Müslümanlar ve Hindistan’da Modernleşme Farklı Çağdaş ve Tarihi Deneyimler

Rizwan Qaiser

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Pek çok farklı nedenden dolayı Hintli Müslümanlar, küresel ölçekte, tüm Müslüman dünyası içinde ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, çok küçük bir yönetici elit, günümüzde Avrupa’daki bazı ülkelerde ve başka yerlerde aksi iddia edilse de, Hint topraklarının sınırları dışından gelen göçmenler değildir; ikincisi, azınlık olmalarına rağmen, en çok Müslüman nüfusun bulunduğu Endonezya’dan sonra sayıca en kalabalık Müslüman nüfus Hindistan’da bulunmaktadır. Ortaçağlarda, ezici çoğunluğunu pek çok meşakkat çeken kitlelerin oluşturduğu zamanlarda Müslüman yöneticiler olmuştur. Bununla beraber, yönetici elit, farklı bölgelerde, bilhassa kuzey Hindistan’da kültürel ortama hâkim olmuş, özellikle sanat, müzik, dil, edebiyat ve mimari alanlarda Hint kültürünün oluşumuna katkıda bulunmuştur. Birçok durumda da, özellikle muharebe alanında, fen ve teknolojinin taşıyıcısı olmuşlardır.

    Gelgelelim, on sekizinci asrın sonlarına varmadan, Mysore de dâhil –ki yöneticisi Tipu Sultan modern bilim ve teknolojiyi önemli ölçüde Fransızların yardımıyla ülkesine getiriyordu- yeni ortaya çıkan devletlerin yerini alan merkezî siyasi otoritede güçlü düşüş eğilimleri yaşanıyordu. Fakat kendisinin gösterdiği iştiyak diğer bölge yöneticileri tarafından gösterilmiyordu, diğer bölgelerin yöneticileri kendi aralarındaki iç çekişme ve İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin büyüyen gücü karşısında bağımsızlıklarına gelen tehdit dolayısıyla, daha çok, varlıklarını muhafaza etmekle ilgileniyorlardı.

    On dokuzuncu asır, üniversite müfredatlarına Batı bilimlerinin girişiyle, bunun da kültürel iklimi etkilemeye başlamasıyla İngilizlerin büyük yükselişine sahne oldu. İngilizler modernleşmeyi kamu ve akademik kurumlarla yerleştirmeyi başardılar.

    Bununla birlikte, Müslümanların bu eğilimlere cevabı birbirinden farklı oldu. Bazısı büyük bir iştiyak göstererek bu gündemi ileri taşımak için küçük organizasyonlar kurdular. Sir Syed Ahmad Khan bunlardan biriydi; 1866 yılında bilim literatürünü, Urduca, Farsça, Sanskritçe ve benzeri Hint dillerine çevirerek popüler hâle getirmek için Scientific Society’i hayata geçirdi. Syed Ahmad Khan’ın bu projesi büyük bir başarıdır. Bu deneyim, kamuoyu tarafından MAO Koleji olarak bilinen Mohammedan Anglo Oriental College’in, 1877’de hayata geçirilmesi gibi benzer projeler için cesaret kaynağı oldu ve modern bilim alanlarında çalışılmasını sağladı. Ancak Khan, aynı zamanda, din/ilahiyat çalışmaları için de olanak sağladı, nitekim hâkim düşünce akımı, bilim yapmanın İslam inancını kaybetmeye yatkın olduğunu düşünüyordu.

    Modernitenin diğer unsurlarını tanıtmak ve geniş kabul görmesini sağlayacak iklimi yaratmak için Syed Ahmad Khan iki de gazete kurdu; bunlardan birisi Aligarh Institute Gazette (İngilizce), diğeri Tahzeebul Akhlaq (Urduca) idi. Buralarda, Müslümanları, moderniteyle eş anlamlı görülen Batı dünyasının değerlerini kabul etmeye davet eden yayınlar yapıldı. Hatta Müslümanların Batı tarzı kıyafetler giymelerini savunacak kadar ileri gidildi.

    On dokuzuncu asrın sonlarında, özellikle kuzey Hindistan’daki Müslümanlar arasındaki entelektüel iklim içerisinde, argümanlarını daha ikna edici hâle getirmek için Syed Ahmad Khan, Müslümanları değerler açısından modern zamanlara yaklaştıracak bir tefsir yazmayı denedi. Bu proje bir noktanın ötesine geçemediyse de toplumda ve bilhassa Müslümanlar arasında büyük tartışmalara neden oldu. Syed Ahmad Khan ve birçok arkadaşının bu çabaları bugün kamuoyunca Aligarh Hareketi olarak bilinmektedir.

    Aligarh Hareketi’nin aksine Müslümanlar arasında muhafazakar eğilimler de vardı. Söz gelimi Deoband’da bir ilahiyat okulu olan Darul Uloom’un kurulması buna bir örnektir. Bu ilahiyat okulunun kurucuları olan Rashid Ahmad Gangohi ve Maulana Qasim Nanotvi, özellikle, 1857’deki isyanın bastırılmasının ardından siyasi iktidarın Müslümanların elinden kaydığı sömürgeci kültür hegemonyası karşısında Hint alt kıtasındaki Müslümanların dinî-kültürel hayatını muhafaza etmeye çabaladılar.

    Ondokuzuncu yüzyılda İngilizler Hindistan’ın siyasi efendileri oldular ve pek çok Müslüman sadece siyasi arenada değil, bilim ve kültür dünyasında da var olmaktan korkar oldu. Müslümanlar şüphe ve yeisle doluydu. İngiliz hâkimiyetine karşı herhangi bir direniş, henüz yaşanan 1857 isyanının şiddetle bastırılması deneyiminden sonra uzak ihtimal olarak görünüyordu. Bu nedenle, böyle bir direnişin yeri ilim alanına, din ve kültüre doğru kaydırıldı. Darul Uloom tam da bu amaçla kuruldu; okulun esas amacı âlim ve vaiz yetiştirmek ve uzak bölgelere yerleşerek Müslümanların hayat pratiklerinde onlara yol gösterici olmaktı.

    Batı etkisi lanetli olarak görüldüğü için ve saf/temiz bir konum bulmak gerektiğinden, özellikle de ilim tahsil dünyasında onların pratikte İngilizler ile hiçbir işi olmamalıydı. Müfredat ve pedagojik yöntemler hususunda on sekizinci asırda yaygın olarak uygulamada olan geleneksel akademik program olan Darse-i-Nizamia’ya başvurdular.

    İngilizlerle uzlaşı arayan ve ona tümüye karşı çıkan iki kutuplu dünya arasında ise, Lucknow’daki Nadwatul Ulooom düşünce okulu durmaktadır. Bu okul ilim dünyasında ne İngilizler ile karşı karşıya gelmiş ne de uzlaşı aramıştır. Bu nedenle, Nadwa matematik, İngilizce ve fen bilimleri gibi pek çok Batılı bilim dalını bünyesine aldı. Aynı zamanda, Sanskritçe gibi klasik Hint dillerinin çalışılmasını da sağladı, böylece Hindu yazmalarının daha geniş bir kesimce ve entelektüel, akademik ve toplumsal olarak anlaşılması sağlanabilecekti.

    Yukarıda serdedilen tarihsel arka plan bize farklı toplumsal grupların modernite sorusuna verdikleri farklı tepkiler/cevaplar hakkında ipucu sağlamaktadır. Toplum temelli, topyekûn bir cevap imajı oluşturacak herhangi bir girişim, Müslüman toplumun doğası gereği çeşit çeşit olduğundan istenen sonuçları vermeyebilir. Durum böyle olmasına rağmen, modernleşmeye karşı bir direnişin cepte olduğunu, çünkü aksi bir projenin Batı’nın ve özellikle de İngilizlerin hegemonyasını kabul etmenin bir uzantısı olarak görüleceğini tartışmak mümkündür. Ancak bu, Müslümanların modernleşmeye açık olmadığını tartışmak demek değildir. Onlar ülkenin farklı yerlerinde, ister Bihar, isterse Kerala’da olsun, kurumlar ihdas etme girişiminde bulunuyorlardı. Modern akademik kurumlar açılıyor ve çok sayıda Müslüman bu gelişmeleri destekliyordu.

    Bu kuruluşların ve halkın tarihsel deneyimlerinin sağladığı ahenk, onların işe yaradığı anlamına gelmiyor. Ancak Hindistan’ın 14-15 Ağustos 1947’de parçalanması olayı büyük bir gerilemeye sebep oldu, çünkü bağımsız Hindistan’da onların temel kaygısı, yeni ulus-devlete sadakat sorunuyla karşı karşıya kaldıkları için, bu saldırgan siyasi ortamda hayatta kalmak oldu. Modern bilim kurumlarına erişimleri ve toplumdaki daha büyük modernleşme problemi, muazzam derecedeki siyasi sıkıntılar karşısında arka planda kaldı. Müslümanlar arasındaki öz güven, modern akademik ve kamu kurumlarındaki sayıları düşmeye başladıkça azalıyordu. 1947’den evvel modern bilim kurumlarına erişimleri çok iyiydi ve bu onlara yargı, bürokrasi, polis vs. içinde ciddi alan sağlıyordu. Fakat 1947 sonrasında bu durum kötüye gitti.

    Böyle bir durumda, Müslümanlar, garip bir mantık dolayısıyla Müslümanlarla özdeşleştirilen Urduca gibi, dinî-kültürel kimlikleriyle teamüllerinin korunmasıyla daha çok ilgilenir oldular. Bir bütün olarak Müslümanların İslami kimliği üzerindeki yoğun vurgu geçici bir heves oldu. Böyle bir durum karşısında, Müslümanlar arasında Hint toplumunun modernleşme unsurları hakkındaki tartışma çok fazla dikkat çekmedi. İki örnek bu bağlamda uygun olabilir. Mesela bağımsız Hindistan’da modernleşme ve sekülerleşme tüm halk için devlet destekli gündem idi. Bir şekilde bunun Hindistan’ın bağımsızlığından önceki özgürlük hareketi sürecinde bile önemli bir yeri olmuştur, fakat uluslaşma sürecinden sonra daha çok göze çarpmaya başlamıştır. Ancak Müslümanlar için demokrasi sadece, yerelde veya genelde beş yılda bir oy vermek demekti. Bunun ötesinde Müslümanların, kendi aralarında eşraf olarak bilinen elitin sosyal yapıya hâkim olduğu toplumsal yapıda değişim sağlayacak demokrasi tartışmasına bizzat katılmak için hiçbir girişimleri olmadı. Elitlere göre toplumsal dönüşüm, dinî-kültürel hayat tarzının korunmasının olduğu kadar ivedi bir gündem değildi ve bu durum 1980’lere kadar böylece kaldı.

    Benzer şekilde, sekülerizm de Hint devletinin modernleşme projesinde Müslümanlar için zayıf bir ilgi meselesi olarak kaldı. Hindistan’da sekülerizm tarihsel seyri içerisinde evrildi, ancak devlet destekli bir gündem oldu ve Müslümanlar tarafından, öyle olmasa da, lehte olmayan ve çoğunun düşündüğü gibi din-karşıtı bir durum olarak görüldü. Bunun, kilisenin devletten ayrılmasının önemli olduğu Avrupa’dan ithal bir bakış olup olmadığı tartışılabilir. Bunun yerine, Hint bağlamındaki sekülerizm, en iyi, her grup ve bireyin toplumsal, kültürel ve dinî alanlarda itibarlı bir konumunun olmasının mümkün olduğu, bütün farklılık ve çeşitliliklerle iletişim kurulabilen bir araç olarak görülebilir. Ancak Müslümanlar sekülerleşmeye daha ziyade şüpheyle baktılar; bu yüzden sekülerizm büyük resimde merkezde yer alamadı ve Müslümanların modernleşme sürecini deneyimlemelerini imkânsız kıldı.

    Yukarıda bahsedilen modernleşme bağlamında Müslümanlar hem iç zayıflık hem de zaman zaman üzerilerine yüklenen dış baskılar nedeniyle kesinlikle geride kaldılar. Bununla birlikte, bu durum onların tamamıyla modernleşme gündeminin dışında kaldıkları anlamına gelmemektedir. Modernleşme eğilimleri, bazı bağlamlarda yavaş olsa da, hep var olageldi. Mesela ülkenin güney kesimindeki Müslümanlar kuzeydekilere göre pek çok açıdan daha iyisini yaptılar. Mühendislik ve tıbbi bilimler üzerinde odaklanan modern eğitim kurumları açtılar ve geri kalmış bölgelerden pek çok talebeyi kendilerine çektiler. Okuryazarlık, sağlık standartları ve geniş aileler kuzey Hindistan’daki Müslümanlardan çok daha iyiydi. Bütün bunlar onları Hindistan’da diğer Müslümanlardan daha rekabetçi yaptı. Bunun iki muhtemel açıklaması vardır: Birincisi, güneydeki halkın çoğunun daha iyi durumda olmasıdır, ki bu Müslümanlar için de geçerlidir. İkincisi, güney Hindistan’daki Müslümanlar bağlılık şüphesiyle ilintili olarak parçalanmanın ağırlığını taşımak zorunda kalmadı ve bu nedenle onlara karşı ayrımcılık çok düşük seviyelerde kaldı. Buna karşın kuzeydeki Müslümanlar parçalanmanın en ağır yükünü taşıyıp ayrımcılığın her türlüsüyle karşılaştılar. İşte bu deneyimler de toplumdaki modernleşme sürecini yoğunlaştırma arzusunun güdük kalmasına neden oldu.

    Tüm bu zorluklara rağmen son 30-40 yılda, Hindistan’daki Müslümanlar yavaş fakat istikrarlı bir biçimde, güvenli, yukarı doğru hareketli ve izole ve çekingen bir hayat yerine, daha büyük bir dünyaya ulaşmaya istekli bir orta sınıfın oluşumunu tecrübe ettiler. Bu durum, onların eğitim ve meslek çizelgelerindeki farklı alanlarla meşguliyetlerinde büyük oranda görülmektedir. Bu nedenle, modern eğitime olan ısrarcı taleplerini görmek şaşırtıcı değildir, çünkü ancak bu şekilde hareketliliklerini sağlayabileceklerini biliyorlar. Aligarh’ta Aligarh Müslüman Üniversitesi, Uttar Pradesh, Jamia Millia Islamia ve Delhi’de Hamdard Üniversitesi sürece büyük katkıda bulundular, ancak hâlâ nadasa bırakılmış alanlar el değmeden duruyor. Bununla beraber, Müslümanlar arasındaki bu şiddetli isteğin, yalnızca dinî-kültürel kimliğin korunmasını dile dolamaktan ziyade, modernleşme sürecini hızlandırmak için cemaatin içinden dinî olduğu kadar siyasi liderler tarafından da tanınması gerekiyor. Güvenliklerinden emin ve modern Müslümanlar, cemiyetin gelişmesine eski dünya düşünüşüne saplanıp kalanlardan daha iyi hizmet edecektir. Bu bağlamda modern akademik kurumlar, başka her şeyden daha çok Müslümanların gelecek modernleşmesinin habercisi olarak görülebilir.

    __________________________________________________________________________________

    * Jamia Millia Islamia Üniversitesi, Tarih ve Kültür Bölümü, Modern Hint Tarihi Profesörü