbharata’daki hikâyelerde mevcut bazı konuların Aesop ve La Fontaine’de de bulunduğundan söz eder. Siyasî bir kitap olan Pança-Tantra’da, zayıf olanın hile ve başkasının yardımıyla kuvvetliyi yenişi konusunun, Batılı eserlerde ortak oldu­ğunu ortaya koyar.

    Hint edebiyatı ve felsefesini tanıtan kitabında Cemil Meriç, Avrupa’nın tanıdığı bütün halk masallarının kaynağının Hindistan ol­duğunu söyledikten sonra Pança-Tantra hakkında bilgi verir. Bu hikâyelerin en önemli özelliği Kelile ve Dimne’ye kaynaklık etmesi ve Batı­’nın ünlü Fabl’larını hazırlamasıdır. La Fontaine’in “karga, geyik, kaplumbağa ve fare” masallarının buradan aldığını yazan Meriç, “Farenin kurtardığı fil” masalının Aesop’un “Aslanla Fare” hikâyesini ha­tırlattığını belirtir. Diğer masalların da bu eserlerle münasebetlerine işaret ettikten sonra, eski Hind’in edebî hikâyelerinin kaynağının Brihatkoka adlı eser olduğunu, Somadeva’nın da Binbir Gece’yi yazarken bunlardan faydalandığına işaret eder.

    Bütün dünyanın tanıdığı Hint mecmualarının en güzelini şüphesiz Kelile ve Dimne teşkil eder. Ahlakî bir masal külliyatı olan eser adını esas kahramanları olan iki çakalın adından alır: Karataka-Damanaka. Sanskritçe’den Pehlevice’ye ve bu dilden de Arapça’ya tercüme edilmiş olan bu eseri, Doğu ve Batı edebiyat âlemi yakından tanımaktadır.

    İslami Türk Edebiyatında Hint masal ve hikâyelerinden sadece Kelile ve Dimne’nin değil, meselâ, meşhur Sindbadnâme’nin ve Bahtiyarnâme’nin de tanındığı bilinmektedir. Mevlânâ’nın Hind mefhumlarını ve Kelile ve Dimne’nin bazı kısımlarını alması bu tesirin genişliğini göstermektedir.

    XVI. yüzyılın belki en dikkate değer eserlerinden birini de Seydi Ali Reis’in Miratü’l-Memâlik adlı eseri teşkil eder. 1554 yılında Hint denizlerinde Portekiz­lilere karşı yaptığı sefer sırasında tutulduğu bir fırtına neticesinde Hint kıyılarına düşen Seydi Reis, gemilerini Suvat Hâkimi Hüdavend Han’a teslim ederek karadan Osmanlı topraklarına dönmek zorunda kalmıştır. Ali Reis Bağdat üzerinden İstanbul’a dönünceye kadar başından geçen çeşitli olayları, gördüğü memleketleri ve görüştüğü hükümdarlarla ilgili gözlemlerini Miratü’l-Memâlik’te çok alâka çekici şekilde anlatır. Ali Reis’in Kitâb-ı Muhit veya sadece Muhit adıyla tanınan bir eseri da­ha vardır. Bu seyahat esnasında Hindistan’da, Ahmeddabad’da yazdığı ve Cava, Sumatra, Seylan ve diğer adalar üzerine olan bu eser, denizciliğe ait birçok bilgi verilmektedir.

    Devrin diğer eserleri arasında Piri Reis’in coğrafya ve seyahat edebiyatı sa­hasında, 1521’de yazılmış olan Kitâb-ı Bahriyye’si ile Tokatlı Ahmed bin İbrahim’in Kâ­bil yoluyla Hindistan’a gidip Basra yoluyla dönüşünü anlatan Seyahatnamesi’ni de anmak gerekir.

    Hint Unsurlarının Halk ve Divan Edebiyatında Görünüşü

    Halk şiirinde sadece bir uzak ülke olarak görülen Hindistan, şairin gidip ge­zebileceği en uzak yer olarak geçer. Giyim unsuru olarak ise ünlü Lahor şalıyla halk şairinin diline yerleşmiştir. Âşık, Lahor şalının veya kuşağının güzelliğiyle, sevgili­nin belindeki Keşmir Şalına vurulur. Divan edebiyatında Hind; Hindu ve Hindistan kelimeleriyle mazmunlar dünyasına girmiş ve edebî sanatlarda bolca kullanılmış olan ülke, güzellik unsurları ile karşımıza çıkar. Hindistan, sefer edilerek varılan bir yerdir. Âşık da sevgilinin saçı Hindine varmak için gönül kayığına biner. Saçın yüz üzerindeki kısımlarıyla birlikte görülen ben, Hind’de yetişen bir karanfildir. Hind’de tûti çoktur, ama “şeker-güftâr” yoktur. Âşık ise şeker gibi konuşan kimsedir. Sevgilinin saçında dolaşan, oradan hiç ayrılmayan gönül sanki bir Hindistan tutîsidir. Tavusa benzeyen sevgilinin saçını özlemek, sanki tavus görmek için Hindistan seferinin zahmetine kat­lanmak gibidir.

    Divan edebiyatında çok kullanılan amber, yakut ve incinin bu bölgeden çıkması dolayısıyla zikredilir. Yine yukarıda sözü edilen güzellik unsurları hemen hemen bütün Divan şairlerinin kullandıkları edebî sanat­lar içinde değişik şekillerde yerini almıştır. Mazmunların kaynağı da bereketli masal dünyasının fantastik havasında değişen Hint coğrafyasıdır. Halk edebiyatı ile Divan edebiyatında Hint ile ilgili unsurların ortak özelliği uzak, hatta masal iklimini devam ettirmesidir. Askerî seferler, coğrafya olarak gerçek Hindistan’ı tanıtmaya başlar. Ancak Tanzimat’tan sonraki eserlerde bile Hindistan’a gidenler, orada sadece çıplak gözle görüneni değil, görmek istediklerini de ararlar.

    Tanzimat’tan Günümüze Türk Edebiyatında Hindistan

    Tanzimat’a kadar siyasî ve askerî münasebetlerin dışında sadece bir masal diya­rı olarak tanınan Hindistan, XIX. yüzyıldan itibaren daha canlı bir şekilde keşfedilme­ye başlanmıştır. Zira edebiyatımız gazete vasıtasıyla hem Batı gazetelerine açılmış hem de romantik edebiyat dolayısıyla yabancı ülkelere karşı ilgi artmıştır.

    Osmanlı Devleti’nin uzak vilayetlerine gerek Duyûn-ı Umûmiye heyetleri, gerek­se Teftiş ve Muayene Ercümeni heyetleri görevleri gereği seyahatler yapmışlardır. Bu seyahat heyetlerinin reisleri veya bu tür bir geziye münferit çıkanlar izlenimlerini daha sonra hatırat veya seyahatname şeklinde bastırmışlardır. Bu seyahatnamelerden ilki, Ercümen-i Teftiş ve Mua­yene Reisi Ahmet Hamdi’nin, “Hindistan ve Suvat ve Afganistan Seyahatnamesi” isimli eseridir. İkinci eser, 1885’de Direktör Ali Bey’in üç yıl süren İstanbul’dan Bağdat ve Hindistan’a yapılmış seyahatinin notlarıdır. Bu tarzda yazılmış üçüncü eser ise Basri Lostar’ın, Yarın Mecmuasında çıkan Hint Hatıraları adlı yazı dizisidir.

    Ahmet Hamdi, II. Abdülhamid’in iradesiyle göreve gönderilmiş ve gördüğü yerlerin tarihî, sosyal ve kültürel hayatını yazarak geniş bir seyahatname hâline getirmiştir. Ali Bey’in asıl görevi Duyûn-ı Umûmiye müfettişi olarak Bağdat ve Basra vilayetlerini teftiş etmektedir. Bu bakımdan Seyahat Jurnali’nin asıl keyif ve­rici satırları Türkiye ve Bağdat’la ilgili olan bölümleridir. Ali Bey, Karaçi’de büyük bir İslam medresesini gezmiş ve şehrin gaz lambaları ve vapurların elektrik ışıklarıyla aydınlatmışına hayran kalmıştır. Basri Lostar’ın hatıralarında dikkati çeken nokta, onun çevresindeki varlıkla­ra daha inceleyici, duygusal ve sanatkârane bir gözle bakmasıdır. Taç Mahal onun için Şah Cihan’ın ebediyete erdiği bir abidedir.

    Ahmet Hamdi, Aligarh’ta Halide Edib’in uzun uzun Hindistan ve Hint Müslümanla­rı için yaptıklarını anlattığı Sir Seyyid Ahmet Han’ı tanıtır. Seyyid Ahmed, Hind Müslümanları gayet mutaassıp olduklarından İngilizlerin mekteplerine çocuklarını ver­mediklerini, onun için Müslümanlar için okullar açılmasını önerir.

    Tanzimatın en önemli şahsiyetlerinin biri olan Namık Kemal, Nisan 1873’de sür­gün olarak gittiği Magosa’da, 1874’de Bahar-ı Dâniş’i, 1876’da da Kara Bela’yı yazar. Bâhâr-ı Dâniş, Şeyh İnayeullah Kanbu’nun 1651’de yazdığı Farsça hikâye ve masallarının külliyatıdır. Bunlar genç bir Brahma’nın anlattığı hikâyelerdir. Ese­rin esasını Cihandar Sultan ile Behrever Banu arasındaki aşk teşkil etmektedir. Eserin Namık Kemal tarafından Farsça’dan Türkçe’ye çevrilen hikâyesi Cihandar Sultan ile Behrever Banu arasındaki maceradır. Namık Kemal’in “gönül eğlendirmek için” sade bir Türkçe ile çevirdiği bu eserin mukaddimesinde Divan edebiyatının çok belirgin bazı vasıflarına ve man­zumlarına da şiddetli tenkidler bulunmaktadır.

    Abdülhak Hâmid Tarhan, tabiatı, sosyal hayatı ve meseleleriyle Hindistan’ı eserlerinde en geniş anlamda anlatmış, en canlı sahnelerle Hindistan ve Hintliyi gözümüzün önünde canlandırmış bir şahsiyettir.

    Ayrıca, gerek Bahar-ı Dâniş’in, gerek Kara Bela’nın ve sonra uzak Hint tari­hinde geçen Celaleddin Harzemşah’ın yazılması, Tanpınar’ın “münasebetlerinin ayrı bir tetkike muhtaç” olduğunu ifade ettiği Şeyh Ahmet Efendi’yi tanıması ve sıkı yakınlığı bize sadece uzak ülke coğrafyasına ve tarihine karşı duyulan bir ilgi gibi gelmemektedir. İttihad-ı İslam politikasının uyandırdığı hareketin neticesi olarak, İslam dünyasının büyük potansiyeline sahip bu bölgesine karşı, bu kadar kuvvetli bir kalem tarafından ilgi çekilmek istenmiş olabilir.

    Tanzimat döneminin diğer yazarlarında da Hintliler ve Hindistan ile, onun gerek dinî, siyasî, gerek coğrafya ve tabiat, bazen de masal atmosferini aksettirecek şekilde çeşitli vesilelerle temas edildiğini görüyoruz. Pertev Paşa’nın “Layiha”sında mesele İslamiyet açısından ele alınır. Müslü­manların zulüm altında kalmalarına sebep olarak, çalışmayı terketmeleri ve düşman hi­lelerine karşı uyanık bulunmadıkları için “mücazât-ı İlâhiyeye duçar” oldukları göste­rilir.

    Münif Paşa ise Voltaire’den yaptığı Keşmir şehri ile ilgili tercümesinde Hindistan ve Hintlilerden söz eder. Ali Suavi’nin Encümen-i Dâniş-i Şarkî adlı tercüme yazısında da Hindistan’da meydana çıkan üç encümenin esaslarından söz edilir. Süleyman Paşa’nın “Tavâif-i Türk” yazısında Oğuz Han’ın Turan ve Hindistan ta­raflarına hücumu anlatırken, tarihî ve coğrafî özellikleriyle bölgeden bahsedilir. Ahmet Vefik Paşa “Türk” adlı yazısında, Türklerin ilk yerleşim bölgeleri ve ilk devlet kurdukları yerler olarak Hint ve Hind-i cenubîden söz eder.

    Ahmet Midhat Efendi’nin Hint ve Hintliye bakışı daha farklı olmuştur. Tanzimat yazarları içinde Hamid dışında eserlerinde doğrudan Hintli tipi ele alan yazarlardan biri de Ahmet Midhat Efendi’dir. “Acaib-i âlem”de bir ara Hindistan dilberlerinden söz eden Ahmet Mithat Efendi “Hayret” romanında, Hintli bir ailenin Hindistan’dan başlayıp İstanbul’dan geçen, Roma ve Paris’e kadar uzanan macerasını anlatır.

    Samipaşazade Sezayî için bu muhteşem kıta, yeşillikleri, büyük hayvanları ve göz kamaştırıcı tabiatıyla ilgi çekici bir ül­kedir. Samipaşazade Sezayi’de masal dünyasının izlerini de görürüz. “Bir Yaz Günü” adlı hikâyesinde, ihtiyar bir kadın, genç kızlara Hindistan padişahının şehzadesiyle Kafkas dağlarındaki Zümrüd-i Anka kuşunun maceralarını nakleder.

    Ara nesilden Ali Galip de Osmanlı Devleti dışında yaşayan Müslümanlara duyulan ilgiye bağlı olarak, “Hint Ahali-i İslâmiyesinin Düğünleri” adlı yazısı ile bölgede yapılan Müslüman düğün merasimlerini anlatır. Mizancı Murat Bey ise Hindistan’a manevi cepheden ve Hilafet açısından bakar. Hattâ İngiltere’nin Osmanlı’ya olan münasebetlerini bile, Hindistan’daki menfaatleri açısından daima en iyi şekilde sürdürmesi gerektiğini ifade eder. Camilerinde Halife adına hutbeler okunan, milyonlarca Müslümanıyla Hindistan, önemli bir güçtür.

    Süleyman Nazif iki yazısında Hind’in ünlü şairi Tagore’dan bahseder. Yazılardan birincisinde, Ömer Hayam ile Tagore’u mukayese eder. İkinci yazıyı ise, 1926 senesinde Tagore’un İstanbul’dan geçişi dolayı­sıyla yazmıştır. Tagore hakkındaki devri içinde çok yerinde bu değerlendirmesinde yer alan “Hindistan gibi afyon ve esaret kokan bir kıtada” ibaresi düşüncürüdür. Masal ülke ar­tık yoktur.

    Tevfik Fikret’in iki şiirinde Hint motif ve felsefesini görüyoruz. Bunlardan birincisi “Peri-i Şiirime”, diğeri “Buda” adlı şiirleridir. Ahmet Haşim’in gerçekten çok derin düşünceleri ihtiva eden nesirlerinde, Hin­distan ve Hintli, uzak ülke ve insanı olarak genel değerlendirmeler içinde yer alır. Haşim, bazı yazılarında da Tagore ve Gandhi’den söz eder. Ahmet İhsan Tokgöz de 1931 yılında yayımlanan “Matbuat Hatıralarım” adlı eserinde Hindistan’la ilgili hatıralarını zikr eder. Servet-i Fünun’dan önce çıkardığı Ümran mecmuasının sansür olunmak üzere, Maarif Nezaretine bağlı Encümen-i Teftiş ve Muayene heyetine götürülmesi sırasında karşılaştığı Encümenin başkatibi “açık kahve renkli” bir Hintlidir.

    Mehmet Akif Ersoy’un, Hindistan’a ve Hintliye bakışı ise İslami ve siyasidir. Meseleyi, zulüm gören, ezilen İslam toplumu olarak ele alan Akif, Osmanlı Devleti’nin içinde yaşadığı sarsıntılı günlerde ve Millî Mücadele yıllarında Batı’nın sömürge­ci zihniyetine karşı çıkmıştır. Sömürgeci zihniyet, emperyalist emelleri uğruna pek çok ülkeyi hâkimiyeti altına almıştır. Akif, “Süleymaniye Kürsüsü”nde Hindistan’ı baştan başa gezmek arzusunda oldu­ğunu, fakat oraya giderse İngiliz’in arkasına polis takacağını yazar. Hindistan, “Rahmetullaha” benzer, yüzlerce hâkimi sinesinde beslemektedir. Hint gençleri İngiltere’de tah­sil görmektedir. Yurt dışında tahsil eden bu gençlerin milliyet duyguları da son derece kuvvetlidir. Bunlar Batı’nın sadece ilmini alırlar. Ahlak ve faziletçe yüksek insan­lardır. Tabiî böyle evlatlar yetiştiren bir millet, bir gün mutlaka istiklâline kavu­şacaktır. Baba-oğul bir Müslüman Hintlinin konuşmaları ise onu ağlatır. Baba Türkleri över ve Hind’in İslam’ının onlarla kıyas edilmemesini ister. Oğul, İngiltere’de yüksek tahsil yaparken kendisine çok önemli bir şey öğretildiğini söyler. Öğretilen şey, bir milletin sefalete düşmesinde en büyük sorumluluğun o milletin aydınlarında olduğudur. Akif’in Kastomonu’da, Nasrullah Camii’nde verdiği vaazlar, İngiliz zulmünün bü­tün İslam âleminde yaptıklarının gözler önüne serilmesidir. Bu vaazlarında Akif, İngi­lizlerin özellikle önce Osmanlı Devleti ve Hilâfetle uğraştıklarını, sonra da İslam birliğini bozmaya çabaladıklarını söyler. İstanbul’un işgali hadisesinde bile, İngilizlerin, Hint Müslümanlarının ayaklanmasından korktukları için Müslümanları İstanbul’dan kovma­ya cesaret edemediklerini anlatır. Akif daha sonra cemaate Asya’nın, özellikle Hindistan’ın İngiliz’in elinden ne­ler çektiğini anlatır. Akif, Doğu’nun büyük şairi ve mütefekkiri Pakistan’ın fikir babası İkbal’i de gıyaben tanır.

    Ziya Gökalp de İngilizlere karşı duyduğu kini iki şiirinde dile getirmiştir. “Kara Destan”da İngiliz’i vahşi bir ejdere benzetir. “İngilizden Sakın” adlı şiirinde İngiltere, vatanları yıkan, hürriyeti bo­ğan, milletleri esir eden, Hind’i ve Mısır’ı yutandır.

    Halide Edib Adıvar, Delhi’de kurulacak İslam Üniversitesi’nin temel atma töreni dolayısıyla Hindistan’a bir seyahat yapmıştır. Bu seyahate, 1912 yılında Balkan Harbi esnasında Hint Hilâl-i Ahmer heyetinin reisi olarak İstanbul’a gelen Ansari’den aldığı davet üzerine çıkan Halide Edib, Hindistan’da, 1935’te, yaklaşık üç ay kalır.

    Kars milletvekili Ahmet Ağaoğlu, 1929 yılında “İngiltere ve Hindistan” adlı bir kitap yayımlar. Bu kitapçıkta; İngiltere’nin dünya siyasetinde oynadığı rol ve müstemlekeciliğini anlatır. Tabiî, Hindistan’ın, İngiltere’nin en başta gelen sömürge­lerinden olduğu ve İngiltere’nin Hindistan’a ayrı bir önem verdiği kesin çizgilerle belirtilir. Hindistan’ın tarihî, dinî ve sosyal hayatından da bahsedilen bu kitapçık­ta, Hindistan’ın İngilizlerin hayat kaynağı olduğu yazılır. İngiliz’in Hindistan’da daima bir kuvvet ve tahakküm sahibi olduğunu, üs­tünlüğünü muhafaza etmek için, ülkede eğitim alanında yerliye hiçbir hizmet vermedi­ğini de yazan Ağaoğlu, Tagore’dan aldığı sözlerle, Avrupa medeniyetinin Hindistan’da daima husûmet saçtığını belirtir.

    Nazım Hikmet, 1932’de yayımlanan “Benerci Kendini Niçin Öldürdü” adlı manzum hikâyesinde, Hintli bir ihtilalcinin, ülkesinde istiklal savaşı başlatmak için giriştiği teşebbüsleri, başarısızlığı, tutuklanarak hapse atılması ve içine düştüğü yalnızlık neticesinde intiharını anlatır. Şevket Süreyya ise Benerci ile ilgili Kadro dergisinde yayımlanan yazısında 1920 ile 1932 yılları arasında değişen Nazım Hikmet’ten söz eder. 1920’lerin ateşli şâiri artık gönlünde ne “pınar serinliği” ne bir “yâr” taşımaktadır. Bu eserin bir manzum hikâye olduğunu yazan ve daha sonra kısaca Hindistan’ı tanıtan Şevket Süreyya, ne Nazım’ın ne de Benerci’nin Hindistan’ı tanıdığını yazar.

    XVI. yüzyılda Süleyman Paşa’nın Hindistan’a yaptığı seferini romanlaştıran Tur­han Tan ise, 1939 yılında yayımladığı “Hint Denizinde Türkler” adlı eserinde, 1539’da Süleyman Paşa ile başlayan ve 1543’de Terki Yusuf ve Terki Hüseyin Beyler, 1551’de Piri Reis, nihayet 1553’de Seydi Ali Reis’in seferlerini anlatır.

    Falih Rıfkı Atay, Millî Mücadele yıllarında kaleme aldığı bir yazısında, bir Lahor gazetesinde gördüğü timsali bir kahraman resmini tanıtır. Bu resim Türk ve Acem masallarında tesadüf edilen aşık ve kahraman tasvirleri gibi ölçüsüz, nisbetsiz ve karışıktır. Bu resmin altında “Battal-ı azîm Gazi Mustafa Kemal Paşa” yazısı vardır. Atay, 1943’de Hindistan’da geçirdiği iki aylık seyahat yazılarını “Hint” adlı eserinde toplar. Atay’ı böyle bir kitap yazmaya yönelten asıl sebep, Türkçe’de Hindistan için toplu hiçbir şey yazılamamış olduğu düşüncesi ve Hindistan’a, bölge halkına, tarihine, dinine, kast ve politika davalarına hiç olmazsa kuş bakışı bakmaktır. Atay’ın Hindistan’a yaptığı seyahat bu masal ülkesinde artık masal un­surlarının çocukluk yıllarına ait hatıralar olarak kaldığı, bunun yerine tarihi, kül­türü ve medeniyeti ile sevilen, hareketli binbir çeşit cazibesi bulunan ve arkasında çok güzel anılar bırakan bir yolculuk olmuştur.

    Atay’ın başkanlığında Hindistan’a gidenlerden biri de Burhan Felek’tir. Felek bu seyahatle ilgili hatıralarını bir kitap hâline getirir. Hindistan’da gördüklerinin ve öğ­renebildiklerinin kabataslak hikâyesi olan bu kitaba, ne bir ilmî hakikat, ne bir si­yasî kanaat anlatacağı için “Hint Masalları” adını vermiştir. Bombay’da, İsmailiye kolejinde “Hint şairi Tagore’un” yazdığı bir Hint ilahisi­ni dinleyen Felek, kolejin vâkıflarından Mevlâna Safiyüddin’in, kolejde Türkçe kürsüsü kurulmasını istediğini, hattâ bu zatın Sultan Hamid zamanında gerçekleşemeyen bir projeden bahsettiğini belirtir. Bu projeye göre Bombay’da Türkçe, İstanbul’da ise Urdu lisanı tedrisi kararlaşmış, hatta İstanbul’da Hindî tekkesinde Urdu dilinin oku­tulmasına başlanmıştır. Ancak bu karşılıklı teşebbüs daha sonra tahakkuk edememiştir.

    Son dönemin tanınmış gazetecilerinden Refî Cevat Ulunay da bir Hindistan seya­hatine çıkar. Ulunay, seyahate çıkmadan önce bir Fran­sız yazarının Hindistan seyahati notlarını Türkçe’ye tercüme etmiştir. Hindistan’ın tarihî, sosyal ve kültürel değerleri hakkında pek müsbet izlenim­ler taşımayan, çevresini maddî bir ruhla inceleyen bu eseri, tercümeden sonra bu “İh­tişam Diyarı”na giden Ulunay, kitabının önsözünde Hindistan’daki demokrasi anla­yışının bir din, bir mezhep hâline geldiğinden söz eder. Rudyard Kipling’in eserindeki Kobra (Nag) ile Mangust (Rikki-Tikki) arasındaki mücadeleyi Delhi’de, sokakta seyreden Ulunay, Tac Mahal’e hayran olur. Nehru ile de görüşen Ulunay, onu “ilmi, irfanı, nezaketi, hatası, feragati, siyasî, iktisadî, içti­maî meseleleri kavrayış kuvveti” ile tanır.

    Hint kıtasının, 1947 yılında istiklaline kavuşup Pakistan ve doğu Pakistan (sonradan Bangladeş) ve Hindistan olarak ikiye ayrılması ve Pakistan’ın Türkiye Cumhu­riyeti tarafından tanınması üzerine bu ülkeye, büyükelçi olarak Yahya Kemal Beyatlı tayin edilir. Tanpınar “Yahya Kemal’i Uğurlarken” adlı yazısında “Amber ve bahar rüyası Hint’e” bizim için garbın kapısı ve şarkın cevheri, “dehâmızın en güzel aynası” olan bir şahsiyeti, Beyatlı’yı uğurladığımızı yazar.

    Seyahat yazılarına, İbrahim Olgun’un 1973’te, El Birûni’nin 1000. doğum yılı münasebetiyle, Karaçi’de yapılan kongreye katıldıktan sonra yazdığı “Gezi Notları”nı da eklemek gerekir. Olgun, konferanstan önce okunan Kur’an ile İslami bir cumhuri­yette bulunduğunu hisseder. Karaçi’deki Cinnah türbesi ziyaret edilir. Pakistanlıların bize olan sempatilerinin temelinde, sünni oluşumuzun ve Hindistan’ı Müslümanlaştıran Gazneli Mahmut’tan gelen bir Türk sevgisi olduğu açıkça ifade edilir. Olgun’a göre bölgeyi yüzyıllardır sömüren İngilizler, giderken bunların başlarına pek çok dert açmıştır. Önce Doğu-Batı Pakistan, sonra Bangladeş, Hindistan’daki Hindu-Müslüman meselesi, Pakistan’ın Afganistan ve Hindistan’la olan sınır problemleri… Bugün kapalı olan Peşaver Üniversitesi içindeki Türkçe bölümü ve Peşaver ve Lohor’daki tarihî yerler de ziyaret edilir.

    1984 yılında “Deniz Kenarında Pazartesi” adıyla yayımladığı ve anı-roman türün­deki kitabıyla Nazlı Eray, eserlerinde Hintli bir tipe yer veren yazarlardan bi­ridir. Anılarını “Bir Soylunun Anıları” başlığı altında toplayacakken “Deniz Kenarında Pazartesi”ye çeviren yazar, Iowa City’de tanı­dığı Oxford University Press’in editörü olan Hintli mistik Parthasarty’ye anılarında “en ilginç adam” olarak yer verir.

    “Turkuaz Günlüğü” ise Murat Özsoy tarafından televizyon için hazırlanmış bir “belgesel film öyküsü”dür. Hindistan’ı ve Pakistan’ı iki ayrı ülke olarak gezen ve çeşit­li yerlerde çekim yapan ekip, daha çok bu iki ülkenin tarihinde ilgi çekici ve dünya­nın tanıdığı yerleri ve güncel olaylarla anılan bölgelerinde dururlar.

    Kırk Haramiler masalındaki sihirli kelimelerle “Açıl susam açıl” dendikçe açılacak ve içeri her girişte değişik bir köşesinin görüneceği bir hazine mağarası Hindistan. Yüzyıllar boyunca gelenlerin hep aynı “Tacın İncisi”nin göz alıcı pırıltılarıyla kamaşan gözleri, bu muhteşem ülkenin mütevazı insanına, tarihine ve çok eski bir medeniyetin birikimi eserlerine, kültür ve sosyal hayatına birbirlerinden farklı ve yeni yorumlar getirmiştir.

    *Prof. Dr. Bülent Yorulmaz, Yeditepe Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Görevlisi