Muhammed İkbal: Modern Dünyada Miracı Yorumlamak
Ekrem Demirli
Geniş coğrafyası, uzun bir zaman diliminde teşekkül etmiş karmaşık kültürel yapısı ve etnik zenginliğiyle mukayese edildiğinde Hindistan, nadiren büyük düşünür yetiştirebilmiş bir İslam coğrafyasıdır. Bu kısırlığın akla gelebilecek sebepleri arasında İslam’ın merkezî karasından uzaklık, din bilimlerini anlamada ortaya çıkan “dil” sorunu kadar, geniş kıtanın –Muhammed İkbal’in eleştirilerinde de yer alan- “yorgunluğu” zikredilebilir. Coğrafyalar ile insanların kaderleri birbirine benzer: Belirli bir üretkenlik devresinden sonra uzun bir dinlenme dönemi gelir, yeni bir düşüncenin neşvü nema bulması için gerekli olan “asabiye” için asırlarca beklemek gerekir. Bu kısırlığa rağmen Başta Nakşibendiliğin ikinci kurucusu İmam Rabbani ile onun ardından gelen Nakşibendi şeyhleri, Şah Veliyullah Dehlevi gibi düşünürler Hindistan’ın yetiştirdiği mühim simalar arasında zikredilebilir. Bunların yanı sıra fıkıh alanında Fetava-i Hindiyye ile bir terimler sözlüğü olan Tehanevi’nin Keşşaf’ı- ıstılahat’ı Hindistan’ın İslam mirasına kattığı eserler arasındadır. Fakat bu düşünürler veya ortaya çıkan ürünler, zayıf ve ikincil derecedeki eserlerdir. İslam’ın mirasına katkıda bulunma hususunda en batıdaki Endülüs ile doğudaki Hindistan karşılaştırılsa, Hindistan’ın makus talihi görülebilir.
Hindistan’ın bu “makus” talihi on dokuzuncu asırdan itibaren göreceli olarak değişmeye başlamıştır. Bu tarihte İngiliz sömürgesi hâline gelmiş olan Hindistan’da modern eğitim kurumlarının teşekkülü bütün toplumu modernleşmeyle yüz yüze getirdi. Bu itibarla Hindistan, Mısır ve Osmanlı-İstanbul ile birlikte modernleşme krizini ilk yaşayan bölgelerden birisiyken krizin olumlu-olumsuz neticeleri kısa zamanda ortaya çıkmaya başlamıştı. Krizin büyüklüğü çatışmaların şiddetini ve derinliğini artırdı. Çırak Ali gibi düşünürlerde gördüğümüz modernist düşünceler ile tutucu bir hadisçiliğin gelişmesi aynı tarihlerde oldu. Büyük çatışmalarla yoğrulan bu düşünce hareketleri yirminci asrın ilk yarısında büyük bir düşünürün yetişmesinin zemini olmuştu. Bu düşünür, sadece Hindistan’ın değil, meseleye hakkaniyetle bakarsak, bütün İslam dünyasının yetiştirdiği en mühim birkaç düşünüründen birisi olan Muhammed İkbal idi.
“Muhammed İkbal çağdaş İslam düşüncesinin en büyük düşünürlerinden birisidir.” dedik. Onu büyük düşünür kılan hususiyeti nedir? Muhammed İkbal bir din alimi, tefsir veya fıkıh uzmanı veya tasavvuf ehli veya din bilimlerinin gelişimine doğrudan katkı sağlamış ve bu bilimlerin gidişatını etkilemiş bir “âlim” değildi. Bu alanlarla mukayese edildiğinde kendisinden daha etkili âlimler İslam dünyasının farklı bölgelerinde yetişmişti ve hâlen yetişmeye devam etmektedir. Binaenaleyh İkbal’i geleneksel veya modern anlamıyla bir “din âlimi” sayamayız. Bu durumda akla şöyle bir soru gelebilir: Bir insan din bilimlerinden herhangi birisinde mütehassıs olmadan İslam düşüncesi içerisinde nasıl ve ne kadar müessir olabilir? Acaba din bilimlerinin dışında “İslam düşüncesi” diyebileceğimiz, bağımsız bir “alan”dan söz etmek mümkün müdür? Üstelik İkbal geleneksel İslam bilimlerine baktığımızda “nazari” bir alana da müntesip değildir. Bu anlamıyla İkbal, kelam veya İslam felsefesinin herhangi bir branşında veya metafizikte bir uzman olmadığı kadar bu alanlarda pek az şey okumuş izlenimi verir insana. Bütün bu kayd-ı itiraza rağmen İkbal’in İslam düşüncesi içerisinde mütalaa edilmesi gerektiği kanaatindeyim ve bunun birkaç sebebi vardır:
Birincisi Muhammed İkbal bütün entelektüel gayretini İslam’ın ve Müslümanların modernleşme karşısındaki sorunlarına vermiş, sanatını ve düşüncesini bu sorunlara adamıştı. Bu itibarla İkbal’in düşüncesinin “mesail”i İslam toplumu ve bu toplumun sorunları üzerinden İslam’ın mahiyeti meselesiydi. Müslüman toplumun sosyal ve siyasal durumları hakkında düşünmek, bu konular üzerinde fikir sahibi olmak veya çözümler aramak, geleneksel din bilimlerinde karşılığı olan bir şey olmadığı gibi, bu alanlarla ilgili bir bilim de yoktu; bir ölçüde ahlak ve mevize kitaplarında bireyin ahlakından söz edilirken toplumun ahlakından dolaylı olarak söz edilir, ahlaki yozlaşmalar sebepleri üzerinde durulmadan eleştirilirdi. Çağdaş İslam düşüncesi “cemiyet”i bir “mesele” olarak İslam düşüncesine katarak bu düşüncenin alanını genişletmiş, ona “gerçekçi” bir zemin kazandırmış, yeni bilimlerin bu sorunu ele almasını sağlamış, “ulema”nın yanında farklı mesleklerden “aydınların” da bu sorunlar üzerinde konuşmasına imkân sağlamıştı. Çağdaş İslam düşüncesinin bu hususiyeti üzerinde önemle durmak gerekir. İkbal’i “Müslüman düşünür” kılan ve çağdaş İslam düşüncesinde yer edinmesini sağlayan en temel vasıf Müslümanların geri kalmışlık sorununda kendini gösteren içtimai meselelerini bir ahlak ve din meselesi olarak tahlil edebilmiş olmasıydı. Üzerinde durmamız gereken ikinci husus, İkbal’in tespit ettiği sorunların çözümünü İslam’da görmüş olmasıydı. Muhammed İkbal’i “Müslüman düşünür” kılan ikinci önemli husus buydu. O geleneksel hayata ne kadar eleştiri yöneltirse yöneltsin çözümün yine İslam’da, bilhassa Kuran-ı Kerim’in dinamik yapısında bulunabileceğini düşünmekteydi.
Muasırlarıyla karşılaştırıldığında İkbal’in en mühim ve etkili yanı “çağdaş” dünya hakkında derin bir tasavvura sahip olmasıydı. Hiçbir Müslüman düşünür modern dünya hakkında onun kadar “sahici” ve “içeriden” öğrenilmiş bir kanaate sahip değildi. İkbal Avrupa’daki büyük değişimin öncelikle düşünce ve dünya tasavvurundaki bir değişimle başladığını çok iyi görmüştü. Avrupa on altıncı asırdan itibaren Grek mirasını yeniden yorumlamaya başlamış, Helenistik mirasın etkilerinden kurtularak Kartezyen felsefesi temelinde yeni bir bilim anlayışı ortaya koymuş, din ve ahlak alanında da Kilise’nin merkeziyetçi ve otoriter yapısını eleştiren bireyci bir din ve ahlak anlayışı geliştirmişti. Bu gelişmeler Avrupa’da tabiatı inceleyecek ve tekniği üretecek özgür “birey”in doğmasını sağlamış, bu gelişme ise hayatın her alanında kendini gösteren kalkınmayla neticelenmişti. Binaenaleyh İkbal gelişmiş bir dünyanın hangi süreçlerden geçtiğini fark etmiş, dikkatini “birey” meselesine odaklamıştı. Başta Goethe’nin Faust’u olmak üzere, bireyin durumunu tahlil eden eserler İkbal’in eserlerine yön vermişti. Özellikle Alman düşüncesindeki eleştirel gelenekten ne kadar etkilenmiş olursa olsun, İkbal’in düşüncesinin arka planındaki esas kitap Faust’tu. Goethe’nin bu eseri, çağdaş dünyayı inşa edecek yeni insan anlayışının tahlil edildiği en önemli kitaptı. Bu itibarla Cavidname’ye “yeni insan” meselesini İslam mirasından hareketle ele almak isteyen ve “özgür insan” anlayışının dayandığı Tanrı-insan tasavvurunu tahlil eden çağdaş bir metafizik olarak bakabiliriz.
“Cemiyet” sorunları üzerinde temerküz etmiş İkbal’in düşüncesini iki ana başlıkta toparlayabiliriz: Birincisi Müslümanların yaşadıkları toplumsal ve tarihsel sorunlardan hareketle getirdiği eleştirilerdir. Bu eleştiri ümitsiz bir eleştiri değildi hiç kuşkusuz; tam aksine İkbal, İslam’ın en azından belirli dönemlerdeki başarılarına atıfla müstakbel bir zaferin ümidini içinde barındırdığına kanidir. Zaten İkbal’in insan anlayışında aşılmaz bir kaderciliğin yeri olmazdı! İkbal “İslam dünyası niçin geride kaldı?” şeklinde dile getirebileceğimiz ve yaklaşık üç asırdır Müslümanların en önemli meselesini teşkil eden soruya “Avrupa nasıl kalkındı?” hakkındaki bir tezden hareketle cevap arar: Avrupa’nın kalkınması geleneksel din ve bilim anlayışının yerine bireyi ve onun özgürlüğünü esas alan dinamik bir insan-evren anlayışının yerleşmesiyle gerçekleşmişti. Hiç kuşkusuz bu cevapta Müslüman aydınların daha sonradan tartışacakları kalkınmanın ve geri kalmışlık meselesinin anlamına yer verilmemişti: İlerleme ve kalkınma Avrupai anlamda kalkınmadır ve bunun başarılması Müslüman toplumun hayati meselesidir. Yirminci asrın başlarında Müslüman aydınlar arasında sorunun tespitinde bir ihtilaftan söz edilemez: Sorun geri kalmışlık meselesidir. Müslüman aydınlar arasındaki ihtilaf, sorunun çözümünde dinin oynayacağı rolle ilgiliydi. Bu rolün tespiti ise geri kalmışlıkta dinin olumlu ve olumsuz etkilerini tahlil etmeyi gerekli kıldı. “Müslümanlık bizi geride bıraktı.” cümlesi ile “Müslümanlıktan uzaklaşmak Müslümanları geride bıraktı.” en zıt iki görüştü. Bu noktada İkbal’in Müslüman toplumla yönelik eleştirisi bireyselleşmenin gelişmemesi, tembellik, ahlaki yozlaşma gibi sorunlar üzerindeydi. İkbal’in “geri kalmışlık” sorunu karşısında dile getirdiği düşünceler, Mehmet Akif’in Safahat’ında dile getirdiği eleştirilerle neredeyse mutabıktır. Benzer yaklaşımları Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh gibi düşünürlerde görmek mümkündür. Bu hususta cevabını bulmada zorlanabileceğimiz bir karşılaştırma olarak, İkbal’in gelenek karşıtı tavrı ile Gandhi’nin gelenek yaklaşımı mukayese edilebilir: Gandhi Hint geleneğindeki “pasif” direnişin imkânlarını yeniden hatırlayarak bağımsızlık mücadelesinin odağı hâline getirdi. Başka bir ifadeyle Gandhi geleneksel bir tavırdan pozitif bir netice inşa edebildi ve bu nispette de başarılı oldu. Fakat Müslüman düşünürlerin gelenekleriyle ilişkileri çatışmacı ve eleştirel bir seyir takip etti. Muhtemelen bu durum, onların etkilerini göreceli olarak azaltmış olmalıdır. Bu karşılaştırmaya dair kapsamlı çalışmalar yapılabilir. Fakat burada dikkat çekmek istediğimiz husus, İkbal’i bu eleştirel tavırlar içinde ayrıştıran noktadır. Bunu da ikinci ana başlıkta ele alabiliriz. İkbal bu dönemde İslam cemiyetinin sorunlarını bir Tanrı-insan tasavvuru çerçevesinde tahlil eden ilk kişi oldu. Hiçbir düşünür sorunu bu derinlikte göremedi ve kendisini metafizik bir tasavvur geliştirmek zorunda hissetmedi. Bunun temel birkaç sebebi üzerinde durabiliriz:
Öncelikle İkbal hatırı sayılır ölçüde bir felsefi birikime sahipti. Cavidname ve İslam Düşüncesinin Yeniden Doğuşu isimli eserlerinde Grek felsefesinden İslam kelamına ve çağdaş Avrupa düşüncesine kadar geniş bir alanda atıflar göze çarpar. Bu atıflardaki irtibat kopuklukları ve bazı sübjektif yorumlar meselenin mahiyetini değiştirmez: İkbal çağdaşı Müslüman düşünürlerle kıyaslanamayacak kadar bariz bir felsefi birikime sahipti. Öte yandan İkbal düşünce ile hayat arasındaki irtibatı çok iyi kavramıştı. Bunda hiç kuşkusuz bir sanatçı olmasının büyük etkisi vardı. Özellikle şiirlerinde bu sanatsal kabiliyet ve kavrayış kendini gösterir. İkbal modern Avrupa’nın doğuşunun ana sebebini bireyciliğin gelişmesinde bulduğu gibi, İslam dünyasındaki geri kalmışlık sorununun çözümünü bireyciliğin gelişmesinde buluyordu. “Ego”nun imkânları ve gelişmesi onun düşüncesinin en önemli kısmını teşkil eder. Fakat egonun imkânlarından konuşabilmek için bir Tanrı ve varlık anlayışına sahip olmamız gerekir. İnsan özgürdür demekle, insan özgür olamaz. Bu özgürlüğü dinî metinlerden hareketle nasıl temellendireceğiz? İkbal’in tahlil etmek istediği sorun budur ve Cavidname’yi, “Özgür ve yaratıcı insan fikrinin metafizik dayanağı nedir?” sorusuna cevap vermek için yazdı. İşte İkbal’i bir metafizikçi kılan husus, bireyin gelişiminde Allah’a imanın yerini tespitiydi. Cavidname bu sorunlar çerçevesinde âlemde insanın yerini tespit edebilmek üzere miracın yeniden yorumlanmasını hedefler. İkbal’in önerdiği çözümler tartışılabilir, fakat meseleyi nasıl ele almamız gerektiği hakkında bize verdiği perspektif geçerliliğini muhafaza etmektedir: Müslümanlar herhangi bir sorunu evvelemirde Tanrı tasavvurundan hareketle ele almak zorundadır ve kalıcı çözüme ancak böyle bir metafizik tasavvurla yaklaşabiliriz. İkbal’i “büyük düşünür” kılan hususiyet, Müslüman toplumun meselelerini bir metafizik mesele olarak tahlil edebilmiş olmasıyken, onu “Müslüman düşünür” kılan yönü ise çözümün İslam’da bulunabilecek olduğuna dair iddiasıydı.