Kapitalizm ve Hint Değerlerindeki Kriz

Amiya Prosad Sen

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Hindistan kamuoyu, gözünü epeydir kapitalist gelişmenin geleneksel sosyal dokuyu ve değerlerini tehdit edip etmediği sorusuna dikmiş bulunuyor. Sömürgecilik karşıtı mücadelemiz boyunca, Gandi ve Tagore gibi düşünürler, İngiliz yönetiminin Hindistan’da oluşturduğu düşünce veya kurumların doğasını ağır bir biçimde eleştirdiler. Bunların yerine, insani gelişimin alternatif ve toplumsal hayatı daha kolaylaştıran kalıplarını öngördüler. Bu meseleler, bağımsızlık sonrası Hindistan’ında da dile getirilmeye devam ediyor. Böylelikle, sol kanattaki aydın ve aktivistler, devam eden küçük üretici ve ücretli işçi sömürüsü ile devletin ya da toplumun, sosyal reformu etkilemedeki başarısızlığı arasındaki kaygı verici ve derin kökleri olan bağlantıları tespit edebiliyorlar. Yelpazenin diğer ucunda ise gelenekçiler, kendi toplumsal ve zihinsel dünyalarının yabancı bir dünya düzeni tarafından hızlıca aşındırıldığını fark ediyorlar. Bununla birlikte, gündelik hayatlarının yeni bir toplumsal pratik ve aşina olmadıkları düşünce kalıpları tarafından gittikçe daha çok etkilenmesinden kaygı duyan ortalama vatandaşlar var. Üretimin temeli olan ortak inancın yerini alan sözleşmeler ve ütopyaların yerine geçen fayda anlayışı, artık günümüz Hindistan yaşamının bir parçası hâline gelen değişimin göstergesi.

    Hindistan özelinde, sorunlar önemli ölçüde geçmişten kaynaklanıyor. Buna karşın Batı’da kapitalist gelişme ve modernleşme arasında pozitif bir korelasyon bulunuyor. Hindistan’ın tanıdığı ise modernite değil, kendi siyasi, toplumsal ve ekonomik büyümesi üzerindeki boğucu etkileriyle sömürge modernitesidir. Hindistan’daki modern kapitalist sınıfın tarihteki kökleri, ithal edilen kapitalizmle ilişkili olduğundan, çok da derin değildir. Tüm Asya’da ilk ve en derinden nüfuz edilerek sömürgeleştirilen ülke olan Hindistan’ın çektiği sancı, Japonya ve Türkiye gibi komşularınınkinden gözle görülür derecede farklıdır. Bu ülkelerin birinde modernleşme, güçlü bir sömürge çıkartması ve Batılılaşma süzgecinden geçerek gelmiştir; diğerinde ise modernleşmenin yolu veya yörüngesini belirlemede görece daha fazla özgürlük vardır. İşte bu nedenle Hindistan’ın Batı kapitalizmine cevabı, kültürel bir yaşam alanı olarak Batı’yı Batılılaşmadan ayırt etmekte; hızlı ekonomik büyümeyi ise daha kalıcı ve toplumsal olarak adil bir ekonomiden ayırt etmekte sık sık başarısız olan bir halkla birlikte daha karmaşık olmuştur. Hindistan’ın zihni sömürgeden tümüyle kurtulmadan, toplum ve ekonomimizdeki iç içe geçmiş modernleşme, Batılılaşma ve kaptalist dönüşüm kategorilerini ayırt etmek zordu. Modern kapitalist ekonomiye geçişin, insanlık tarihinde doğal ve tüm dünyada geçerli bir gelişme olduğu, yahut da yalnızca Batı kültürünün bu dönüşümü başlatabildiği zehabından, çok değil, kısa bir süre önce kurtulduk.

    Hindistan’daki gecikmiş kapitalist gelişme, bariz bir biçimde bazı nevi şahsına münhasır sonuçlar doğurdu. Batı Avrupa’da ilk kez tecrübe edilen klasik evresinde kapitalizm, geleneksel ön yargıların, derin kökleri olan toplumsal eşitsizliklerin ortadan kaldırılması ve halkın –insan ömrü ve hayat standartlarındaki eşitsizliğe rağmen– refah seviyesini iyileştirilmesi yönünde ciddi anlamda katkısı olan, toplumsal bir özgürleşme aracı olarak işlev gördü. Hiyerarşik olarak yapılandırılmış toplumlara mensup insanların, görece özgür toplumsal ve tarihsel öznelere dönüşmesi yönünde katkıda bulundu. Buna karşın, Hindistan’da kültürel olarak yabancılaştıran ve insafı olmayan ekonomik çıkartma yöntemleriyle sömürge modernitesi, temel yapıyı neredeyse hiç değiştirmeden bıraktı. Tam aksine, sesi kısık bir şekilde de olsa, daha eski eşitsizlikleri ve baskıları canlı tuttu. Ataerkil fikirleri sürdürdü; Hintlilerin, kast kimliklerine dair farkındalıklarını keskinleştirerek, insanların anlamadığı bir yargı sistemi getirip onları daha çekişmeli hâle getirdi, zengin ve fakir arasındaki ekonomik ve toplumsal farklılıkları derinleştirdi ve en önemlisi, Hindistan’ı ve Hintlileri dünya ekonomik ve siyasi düzeni içerisinde boyun eğen bir duruma düşürdü. Günümüz Hindistan’ında da devlet gücü, serbest piyasa ekonomisi ve küresel sermaye hegemonyası arasındaki bağlantı, benzer biçimde, artık tip olarak daha yoğun ve alan olarak daha geniş olan farklılık ve ihtilafları canlı tutmayı seçmiştir. Yine de değişmiş olan –tabii yine sermaye ve kapitalistlerin lehine değişen- şey, ticari kurumların geleneksel olarak kültüre karşı gösterdikleri tutumdur. Günümüz kapitalizmi, kültüre karşı daha uyumlu bir tutumdur. Ancak kesin olan şudur ki, bu, şirket yöneticilerinin, daha büyük ve çeşitli bir üretim hesabına, neredeyse tek taraflı getirmiş olduğu bir uyumdur. O günden bu yana, elbette Hindistan da dahil olmak üzere tüm dünyadaki şirket yöneticilerinin, yerel kültür gibi etkenlerle yeniden müzakerede bulunduğu ve hatta onları, kendi çıkarları için sistemin bir parçası hâline getirdiği biliniyordu. Biraz geriye gidildiğinde, Hint şirket yöneticilerine ait Hint basınında, işçiler ve kendileri arasındaki “tevhid”i deklare etmek ve Hindu işçilerde, makinelere ve buradan da daha büyük bir maddi üretime karşı yeni bir saygı oluşturması planlanan bazı özel dinî-kültürel olayları teşvik etmek için Hindu metafizik argümanları kullandıklarını gösteren raporların olduğu görülmektedir. Kapitalizmin, kültürün meydan okumasını başarılı bir şekilde manipüle ettiğini gösteren kaygı verici işaretler de bulunmaktadır.

    Hint devleti, sınıflar veya topluluklar arasında halim selim bir arabulucu olmak ve onların yukarısında yer almak yerine, şimdi açıkça küresel kapitalizmin taleplerinin boyunduruğu altına girmektedir. Zenginliğinin çoğu zaman bağlı olduğu yerli kapitalizm gibi Hint siyaseti de iktidarın dilini, vatandaş sorumluluğunun diline öncelemektedir. Toplumsal ve kültürel cephede, bu durum, anlamlı toplumsal reformdan gözle görülür bir gerilemeye neden olmuştur. Bugün kuzey Hindistan’ın bazı bölgelerinde, hükümetin, “khap panchayats” olarak adlandırılan, görünüşte demokratik yollarla seçilmiş, ancak iç inanç sistemleri ve işleyiş tarzları rahatsız edici derecede geriletici olan organları denetlemedeki gücü pratik olarak daha azdır. Bunlar, kurulu kast hiyerarşisinin savunmak için baskı ve şiddet kullanıldığında işbirliği yapan ve bazen yerel, kemikleşmiş toplumsal düzenin dışına çıkmaya kalkışan genç erkek ve kadınlar için ölümcül sonuçlara sebebiyet veren organlardır. Delhi gibi şehirlerde, emniyet ve siyasi idare kadınlara karşı sürekli işlenen suçları önlemede, kısmen de olsa, şehvet, sahip olma isteği, tüketim çılgınlığını besleyen ve insan zihnindeki vahşi düşünceleri açığa çıkaran, hakim ekonomik ve toplumsal kültürden dolayı oldukça başarısız olmuştur. Kapitalizmin türleri gibi haris ve ahlaken duyarlı olmayan toplumlar erkekleri, eylemlerinin ahlaki değeri veya sonuçları üzerinde kafa yormaya teşvik etmez. Vurgu, çoğu kez, paranın ya da kaba gücün ne elde edebileceği üzerinedir. Diğer yandan, esasen metafizik formlarda olsa da geleneksel olarak kadın gücünü kıymetli gören Hindistan’ın bazı bölgeleri, şu anda kadınlara ilişkin toplumsal sorunları halletmede daha iyi skorlara sahip görünüyor. Bu bölgelerde kadınlara muamele, hiçbir şekilde dışlayıcı, acı verici yahut da zalimane değil. Burada, geleneğin bazı olumlu yönlerinin, çağdaş toplumsal kültürümüzde sıklıkla yüzeye çıkan, olgunlaşmamış hayvani içgüdülere karşı bir panzehir olmaya muktedir olduğu görülmektedir.

    Hindistan’daki kapitalist gelişmenin değerlerde gözle görülür bir değişmeye yol açtığı ortadadır. Bilhassa, güçlendirilmiş üretim amacıyla -yalnızca endüstride değil, tüm işyerlerinde- zaman, mekân ve insan gücünün maksimize edilmesi zorunluluğu, ahlaki ilke ve tevarüs edilen değerlerin oynayabileceği rolleri azaltmaktadır. Avrupa modernitesinin tevarüs ettiğimiz kavramlar, bilindiği üzere, maalesef gelenek karşıtıydı ve meseleleri toplumsal faydaya göre değerlendirmeyi tercih etmekteydi. Dini, değerli bir Japon vazosu gibi süslü bir ürüne dönüştüren modern kapitalizmdir; bu hâkim moda, birkaç gün kazanmak ve gururla sergilemek için birilerini ikna da edebilir ve şimdilerde din, sadece, bizim, antik bilgeliği modern karlılığın kullanımına sokan daha nazik işletme gurularımızla birlikte pratik toplumsal ihtiyaçlarımızın boyunduruğuna girmiştir. Aşkınlık olarak din net bir biçimde hesapların dışında kalmıştır. Bunun arkasında olabilecek mantık, tümüyle piyasa mantığıdır ve belki de hızlı değişime direnen fikir ve ürünlerin en kullanışlı ve dayanıklı olanlarının alındığı “doğal seçilim” sürecidir. Böyle bir mantığın olumlu ve zaman açısından yerinde insancıl müdahalelere meydan vermemesi ya da en azından bunlardan caydırması hikayenin trajik tarafıdır.

    Bugün endişe veren gerçek, Hindistan’da el altından yayılan kapitalist bir kültürün, zaten tüketim kültürü, aşırı rekabet ve güvenilirlik sorununun etkilemiş olduğu genç zihinlerde yer etmeye başlamasıdır. Geçen on yıllar boyunca kapitalizmin Hindistan’daki günlük yaşama yaptığı akının, uzun vadeli düşünme ya da toplam büyüklükler açısından düşünme yetimizi gittikçe azalttığını görmek çok zor değil. Bu durum, artık, neredeyse her saat menkul kıymet alıp satmaya karşı doyumsuz bir ilgi duymaya başlayan, büyükçe bir Hint orta sınıfında şaşırtıcı değil.

    Çağdaş dünyada, inanç gibi meseleler, mevzu bizzat kendisi değil, yokluğunun toplumsal hayatta yarattığı olumsuzluklar olduğunda bile, arka plana atılmıştır. Geleneksel olarak ‘‘mutlaklara’’ göre düşünülen Hindistan gibi bir medeniyet için huzursuzluk veren epistemik belirsizlikleriyle mevcut dünya düzeni, ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Korkuyla karışık saygı, bugün de tevarüs ettiği inançlara ya da kültürel normlarına göre hareket eden bir Hintli’nin, göreceli bir değerler teorisinin gerçek bir değer teorisi olmadığını, makul surette sorgulayabilmesini sağlayabilir. Fakat artık onunkisi yalnız bir sestir. Kapitalizmin, kısmen gelişmiş bir para ekonomisinin, yeni insani iletişim kanallarının ve modern altyapının gelişi adına birleştirici bir güç olarak kabul edildiği bir dönem olmuştur. Günümüze yaklaşıldığında ise, ticari çıkarlar yerellik ve bölgeciliği, tabii açıkça ürün çeşitliliği adına, teşvik etme noktasında çok daha keskin görünüyor. Bugün, reklam dünyası, ulus aşırı kapitalist çıkarların bizzat aracı olarak, bizim için hangi fikirlerin ya da ürünlerin bize en çok uyduğunu belirliyor. Bunu yaparken de bizim temel içgüdülerimize hitap ediyor.

    Moda her zaman toplumsal olarak belirlenmiş bir olay olagelmiştir, ancak hiçbir zaman bu kadar saldırgan olmamıştır. Bugün ise moda, aynı zamanda dışlayıcı bir toplumsal girişimdir; artık, birilerine neyi harcayıp neyi harcayamacağını söyleyen moda (endüstirisi), toplumsal farklılaşma yapılarına daha kaba bir şekilde bağlı bulunmaktadır. Belki de eski moda “sahip olma” ve “sahip olmama” kategorileri artık sınıflar arasında değil, bir sınıf içerisinde açığa çıkmaktadır.

    Kabul etmek gerekir ki, Hindistan için bir zamanlar Gandici ütopyanın bir parçası olan, o romantik, endüstri öncesi iş ve ekonomik düzenleme şekillerine geri dönüş yok. Dev çelik fabrikalarımız, barajlarımız, atom reaktörlerimiz ve diğer kamu kuruluşlarımız, gerçekte, Başbakan Nehru’nun bir zamanlar dediği gibi, modern Hindistan’ın tapınakları olabilir. Yine de sorulacak soru, tarihimizde kökleri bulunmayan kapitalist modernleşme yolunu izlerken, aynı zamanda, bir zamanlar Hint kimliğinin silinmez belirleyicileri olan şeyleri, geçmişimizin en değerli izlerini farkında olmadan silip silmediğimizdir. İletişim devrimi bizleri anlamsız konuşmalara mı itti, yoksa sohbetlerimize derinlik mi kattı? Profesyonel anlamda başarılı olmak için o çok kuvvetli itki bizi ahlaken daha az dürüst bireyler mi yaptı? Bugün Hindistan’da olan şey eğitimin bizzat bir ticari yatırıma dönmesi değil midir? Bugün, tüm kültürlerin uzun devirler boyunca halkı bir arada tutan huzurlu bir yaşantı olduğunu söylemek korkunç derecede demode geliyor olmalı. Hiç değilse, bir Hint düşünce biçimi yok muydu? Bu ciddiye alınması gereken bir sorudur. Küreselleşme, insanın açmazının altında yatan ortak varoluşsal sorunlar doğurmaktadır. Ancak bu durum, bir yüzün biricikliğini (singularity) ortaya çıkarmamak için tüm insanlığın maskelenmesi gerektiği şeklinde algılanabilir mi?