Hint Felsefesinin Temellerine Bir Bakış

Ashok Vohra

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Her ne kadar Hindistan ve Avrupa arasındaki ilişki İskender öncesi döneme kadar götürülebilirse de, Batılı akademisyen ve düşünürlerin Hint kültürünün, dininin ve felsefesinin önemini kavrayabildikleri söylenemez. Ünlü İngiliz filozof John Locke (1632-1704) Hintli düşünürleri “bilmedikleri şeyler” hakkında konuştukları için küçümsemektedir. 18. yüzyılın ünlü İskoç deneyselci filozoflarından David Hume (1711-1776) Hindistan’daki düşünürleri “zavallı Hintli filozoflar” diye niteler. Hegel, Hint düşüncesinin “belirgin kavramsallaştırmalardan yoksun” olduğunu, bu sebeple onların gerçek manada düşünmediklerini savunmuştur. Husserl gibi çağdaş Batılı filozoflar bile “felsefenin Hintlilere yabancı” olduğunu savunur. Britannica Ansiklopedisi’nde, 1920 yılına gelinceye dek “Hint Felsefesi” hakkında herhangi bir başlık yer almıyordu. Benzer şekilde, Bertrand Russell’ın 1945 yılında yayımlanan kitabı Batı Felsefesi Tarihi’nde Hint felsefesinin olmayışı dikkat çekicidir.

    Batılı düşünürler, felsefenin ve felsefeleştirmenin hiçbir pratik amaç gözetilmeksizin, salt teorik düşünce olduğu gerekçesiyle Hint düşüncesinin böyle olduğunu iddia etmişlerdir. Salt teorik düşünce ise, bütün Batı felsefesinin Platon’a düşülmüş bir dipnot olduğunu kabul ettikleri ölçüde, Yunan düşüncesinin tek mirasçısı olan Batı’ya hastır. Felsefi meselelerin, öznenin ve felsefeleştirme metodunun paradigması, böylelikle, yalnızca Parmenides’te, Sokrates’te, Platon, Aristoteles ve benzerlerinde bulunabilir. Özgürlük ruhu, hakikat sevgisi ve salt düşünme Yunan filozoflarından başkasında yoktur. Bu prototiple hareket etmeleri itibariyle, felsefi olduğu iddiasındaki her türlü girişim Yunan geleneğince ortaya konan kalıbı takip etmelidir. Batılılar, dünyada mevcut başka geleneklerin bu ölçekte katıksız teorik bir girişime müsaade etmediğine ve özelde Hintli düşünürlerin, “felsefi” girişimleriyle dinî ve diğer soteriyolojik meselelerini birbiriyle karıştırdıklarına inanmaktadırlar. O hâlde, onların çabaları en iyi ihtimalle şiir, inanç ve ahlak, en kötü ihtimalle ise mitololoji veya din olarak ifade edilebilir. Bu, birinin standartlarınca, başkalarının felsefelerini yargılayan yanlış bir fikirdir. Bu, cehaletin ve dar görüşlülüğün bir ürünüdür ve kendini yüceltme ve entelektüel bir şovenizm anlamına gelmektedir.

    Sanskrit dilinde felsefe için kullanılan terimler “darshana” veya “tattava” veyahut da “anvikshki”dir, anlamlarıysa; doğru ve gerçeklik, gerçeğin doğası ve eleştirel analizdir. Hint felsefesi altı ortodoks ve üç heterodoks okuldan oluşmaktadır. Ortodoks okullar, Veda’nın otoritesine inananlardan oluşur. Bu okullar heterodoks olarak nitelenmez. Charvaka, Budizm ve Jainism ise heterodoks okullardır. Samkhya, Yoga, Nyaya, Vaisesika, Mimamsa ve Vedanta ise ortodoks okullar kategorisine girmektedir. Gerek heterodoks, gerekse ortodoks sistemler, birbirleriyle rekabet etmekten ziyade, birbirlerini tamamlamaktadırlar. Dışarıda kalan, materyalist ve hedonist olan Charvaka okulu hariç, diğer tüm okulların ilgilendiği sorular şunlardır: Gerçeğin doğası nedir? Algılananan dünya aslında gerçek midir? İnsanın gerçek doğası nedir? Dünya nasıl meydana gelmiştir? Evren yaratılmış mıdır, yoksa sonsuz mudur? Evrenin temel yapıtaşları nelerdir? Bilginin karakteristiği nedir? Nasıl biliyoruz? Doğru ve yanlış nedir? Geçerli argümanları, geçersiz argümanlardan nasıl ayırt edebiliriz? Düşünmenin doğru ve etkili yolları nelerdir? İyi bir hayat nedir? Hayatın amacı nedir? Neden iyi ve ahlaklı olmalıyız? İnsanoğlu eylemleri konusunda etkin mi, yoksa edilgen midir?

    Sürpriz bir biçimde bu sorulara verilen cevaplar, Batı felsefesinde bulunan cevaplarla benzerlikler göstermektedir. Buna karşın onlar (Hintliler) bu cevaplara ulaşmak için farklı metodolojileri benimsemektedirler. Bir yanda Batılı filozoflar araştırmalarını metafiziksel, epistemolojik, ontolojik, etik ve psikolojik perspektiflerden ayrı ayrı ele alırken, Hintli filozoflar bu meselelerin her birini bütüncül bir bakış açısından değerlendirmekte, onların her birini, bir bütünün parçası olarak değerlendirmektedirler. Hint felsefeleştirmesinin karakteristik modeli, üç aşamadan oluşmaktadır. Birincisi purvapaksha’dır, ki ön tez olarak ifade edilir. Buna göre, filozof, rakibinin görüşünün yanı sıra, onun desteklediği tezi destekleyen gelişmiş argümanların adil bir sunumuyla başlar. Ardından, rakibinin argümanlarının sistematik ve mantıksal eleştirisini yapar. Bu aşama khandana, yani reddediştir. Uttarpaksha diye ifade edilen üçüncü aşamada ve sonuç olarak – takip eden teori, veya siddhanta –filozof kendi görüşünü delil, ispat ve argümanlarla birlikte sunar. Bu yöntemle (modus operandi) Sokratik yöntem arasında çarpıcı bir benzerlik vardır.

    Materyalist Charvaka okulu haricindeki Hint felsefesinin bütün okulları aşağıda özetleyeceğimiz özellikleri genel olarak paylaşmaktadır. Bunlardan birincisi, düşünce ve tecrübeye hayati bir önem atfetmeleridir. Onlar, yalnızca, formel ve tümevarımsal düşünmenin ve genel tecrübe, bilimsel tecrübe ve sezgisel tecrübenin doğruladığı felsefi tezlerin kabul edilebilir olduğunu savunmuştur. Hepsi ittifak hâlinde duyuların ve aklın tek başına asıl hakikati bilemeyeceğini iddia etmektedirler; hakikat yalnızca doğrudan bir suretle, algısal ya da kavramsal olmayan, sezisel, mistik bir içgörü ile kavranabilir. Sonuç olarak düşünmenin zorluğunu ihmal etmeden, Hint felsefesinin bu okulları, akademik ve akademik olmayanın dengeli bir karışımına sahiptirler. Onlar, doğrunun veya gerçeğin bilgisinin kavranmasının salt akıldan çok daha ötede bir yerde olduğu görüşünü savunmaktadırlar. Buna karşın, bu diğer doğrularla veya akıl ile çelişmemeli ve duyu tecrübemizi ihlal etmemelidir. Aşkın tecrübenin yokluğunda, doğru veya saf akıl kördür.

    İkinci olarak, onlar, aklın kendi içerisinde bir son olmadığını savunurlar; akıl daha ziyade bireye amaçlarını gerçekleştirebilmesinde yardım olan, yaşamın şekillenmesinde ve kalitesinin artırılmasında bir araçtır; o kişinin aydınlanmış ve tatmin edici bir hayat sürmesine yardımcı olmaktır. Bu, kişiyi cehaletten, karanlıktan ve esaretten, bilgiye, erdeme ve özgürlüğe götürür. Buna karşılık bir teori, eğer bireyin hayatında herhangi bir etkisi yoksa, sofistike ve entelektüel olarak tatmin edici olmakla; sadece laf salatası ve safsata olarak nitelenebilir. Hayatın amacı hem maddi hem de manevidir.

    Bütün okulların üçüncü genel karakteristiği; insanın bilgiyi, erdemi ve mükemmelliği elde etmede sonsuz bir potansiyeli olduğudur. Doğrusu O, Brahman, yani nihai gerçekliktir veya Buda’nın da dediği gibi herkes bir Buda’dır.

    Dördüncü olarak; bu okulların hiçbirisi kötümser değildir; nihilizmi reddederler ve “Saçmalığa, Kızgınlığa ve Hiçliğe” yer vermezler. Onlar vazgeçilmez bir biçimde iyimserdirler ve insan ruhunun nihai zaferine dair güçlü bir inanca sahiptirler.

    Beşincisi; bütün bu okullar ruhun ölümsüzlüğü anlamına gelen Karma’ya –hareket, eylem, ve yeniden doğuş doktrinine inanırlar. İnsanın, nefsinin (atman), ruhunun doğmamış, sonsuz ve sürekli tecelli eden evrenin kökeni olduğuna inanırlar. O bütün hareketleri ve süreçleri kontrol eden doğadaki evrensel sabitedir. O bileşik ve yok edilebilir değildir. Kederin yoksunluğu, açlığın ve susuzluğun yokluğudur. Her şeyi bilen, her şeyi görendir, kozmosun bütün aktivitelerini sürdürendir. Sonsuz ve kesindir, zira mekân, zaman ve nedensellik onu bağlamamaktadır. Aynı sebepten ötürü aşılamaz ve ötesine geçilemezdir. Ruh (atman)/nefs veya insan, bugünü veya geçmiş yaşamının toplamına göre mutlu ya da acınası olabilir. Karma doktrini, Karma’ların kaçınılmaz olarak kendi sonuçlarını doğuracaklarını savunur. Hiç kimse eylemlerinin sonuçlarından kaçamaz. Kişi kendi Karma’sından sorumludur. Dolayısıyla, Karma öğretisine göre, Tanrı ne kötüden, ne bizim ızdıraplarımızdan, hatta ne de bundan kurtuluşumuzdan sorumlu tutulamaz. Bizler, Karma’larımız yoluyla, yaptığımız her şeyden bizzat sorumluyuzdur. Hayatı en doğru ve makul bir biçimde yaşamanın yolu, kişinin kendi Karma’sını, bağımsız bir biçimde kendi görevlerini, yarını düşünmeden veya bu noktada bir adım sonrasını bile düşünmeden ifa etmesidir. Öyle ki, kişi bütün Karma’ların akışına müdahale edip Karma’ların yol açtığı ızdırap ve cehaleti engelleyebilsin.

    Hint düşüncesindeki okulların ortak noktalarından altıncısı, iki değer arasında; iyi (shreyas) ve haz (preyas) arasında bir ayrıma gitmeleridir. Haz yatkın (bound) bir histir ve değişime (mutasyon) bağlıdır. Hazzı seçmek kişinin kısa süreli olan maddi zenginliği, zevki, gücü ve şanı elde etmesini sağlar. Buna karşılık iyi; bütün faziletlerin, gücün, özverinin, ruhsal aydınlanmanın ve yüceliğin kaynağıdır. Doğruyu tercih edenler, zafer, huzur ve fetih dolu bir yaşama sahip olur. Bu anlamda, Hintli düşünüler, tek başına maddi zenginliği elde etmenin insan hayatının amacı olamayacağını savuna gelmişlerdir. Maddi başarıya vurgu yapan materyalizmin farkına varılması, açıkça ifade edildiği andan itibaren Hint zihninde büyük oranda yanlış olarak değerlendirilmiştir. Hintli düşünürler, her ne kadar hayatın maddi boyutunun insanın varoluşunda önemli olduğuna inansalar da, insanoğlunun bütün kişiliğini tüketmediğini ileri sürmüştür. Hint geleneği, insanın amacının bedensel arzularla sınırlandırılmasının, onu biyolojik bir hayvan düzeyine indireceğini düşünür. Fiziksel ihtiyaçları ve doyumlarının yanı sıra, insan ruhsal isteklere de sahiptir. Doğrusu, ruhsal amaçlar bir insanı biyolojik primatlardan ayırt eden şeydir. O yalnızca artha, yani zenginlik, maddi başarı ve kāma, yani ekonomik arzu ve duygusal tutkular peşinde koşmaz, bilakis, aynı zamanda dharma ve moksha’yı, yani manevi ve ahlaki olanı arzular. Hintli filozoflar, “insanın yalnızca maddi zenginlikle tatmin olmayacağını” ve “arzuların elde edilmesiyle tatmin olamayacağını; dolayısıyla, bunların ateşle yağ gibi yalnızca birbirini kızdıracağını” kavramışlardır. Bu sebeple bize, “bir şeylerden feragat etmekten haz almayı” – tena tyaktena bhunjitah’ı öğretirler.

    Hint felsefesinin bu ekollerine göre ruhsal yaşamın özü, feragattir. Feragatin anlamı tam olarak, “terketme”, “bırakma”, “reddetme” ve “kınama”dır (denunciation). Feragat etmek, günlük yaşamamımızdaki görevlerimizi terketmek ve keşiş olup manastır hayatı yaşamak değildir. O ne de öteki dünya işlerine dalmak demektir. Bu, dünya iş ve meselelerine kayıtsızlık anlamına da gelmemektedir. Bu eylemden el çekmek anlamına gelmemekte, daha ziyade eylemden feragat etmeyi ima etmektedir. Eylemden feragat kişinin görevlerini, tarafsız bir zihinle ve dünyalık kazançları hiç düşünmeden yerine getirmesidir. Burada kastedilen, eylemlerin yalnızca Tanrı’ya adanmış olmasıdır. Her şeye kadir olana adanmış eylemler fedakârlığın en önemli parçasıdır.

    Son olarak, Hint felsefesinin her ekolü, bireysel ve sosyal düzeyde, sırasıyla insan hayatını dört aşamaya (ashramas) ve dört sınıfa (varnas) ayırır. İnsan hayatının bu dört aşaması; bireyin inzivada hocasıyla yaşadığı ve hem seküler hem de dini eğitim aldığı sıradaki öğrenci hayatıdır (brahmcharya ashrama). Seküler yönergeler onu dünyevi meselelerde eğitirken, dini yönergeler onun kendini-kontrol gücü, saflık, doğruluk, inanç ve kişisel-teslimiyeti edinmesini sağlar. Bu aşamadan sonra, aile reisliği veya evlilik hayatı (grahstha ashrama) gelir. Hayatın bu döneminde birey geçimini öğrencilik hayatı sırasında öğrendiği teknikleri hayata geçirerek kazanır, rituelleri yerine getirir, ebeveynine olan borcunu, tanrılara olan borcunu, arkadaşlarına ve çevresine olan borcunu öder. Toplumsal kurumları cömert bağışlarla destekler. Bu aşama toplumda çok önemli bir rol oynar. Aile reisliği yaşamının tamamlamasının ardından, kişi emeklilik hayatına (vanapratha ashrama) geçer. Zamanını meditasyonla geçirir. Hayatın son aşamasında ise keşiş olur ve feragat etmeyi tam anlamıyla hayata geçirir ve kendini yüce olanın bilgisini edinmeye adar.

    Toplumsal yapı düzeyinde bireyler kendi doğaları ve mesleklerine göre şu sınıflara ayrılır: Brahmanas – entelektüel sınıf; Kshatriyas – savaşçı sınıf, krallar bu sınıfa mensuptur; Vaishyas – tüccarlar; ve Shudrar – işçiler ve çalışan sınıf. Bu sınıflandırma vücut metaforu kullanılarak açıklanır. Vücudun başı Brahmanas’ı sembolize eder; kollar Kshatriyas’ı temsil ederken; mide Vaishyas’ı ve ayaklarsa Shudras sembolüdür. Her sınıfın görevleri, yapacakları ve yapmayacakları öngörülmüştür. Her ne kadar filozoflar bu sınıflar içinde bir tür hareketlilik (değişim) olduğunu tasarlamış olsalarda da, zaman içerisinde bu sınıflar keskin bir kast sistemine bürünmüştür. Kast kişinin içine doğduğu sınıftır. Kastlar iç evlilikler ve dış evlilikler olan gruplardır. Bu değişimin nasıl ortaya çıktığı sorusunun net bir cevabı yoktur. Hayatın bireysel aşamalarının kombinasyonu ve toplumun dört sınıfaa ayrılması Varnashrama olarak ifade edilir.

    Üst değerler ve yapılar, değerleri yaşayan Hint filozoflarca savunulur. Ancak bunlar, Hindistan’da halkın çoğunluğunun kendi hayatlarında takip ettikleri hayat pratikleridir.

    __________________________________________________________________________________

    * Delhi Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanı