Hint Felsefesi

Franz Martin Wimmer

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • 1963 yılında Hint Edebiyatı isimli çalışması ile meşgul iken günlüğüne şunları yazar Cemil Meriç: Tanımıyoruz Hint’i. O ülkeye en büyük hükümdarını armağan eden Türk, Hint’i tanımıyor. Tanımıyoruz Hint’i. Ekber’e rağmen tanımıyoruz. …Elbiruni fikir hazinelerini taşımış Doğu’ya, Yunan felsefesiyle Himalaya bilgelerinin felsefesini karşılaştırmış, İslâm tasavvufuyla Hint tasavvufunu kaynaştırmış. Elbiruni’ye rağmen tanımıyoruz Hint’i. Tarihin bütün kör düğümlerini kılıcıyla çözen ve kaderin karanlıklarını kılıcın pırıltısı ile aydınlatan Osmanoğulları tefekkürde monogamdırlar, Kuran’la Hadis yetiyordu onlara.. Ne Dârâ Şükûh’un adını duydular, ne Upanişadların varlığından haberdar oldular. Tanımıyoruz Hint’i. Tasavvuf’un ana kaynağı olan Hint’i tanımıyoruz. Osmanlılar İran tasavvufunu vülgarize etmekle yetindiler. Bhagavad-Gita’nin tercüme edilmediği tek dil Türkçedir.

    Son ifade artık geçerli değil. Nitekim başta Ankara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Korhan Kaya’nın çevirisi olmak üzere Bhagavadgita ve aynı şekilde Upanişadlar artık Türkçe’de pek çok nüshasıyla mevcut durumda. Ancak tabiî ki Asya dışındaki Hint felsefesi bilgisi, varlığını Osmanlı veya diğer Müslüman düşünürlere değil, aksine Avrupalılara borçludur. Hindistan’da, Hinduizm’deki önemli bir kısmı Sanskritçe yazılmış olan eski zamanlara ait Budizm ve Jainizm metinleri ve öğreti geleneklerini Avrupalılar bulmuşlardır. Bu dilin Avrupa dilleri, Latince, Germen ve Slav dilleriyle yakın akraba olması 18. yüzyıl Avrupa dilbilimi açısından çok önemli bir buluştu. Artık konuşulmayan bu dilde yazılmış eski eserler muazzam zenginliyle ortaya çıkarıldı ve 18. yüzyıldan bu yana, zamanla Avrupa dillerine tercüme edildi. Söz konusu olan eserler çok farklı alanlara aitti: Tıp, matematik, devlet felsefesi gibi konular ele alınıyordu; şiirler, masallar ve tiyatro metinlerinin yanında iki çok büyük destan Mahabharata ve Ramajana vardı ve bu destanlar eski zaman efsanelerinden tasvirler içeriyordu; ilahiler, tanrılar ve gerçekler hakkındaydı; daha önce dünyanın hiçbir yerinde esamesi okunmayan ve benzeri olmayan Pánini grameri denilen bir dilbilim ve dilbilgisi çalışması ortaya çıktı. Dikkat çekici bir şekilde Çin ve aynı zamanda Akdeniz dünyası metinlerinin tam aksine tarihi metinler çok nadirdi.

    Sanskritçe metinler Brahman sınıfına özeldi ve sadece onlar bu kutsal Sanskritçe’yi okuyup araştırabilirlerdi. Bu metinlerin önemli bir kısmında Avrupalılar, bildikleri Yunan geleneğinden farklı ve ayrıca klasik metinleri bundan 150 yıl önce tercüme edilmiş ve Hint bölgesinden önce Avrupa’da tanınmış olan Çin felsefesinden de farklı bir felsefi düşünceyle karşılaştılar. Hatta 19. yüzyılın başlarında felsefede Hint düşüncesinin etkisiyle “ikinci rönesans”dan dahi söz ediliyordu. Cemil Meriç de böyle bir karşılaşmanın eksikliğinden şikayetle şunları yazıyordu: “Halbuki Hint’in fethi Avrupa irfanının kaderini değiştirmiş, o ülkede yeni bir rönesansın yaratıcısı olmuştur. Yeni bir rönesansın. Biz birinci rönesansı yüz yıllarca sonra farkedebildik. On dokuzuncu yüzyılın başlarındaki ikinci rönesanstan bakalım ne zaman haberdar olacağız?”

    Peki, Hint felsefesinde bu kadar önemli olan şey neydi ve ağırlık noktaları nerede yatıyordu? Çin ve Eski Yunan’daki klasik felsefe okullarında olduğu gibi Hindistan’da da filozoflar ilk olarak Eksen Zamanı denilen, M.Ö. 800-200 yılları arasında ortaya çıktılar. Çok daha öncelerde “Vedaca” ilahilerinde var olan düşünce ve kavramlar bu dönemde eleştirel bir tetkike tabi tutularak geliştirildi. Bu düşünceleri biz her şeyden önce Upanişadlarda (M.Ö. 750-500) ve de eski Budizm ve Jainizm öğretilerinde görebiliyoruz.

    Hintlilerin arasındaki meselelerde tartışmanın hangi alanda yürütüldüğüyle ilgili Hint felsefesinin atman, brahman, karma ve mokşa gibi kendi temel kavramları açıklamak gerekebilir. Hint düşünce okulunun farklı öğretileri, meditasyon teknikleri ve diğer hayat kuralları bu tür kavramlar ya da onlar üzerine atfedilen anlamlar üzerine yapılan tartışmalarla geliştirilir.

    Atman kavramı dil açısından Almanca nefes anlamına gelen “Atem” kelimesi ile bağlantılıdır ve aynı şekilde nefes almaya ve dinç olmaya işaret eder (Yunanca “psyche” gibi). Bu da kişiyle, yani “ben” ile ilişkilendirilir. Ancak “insan nefsi-ruhu” (Atman), (örneğin 62 kilo olan) ampirik ben ve ile (belirli bir IQ sahibi) düşünen ben aynı şey değildir, aksine temelde yatan ben olmanın tüm özellikleridir. Böylece bu artık sadece kişisel değil, aksine gerçek varlığı hâlen şüpheli genel bir durumdur. Upanişadların en çok bilinen yazarlarından biri olan Yajnavalkya, tüm kâinat ve içinde yaşayan canlıların sadece bizim bilincimizde olduğunu söyler. Ancak bu bilinç genel bir kâinat fikrinin (dünya ruhunun), Brahman’lığın bir kısmı olarak düşünülür. Bunun yanında genellikle çok farklı Upanişadların (Hinduizm geleneğindeki bazı yazarlara göre 200’den fazla olan metinden 108’i resmi olarak kabul görmektedir) ortak yönünün ne olduğu, atman ve brahmanın ilişkisi ve hatta birliği tezidir. Chandogya-Upanişad’da bununla ilgili şunlar yazılıdır: Kalbinin derinliklerindeki bu Atman bir pirinç, arpa veya darı tanesi hatta darı tanesinin çekirdeğinden dahi kadar küçüktür… Ancak yine kalbimin derinliklerindeki bu Atman dünyadan, gökyüzünden, göklerden ve bütün dünyalardan daha büyüktür. […] Bu Atman, Brahman’dır. Bu hayattan ayrıldığım zaman onunla birleşeceğim.

    Davranışların karşılığı olan öğreti de Upanişadlarda bir karma-öğreti biçimini alır. Bunun bizzat ifadesi, genelde sebebe bağlılık (Ursächlichkeit) olarak ortaya çıkar ve bizim ifademizle “nedensellik” (Kausalität) gibidir. Temel düşünce gerçi eskidir, ancak kendisini tam olarak ifade edebilir: Hayatta her davranışın yararlılığına bağlı olarak insan bir yüksek veya düşük hayat formunda yeniden dünyaya gelir. Chandoguya-Upanişad’da şu ifadeleri görüyoruz: Mutlu bir yaşamın olduğu şu fani dünyada – onların mutlu bir ana kucağına gideceği güveni var […] Ama kokuşmuş bir hayatta – yine kokuşmuş bir ana kucağına düşüleceğinin güveni var. […]

    Burada sözü edilen, her bir insan ruhunun geleceğinde bir düşüş veya yükselişin bir karşılığıdır, ama burada henüz bu varlıklar dizisinin sona erme olasılığından bahsedilmemektedir. Upanişadların bu öğretisi Katha-Upanişad örneğinde açıkça görüldüğü gibi eski tanrıların otoritelerinin zayıflamasıyla ilişkilidir. Orada Brahman Naciketas’ı ölüm tanrısıyla karıştıran bir tartışmadan bahsedilmektedir. Tanrı, ölülere ne olduğu sorusuna karşın, onların gerçek ruhu, yani ölümsüz Atman üzerinde herhangi bir gücü olmadığına kefil olmalıdır. Önceden tanrıların bir ayrıcalığı olan ölümsüzlük, böylece şimdi özellikle soyut bir kategoride her insana geçmiş oldu. Yukarıdaki alıntı bağlamında yine Çandogya-Upanişad’da şunlar yer alır: Ruh “resitasyonsuz ve saygısızdır”- artık kendinden başka tanrı tanımaz.

    Amaç bu ruhu, varlığının ebedi dolaşımını durdurarak dinginliğini sağlamaktır. Hinduizm’in Budizm ve Jainizm gibi sonraki okulları, bu öğretiye karşı olan problemi gördüler: Soru, bu dolaşımdan dışarıya çıkış nasıl olabilirdi sorusuydu ve bu soru kritik bir soruydu. Mokşa, ruhun özgürlüğü, bu nedenle bazı yazarlar tarafından Hint düşüncesinin temel ilkesi olarak değerlendirilir. Buna bugüne kadar büyük önem atfedilmiştir, özellikle Hint Vedanta- ve Samkhya okullarında bugün hâlâ tartışılmakta ve murakabe edilmektedir. Jainizm ve Budizm gibi, ve de Yoga gibi diğer gelenekler aslında Upanişadların temel düşüncelerini değiştirmişlerdir, ama onlar da bir (bireysel) özgürlük teorisine meyletmektedirler.

    Eski Hint düşüncesi dikkat çekici bir şekilde sonuçların gerçeklik ve geçerlilikleri için formel kriterlerin gelişimiyle meşgul olmuştur. “Bilgi kaynağı” (pramanas) sorunsalı bu noktayı açıklayabilir. Hint düşünce geleneğinde altı farklı ve muhtemel bilim veya bilgi kaynağı vardır: algı, (mantık) yürütme, bildirme kudreti, idraksizlik, analoji ve kapsama. Bu düşünce biçimleri her şeyden evvel bu bilgi kaynaklarından hangisini güvenilir veya gerekli olarak gördükleri noktasında farklılaşmaktadır.

    Burada Hint düşüncesinin, hem temelde Vedaların otoritesine bağlı (astika okulları) ve hem de Budizm, Jainizm ve Carvaka (ve de Lokayata) olarak isimlendirilip bu otoriteyi tartışan nastika-okulları gibi, bu tür geleneklerle ilgili genel bir özelliği söz konusudur.

    Ástika-okulları ile Hinduizm’de Vedalar ve Upanişadlar üzerine yapılan tartışmalar sonucu ortaya çıkan: Nyaya, Vaisesika, Samkhya, Yoga, Mimamsa ve Vedanta olarak adlandırılan altı felsefi akıma işaret edilmektedir. Bunlar her şeyden evvel konuları ve her bir okulda geliştirilen mantık, metafizik ve bilgi teorisi sorunsalları açısından farklı ağırlık noktalarıyla ayrışırlar ve az ya da çok dinî düşünce ve pratiklerle yakın ilişki içerisinde bulunurlar. Tüm bu okullar rasyonel delil, mantık ve bilgi teorisi geliştirirler ve kendi kavramlarını mümkün olduğu kadar kesin bir şekilde tanımlayarak rasyonel bir şekilde delillendirirler. Bu açıdan gizemli dinî gerekçeleri olan vedaların papaz dinlerinden ayrışırlar. Hindistan’da bu okullar öncelikle Budist, sonra da İslam ve Batı düşüncesiyle fikir teatisi içinde oldular. 19. yüzyıldan beri Yoga ve Vedanta gibi akımlar Hindistan dışında da, özellikle Batı toplumlarında etkili olmaya başladı.

    Bunlardan nástika-okullarını ayırmak gerekir: Budizm, Jainizm, Carvaka. Nástika ifadesi öncelikle “reddedenler” anlamına gelir, ancak burada reddedilen nedir? En genel nokta Brahman papaz dinlerinin bir ifadesi olan vedaların otoritesinin kabul edilmemesinde yatar. Klasik Hint okulları veda geleneğinin önemli düşünceleri ve kavramlarına bağlı olursa bu akımlar yoluna devam eder. En önemlisi de, Cárvaka’da olduğu gibi, M.Ö. 300’lerdeki, bizim onları artık yalnızca karşıtlarının metinlerinden tanıdığımız, materyalist düşünce okulunun reddedilmesidir. Onların hem vedaların otoritesini hem de öbür dünyayı, tanrıların veya bir ruhun varlığı ve karma-öğretisini inkâr ettikleri kesin gibi görünüyor. Veda’yı “alaycıların ve maskaraların boş lakırdıları” olarak nitelendirdikleri belirtiliyor. Kendilerinin bizzat hangi teoriyi temsil ettikleri ise büyük ölçüde bilinmiyor, ancak Cárvaka duyarlı bir bilgi teorisi geliştirmiş – doğrudan doğruya algıyı geçerli kılmış ve diğer tüm bilgi kaynaklarını (pramanas), hatta mantıksal sonucu dahi reddetmiş gibi görünüyor.

    Budizm de Veda dinini eleştirir, tanrıların varlığını reddeder ve daha en eski belgelerde geleneğe veya “kutsal” metinlere açık bir çağrıyı reddeder. Aynı zamanda bir ruhun (atmavada) veya cevherin varlığı öğretisini de tartışır. Hindistan’da 1000’lerden itibaren artık büyük bir rol oynamayan, ama Tibet, Çin, Kore ve Japonya’da ve de Çin Hindistanında güçlü bir şekilde yayılan ve 19. yüzyıldan beri Batı toplumlarında da etki kazanan Budizm’in farklı akımlarında, başta bilgi teorisi, metafizik ve ahlaki sorunlar olmak üzere felsefi temalar geliştirilmiştir. En önemli Budist filozoflarından biri olan Nagarjuna (M.Ö. 2. yy) “şartlı oluşum” ve her şeyin “anlamsızlığı” öğretisini geliştirmiştir. Daha sonraki Çin ve Japon Budizmi’nde (ör. Zen) felsefi düşünceler önemli bir rol oynamıştır. Ancak bu konunun burada kısaca açıklanması pek mümkün değil. Bunun için daha özel ve geniş çaplı bir açıklamaya ihtiyaç vardır.

    Bugüne kadar Hindistan’da mevcut olan Jainizm de aynı şekilde Vardhamana’ya, diğer adıyla “Mahavira”ya uzanan güçlü felsefi yönelimli bir dindir. O, Vaisali kralının bir oğluydu ve muhtemelen Buda’nın daha yaşlı bir çağdaşıydı. Yaklaşık 30 yaşına geldiğinde, evi ve ailesinden ayrılarak münzevi bir hayat yaşama izni aldı. Daha sonra artık kıyafet giymekten vazgeçerek 12 yıl boyunca çıplak bir şekilde dünyayı gezmeye çıktı, dini bilgiler edindi ve “muzaffer” gibi bir anlamı olan “Jaina” oldu. Gezici bir vaiz olarak, tahminen 72 yaşında, M.Ö. 477 yılında öldü. Jainizm çok eski kaynaklara sahiptir, ancak Mahavira ile bu öğreti daha açık bir hâle geldi ve tarihi açıdan ulaşılabilir oldu. Jainistlerin görüşlerine göre o, 24 tebliğcinin veya “geçit eğiticisinin” (Tirthamkaras) sonuncusudur.

    Burada söz konusu olan Brahmanlığa karşı yönelmiş olan bir reform hareketidir. Brahman metinlerinin ve Vedaların otoritesi inkâr edilerek örneğin Brahmanların önceleri Jainist öğretisini aldıkları ve onu tahrif ettiklerini iddia edilir. Kast sistemi tadil edilmiş bir şekilde sürdürülürken, Jainizm’de ilk sırada Brahmanlar değil, aksine Kşatriyalar bulunur. Budizm gibi Jainizm de münzevi-çilekeş bir geleneğe bağlıdır ve her ikisinde de keşiş ve rahibeler vardır.

    Jainizm’in en temel kuralı her canlıyı kesin bir koruma altına alan şiddet karşıtlığıdır (ahimsa). Yüksek dereceli bir Jainizm ustası olan Gandhi, şiddet karşıtlığını buradan almıştır. Jainizm bugüne kadar Hindistan şehirlerinde az bir kesim arasında kendisini göstermiş, Hindistan’dan dışarıya doğru yayılmamıştır. Jainizm, bağlılarının felsefi açıdan önemli bir dizi soruya farklı şekillerde ilgi gösterdikleri bir dindir. Dünya ebedi olarak algılanır, devrimsel yıkım ve yeniden yaratılış hakkındaki Veda düşüncesi kesin bir şekilde reddedilir. Aynı şekilde bir dünya ruhu veya üstün cevher (brahman örneğinde olduğu gibi) düşüncesi çok az kabul görür. Buna karşın karma-yasasına tabi kılınan tanrılar kabul edilir. Bütün gerçeklik birbirinden bağımsız, ama olanların bir arada olacakları şekliyle, yaşayan (jiva) ve cansız (ajiva) iki şeye ayrışır. Budizm’den farklı olarak Jainistler tarafından sayıları sonsuz olan tek tek ruhların varlığı kabul edilir. Bu ruhlar (jivalar) kendilerince her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten ruhlardır. Ancak bu özellikleri düşünceden uzak cevherlerle (mekân, hareket, sessizlik, zaman ve madde) bağlantılarıyla kaybolur. Madde otomatik olarak öne çıkar. En düşük jivalar dört elementin (toprak, hava, su, ateş) atomlarında yaşar ve sadece bir duyu gücü vardır, o da hissetmektir. Üstün geliştirilmiş jivalar diğer maddi şeylerde yaşarlar.

    Karma’dan Jainistler ruha yönelik, gelişmesini engelleyen maddesel etkileri anlarlar. Bu etkiler münzevi-çilekeş bir hayat ve meditasyon ile etkisizleştirilebilir. Özgürlük ve kurtuluşa giden yol karmaşık ve tehlikelidir ama neticede mutluluğun en üst derecesine giden yoldur. Jainistlerin dünyanın sonsuzluğu hakkındaki düşünceleri onları, “syadvada” yani her bilimin göreceli olduğuna yönelik özel bir gerçeklik teorisine getirmiştir. Sonsuz gerçeklik denildiğinde her zaman sadece belirli bakış açılarını görebiliriz ve bu nedenle her yargı büyük ölçüde kendi çevresine bağlı olmalıdır.

    Hint felsefe geleneği metafizik, ama aynı zamanda mantık, bilgi teorisi ve psikoloji düşünceleri açısından oldukça zengindir. Bu gelenek sadece Hint bölgesinde ortaya çıkan ve sıkı bir ilişki içinde olduğu dinler açısından önemli değildir, aksine bu gelenek genel olarak felsefe ve aynı zamanda diğer bilimlere çok önemli katkılar sunmaktadır.

    Son olarak Cemil Meriç’in Hint felsefesinin Türk düşünce dünyası açısından neden önemli olduğuyla ilgili bir nedeni daha 1963 tarihli günlüğünden aktaralım: Asya düşüncesinin dayandığı temel, Hint düşüncesidir. Hint’i tanımak zorundayız. İnsanlığın irfan ve idrakine istikamet veren iki yaratıcı millet var: Hint ve Yunan.. Biz bu iki ülkenin merkezindeyiz. Akdeniz Doğu ile Batı’nın zifaf yatağı. İnsanlık korkunç bir buhran’ın pençesindedir. Kosmosla antropos arasındaki binlerce yıllık ahenk sona erdi. Avrupa maddeyi fethederken kendini unuttu. İnsana kendini bulduracak büyük terkibe ancat Hint sayesinde varabiliriz.