Hint Alt Kıtasının İslami Tarihi

Abulhamit Birışık

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Bugün yedi milyarı aşan dünya nüfusunun %30’a yakın bir kısmı Müslümanlar’dan oluşuyor. Hz Âdem’in çocukları olan insanlık soyu belki de en fazla Asya kıtasında birbiri ile karışmış ve kaynaşmıştır. Asya içerisinde bir kıta gibi duran, hatta genişliği ve tarihsel önemi sebebiyle bazılarınca “Alt Kıta” diye adlandırılan Hindistan Yarımadası’nın bu geniş coğrafyada ayrı bir yeri vardır. Hint Alt Kıtası onlarca farklı dil konuşan, renk renk tenleri olan ve çok farklı anlayışlara sahip bulunan insanları bağrına basmış önemli bir yerdir. Bölge bu hâliyle Hz. Âdem’in, Hindistan’ın altında büyük bir ada olarak bulunan belki de bir zaman kıtaya bitişik olan Seylan’da (Serendib) dünyaya geldiği görüşünü doğrular gibidir. Yarımada tarih boyunca çok farklı insan topluluklarının dikkatini çekmiş, Büyük İskender’den Cengiz Han’a kadar farklı anlayışlardaki insanlar buraya gelmek ve egemenlikleri altına almak istemişlerdir.

    Hindistan Yarımadası’nın İslam ile ilişkileri İslam’ın ilk asrına kadar gider. Gerek deniz yolunu gerekse kara yolunu kullanan Arap tacirlerin bölgeyle ilişkileri ise çok daha eskidir. Hint dillerinden Arapça’ya geçen ve bazısı Kur’an’da da yer alan kelimeler ve giyim-kuşamda kullanılan malzemeler hep bu bölgenin Araplar için bir muamma olmadığını göstermektedir.

    Bölgeye yapılan ilk askerî müdahalenin Hz. Ömer’in hilâfeti yıllarında gerçekleştiği belirtilmektedir. Sahabeden Ebû Mûsâ el-Eş’ârî İran bölgesini büyük oranda İslam toprağına kattıktan sonra Hindistan fethine yönelmiştir. İran içlerinde Müslümanlara karşı savaşan Hint asıllı paralı askerlerden bir kısmı Müslümanlığı kabul edince Basra şehrine yerleşmiştir.

    Hz. Ömer’in Bahreyn Vâlisi Osman b. Ebi’l-Âs deniz yoluyla yaptığı akın ile Hint okyanusuna kıyısı bulunan ticaret şehirlerinden Deybul, Bervâs ve Tâne’yi fethedip geri döndü. Deniz yoluyla olduğu için riskli kabul edilen bu ilk fetih hareketleri Hz. Ömer tarafından durduruldu ve karadan akınlara başlandı. Bu akınlarda Müslümanlar bugün Pakistan sınırları içinde bulunan bir bölgeyi fethedip Sind Irmağı’na kadar ilerlediler. Fetih hareketleri Hz. Muâviye döneminde hızlandı ve Müslümanlar Mültan ile Kâbil arasında kalan bölgeleri fethettiler. Ama bu fetih hareketleri Velîd b. Abdülmelik devrine kadar beklenen sonucu ortaya koyamadı.

    Halîfe Velîd’in yeğeni ve Haccâc’ın damadı Muhammed b. Kâsım es-Sakafî, 17 yaşında Sind Valisi tayin edilip bölgenin fethiyle görevlendirilince güçlü bir ordu hazırlayıp 710 yılında fethe başladı. Dört yıl gibi kısa bir zaman içerisinde üstün harp kabiliyeti ve fethettiği bölgelerdeki halka iyi muamelesi sonucunda bugünkü Pakistan sınırlarının çoğunu ve şu anda Hindistan sınırları içerisinde bulunan geniş bir alanı Emevî İslam Devleti sınırları içerisine kattı. Muhammed B. Kâsım, Halife’nin değişmesiyle görevinden alındı ve böylece fetih hareketleri yavaşladı, Gazneliler’e kadar da önemli bir gelişme gösteremedi. Ama İslam varlığı burada h. 470 yılına kadar farklı şekillerde varlığını sürdürdü.

    GAZNELİLER DÖNEMİ FETİHLERİ VE ALT KITANIN İSLAMLAŞMASI

    Karluk Türklerinden Sebük Teğin tarafından Afganistan’ın Gazne şehrinde kurulan ve 963-1186 yılları arasında hüküm süren Gazneliler devleti doğuda Leknev, batıda Hazar Denizi, kuzeyde Aral gölü, güneyde ise Hint okyanusuna dayanan geniş bir coğrafyada hüküm sürdü. Gazneli Mahmud gibi âlim ve zâhid bir şahsiyetin girişimleri ile Hindistan’da çok köklü İslamlaşma faaliyetleri yapıldı. Yapılan araştırmalar medrese eğitimini ilk defa Selçukluların değil de, Gazneliler’in başlattığını ve pek çok şehirde eğitim kurumu açtıklarını göstermektedir.

    Fetihlerin başladığı ilk günlerden itibaren bölgeye gelen ashab, tâbiûn ve tebe-i tâbiûnun ve sonraki dönemlerdeki ilim ve din adamlarının faaliyetleri kısa zamanda sonuç verdi ve Hindistanlılar büyük bir istekle İslam’ı benimsemeye başladılar. İlk İslam nesli olan Ashab ve onları görenler vasıtasıyla safiyeti bozulmadan Hindistan insanına ulaştırılan İslam, onların gönül dünyasında yer etmiş ve ilmiye sınıfının yanında bölgenin yapısına uygun olarak tasavvufî ekoller de yavaş yavaş vücut bulmuştur. Bu sebeple İslam’ın daha geniş kitlelere ve yeni nesillere ulaştırılması tasavvuf erbâbı gönül erlerine nasip olmuştur. Bunların başında şüphesiz Gazneliler zamanında Lahor civarında yaşayan ve Data Genc Bahş diye de bilinen Hucvîrî gelir. Bu silsile Gazneliler’den sonra bölgeye hâkim olan diğer Türk hanedanlar döneminde de devam etmiştir. Mesela Hoca Muînuddin Çiştî, Şeyh Bahaeddin Zekeriyya Multânî ve Şeyh Nizâmeddin Evliya bölgede İslam’ın kökleşmesini sağlayan gönül erlerindendir. Zaten mistik bir hayat tarzına alışık olan yerli Hintliler tasavvuf yoluyla sunulan İslam anlayışını kendilerine çok yakın bulmuşlardır. Tasavvufun bölgenin İslamlaşmasına etkisi o kadar fazla olmuştur ki Pakistan kültür tarihi araştırmacısı Muhammed İkrâm buna şöyle işaret etmiştir: “Hindistan’da başlangıçtan beri İslam’a tasavvufun rengi o kadar işlemiştir ki, yirminci asrın başına kadar hiçbir kimse herhangi bir tasavvûfî yola girilmeksizin İslam’ın feyz ve bereketinden istifade edilebileceğini düşünememiştir.

    Gazneliler’den sonra bölgede bir süre hâkim olan Gurlular’ın (1000-1215) peşinden adına Delhi Sultanlığı (1206-1526) denen devletler kurulmuş ve bunların zamanında da Müslümanlar çok etkin olmuşlardır. Bu dönemde özellikle Delhi ve civarında İslami anlayış mimaride ve sanatta da kendisini göstermiş ve şaheser denilebilecek eserler vücuda getirilmiştir. Delhi Sultanlıkları içerisinde Halaciler ve Tuğluklular özellikle anılmalıdır.

    ALT KITAYA BABÜRLÜ DEVLETİ İLE GELEN RÖNESANS

    Orta Asya ve Afganistan bölgesinden gelerek Hindistan’ı kendisine anayurt yapmak isteyen, büyük uğraşı ve başarısızlıklardan sonra burada kalmaya ve Bâbürlüler Devleti’ni (1526-1858) kurmaya muvaffak olan Çağatay Türklerinden Bâbür Şah, Hint Alt Kıtası’nın tarihi açısından çok önemli bir figürdür. Şair, edip, âlim ve cengâver bir sultan olan, hatıralarını da Türkçe kaleme alan Bâbür Şah, hâkim olduğu yerlerde çok güçlü bir sistem kurmaya çalışmışsa da bölgenin özel yapısı sebebiyle bunda istediği başarıyı elde edememiştir. Oğlu Hümâyun’un zamanı da çalkantılarla geçmiştir. Ancak bu ikisinin ortaya koyduğu azim ve çaba meyvesini vermiş, üçüncü hükümdar Celâleddin Ekber Şah zamanında Hindistan’ın tamamı Türk hâkimiyetine girmiştir.

    17 yaşında hükümdar olan Ekber Şah din, dil, eğitim ve bürokrasinin yanında adli, siyasi ve sosyal yapı gibi çok sayıda sahada atılımlar yaptı ve Hindistan’ı Müslümanlara olduğu kadar burada bulunan her türden insana tam anlamıyla bir yurt haline getirdi. Hükümdar, güzel sanatlar ve mimariye de büyük önem verdi; Ağra, Lahor, Delhi, Acmîr, Allahâbâd ve Fetihpûr Sikrî gibi şehirlerin son derece güzel sanat eserleriyle bezenmesine öncülük etti. Onun zamanında yapılan Fetihpur Sikri şehri ve Ağra Kalesi bugün Hindistan tarihinin en nadide tarih mirasları arasındadır. Hükümdarlık sarayını tarih, edebiyat ve sanat müzakereleri için açtı ve bu ilimlerle meşgul olanları destekledi.

    Ekber Şâh’ın dinler ve anlayışlar hakkındaki esnek tutumunun toplumda bu alanda bir kafa karışıklığına sebebiyet verdiği de bir gerçektir. İslam, Hinduizm ve Hristiyanlığın bazı prensiplerini bir araya getirerek oluşturmaya çalıştığı “dîn-i ilâhî” sebebiyle az sayıda kimsenin takdirini kazanan Ekber Şah, samimi Müslümanlar tarafından ciddi anlamda eleştirilmiştir. İhya ve tecdit düşüncesi açısından Bâbürlüler dönemi denildiğinde akla gelebilecek en önemli şahsiyet olan İmâm-ı Rabbânî (ö. 1624), Ekber Şah döneminde yaşamış ve Nakşî-Müceddidî sistemini bu dönemde kurmuştur. Bir yandan Ekber Şâh’ın bazı aykırı düşünce ve uygulamaları ile mücadele eden İmâm-ı Rabbânî öte yandan da bölgeye gelen Katolik Cizvit papazları sıkıntı ediyordu. Zira o zamanda Hükümdar’ın genel sulh politikasından güç alan bu Hristiyanlar öylesine pervasızca İslam’a saldırıyorlardı ki, ülkenin resmi anlamda sahibi olan Müslüman halkın varlığını tehdit ettiklerine aldırmıyorlardı. Aslen Şii olan ve dönemin fikir ve kültür hayatına damgalarını vuran Şeyh Mübârek Nâgûrî ve oğulları Ebü’l-Feyz Feyzî ve Ebü’l-Fazl Allâmî, “dîn-i ilâhî”nin teşekkülü safhasında Ekber Şâh’a akıl verip yardım ettikleri iddiasıyla eleştirilmişlerdir.

    Ekber Şah’ın saltanat yıllarında vuku bulan önemli olaylardan biri de İngiliz Doğu Hind Şirketi’nin (East Indian Company) 31 Ekim 1601 tarihinde Kraliçe I. Elizabeth tarafından Doğu Hindistan’da kurulmasıdır. Ekber Şah’tan almış olduğu imtiyaza dayanarak iki ülke arasında veya üçüncü bir ülkeye yönelik olarak denizaşırı ticaret yapması gereken bu şirket hiç öyle davranmamış, zamanla devlet içinde paralel bir devlet olmuş ve en nihayet gizlediği maksadını gerçekleştirerek Hindistan’a hâkim olmuştur.

    Babası Ekber Şâh’ın ölümüyle Hükümdarlığı üstlenen Şah Cihângîr, babası kadar güçlü ve yetkin olmamakla birlikte ülkenin üzerine oturduğu sistemin güçlü olması sebebiyle idarede ciddi sıkıntı yaşamadı. Ancak güçlenen yabancı etkisi sebebiyle devletin artık gerilemeye başladığı da bir gerçekti. Cihângir babasının aksine Müslüman ilim adamlarına ve askerlere daha fazla değer ve imkân verip Sünnî İslam çizgisini takip etti. Ekber zamanında hem orduda hem de devlet idaresinde oldukça nüfuz elde eden Hinduların nüfuzu kırıldı. Babası gibi o da mimariye önem verdi ve Hindistan’ın çeşitli yerlerinde sanat değeri yüksek, büyük eserler vücuda getirdi.

    Cihangir’den sonra padişah olan Şah Cihân bir yandan iç problemlerle uğraşırken diğer yandan da Portekizliler’e karşı savaştı ve onları mağlup etti. 1631 yılında çok sevdiği eşi Ercümend Bânû Mümtaz Mahal’i kaybedince onun anısına dünyanın en güzel eserlerinden biri olan Taç Mahâl’i yaptırttı. Ağra Kalesi’ndeki odasından merhum eşinin türbesini seyreden Şah Cihan’ın bedbinliğe varan hayatı Babürlü devleti için hiç de iyi neticeler vermemiştir. Ancak sevgiyi ifade etmek üzere inşa edilen Taç Mahal onun tüm kusurlarını örtmeye yeter güzelliktedir.

    Şah Cihân’ın hastalanmasıyla başlayan taht kavgalarının galibi Mümtaz Mahal’in oğlu Evrengzîb Âlemgir olmuştur. Büyük aşkın bereketi denilebilecek derecede samimi bir Müslüman ve ilim sahibi bir hükümdar olan Evrengzîb güçlü bir padişahlık dönemi geçirmiş ve devleti 48 yıl yönetmiştir. Hükümdarlığı yıllarında bazı isyanlar ve Haydarabad-Dekken civarındaki Maratalar onu çok fazla uğraştırmıştır. Bu isyan ve savaşlar devletin bütçesini de sarsmıştır. Onun usta yönetimi sayesinde devlet parçalanmaktan kurtarılmış ve ileride problem olabileceğini düşündüğü Hindu nüfuzunun kırılması için Türkistanlı Türkler ülkeye getirilerek büyük şehirlerde iskân ettirilip madden desteklenmiştir. Kendisinden önce konulan vergilerden 80 çeşidini kaldırmış ve sarayın fuzuli gördüğü harcamalarını zabt-u rabt altına almıştır.

    Evrengzîb 43 yaşında Kur’an’ı ezberlemiş ve İslam fıkhı ve Hanefî mezhebinin önemli fetva kitaplarından biri olan el-Fetâvâ’l-Âlemgiriyye’yi (el-Fetâvâ’l-Hindiyye) ehil bir heyete hazırlatmıştır. Medreselerin içinde bulunduğu kötü durumu çok iyi bildiğinden bunların ıslahına çalışmış, kendisi de ileri derecede bir müzisyen olmasına rağmen saraydaki müzisyen, şarkıcı ve müneccimlerin görevine son vermiş ve daha çok din âlimlerini ve tarihçileri desteklemiştir. Onun döneminde yapılan önemli mimari eserlerden biri bugün avlusunda Muhammed İkbal’in metfun bulunduğu Lahor’daki Pâdişâhî Mescid adlı büyük yapıdır.

    KAOS YILLARI VE BÖLGEYE İNGİLİZLERİN HÂKİM OLMASI

    Evrengzîb’in vefatıyla başlayan taht kavgalarında oğlu Muazzam, Bahadır Şah adıyla hükümdarlığını ilan etmişse de bu tarihten sonra Bâbürlü hâkimiyeti içte taht kavgaları, isyanlar ve dirâyetsiz padişahların idaresi ve dışta fırsat kollayan İranlı, Afgan, Marata ve İngiliz gibi güçlerin faaliyetleri sonucunda günden güne gücünü kaybetmiştir. Batı tarafından gelen ve Delhi’ye kadar uzanan ilk kanlı saldırı ve yağma İran’da hüküm süren Nadir Şah tarafından 1738’de gerçekleştirildi. Ardından da bölge onun komutanı iken Afganistan’da bağımsız bir devlet kuran Ahmed Şah Dürrânî’nin 1747’den başlayan ve aralıklarla dört kez tekrarlanan saldırılarıyla sarsıldı. Bu saldırılarda ülkenin Delhi’ye kadar uzanan batı kısmı işgal ve yağma edildi, mukavemet karşısında da yakılıp yıkıldı.

    Bu karmaşadan en fazla istifade eden ateşli silahlara sahip olan ve ülkenin içlerine kadar sızan Büyük Britanya Krallığı olmuştur. Krallık 1765’te II. Şah Âlem’i kendisine bağlayıp fiilen bütün yetkilerini elinden aldı. 1858 tarihine kadar sadece isimleri pâdişah olan Bâbürlü hükümdarları, İngiliz Doğu Hind Şirketi’ne bağlı maaşlı memur hâlinde hayatlarını devam ettirdiler.

    Ülkede hüküm süren siyasi keşmekeş, kargaşa ve bitip tükenmeyen savaşlar halkı hayatından bezdirdi, ilim erbabı kimselere varıncaya değin halk ne yapacağını bilemez bir vaziyete geldi. Evrengzîb’in vefatından dört yıl önce dünyaya gelen ve bu kargaşa döneminde sözüne itibar edilen bir ilim adamı hâlini alan Şah Veliyyullah Dihlevî bu siyasi keşmekeşin kendisi gibilerin günübirlik müdahaleleriyle düzelemeyecek duruma geldiğini anladı. Ona göre bu aşamada yapılacak şey Kur’an ve hadis temelli eğitime önem vermek ve yeni bir nesil yetiştirmekti. Bu sebeple Şah Veliyyullah eğitime başladı ve düşüncelerini eserlerinde dile getirdi. Bu çaba sonuç verdi ve başta çocukları ve talebeleri olmak üzere onun ideallerini üstlenenler bu idealleri yeni nesillere aktarmaya başladılar. Şah Veliyyullah’ın o anda teşebbüs etmeyi münasip görmediği İngiliz karşıtı silahlı mücadele büyük oğlu Şah Abdulazîz Dihlevî’nin yönlendirmesiyle Seyyid Ahmed Birelvî ve Şah İsmâil Dihlevî tarafından başlatıldı. Şah Abdülazîz’in Hindistan’ın artık bir “dâru’l-harb” olduğu yolundaki fetvası da İngilizlere karşı siyasi ve askerî mücadelelere hız verdi.

    Seyyid Ahmed ve Şah İsmâil’in Afgan sınırına yakın bölgedeki uzun hazırlık devresinden sonra 1826 tarihinde başlattıkları harekette ilk engel olarak karşılarına Pencâb bölgesindeki Sihler çıkmıştır. İki defa Sihler’e karşı başarı kazanan Seyyid Ahmed’in 80 bin kişilik ordusu bazı Müslüman reislerin Sihler’e gizli destek vermesi neticesinde Balakot’ta mağlup oldu ve çok sayıda Müslüman’la birlikte Seyyid Ahmed ve Şah İsmail de şehit düştü. Bu ikisinin yolundan gidenler 1857’deki büyük savaşa kadar yılmadan İngilizlere karşı savaştılar. Savaştan sonraki mağlubiyet onları yine yıldırmadı ve mücadelelerine başka mecralarda devam ettiler. Son Bâbürlü Pâdişâhı II. Bahadır Şah 1857 bağımsızlık savaşında İngilizler’e karşı mücadele ettiği için ele geçirildi ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılıp Birmanya’ya sürgün edildi. Birlikte bulunduğu bütün aile efrâdı ise “teslim oldukları takdirde kendilerine bir şey yapılmayacağına dair taahhütte bulunulmasına rağmen” kurşuna dizildi ve cesetleri ibret-i âlem için bir meydanda teşhir edildi.

    İngilizler bu dönemde Maysor Sultanlığı adına Dekken civarında kendilerine karşı savaşan Tipu Sultan’ı, Haydarâbâd Nizamlığı’yla anlaşarak yendiler ve Tipu Sultan’ı şehit ettiler. Bölgede iç işlerinde serbest dış işlerinde Babürlü Devleti’ne bağlı bir yapı olarak ortaya çıkan Haydarabad Nizamlığı Müslümanlar için önemli bir sığınak olmuştur. İngilizler 1857 yılında Hindistan’a hâkim olunca Nizamlığın bu özerk yapısına dokunmamıştır. Nizamlık 1947 yılında yeni Hindistan devleti tarafından sona erdirilip büyük yapıya katılmıştır

    İngilizlerin bölgeye hâkim olmasında, 1600 yılından itibaren yürüttükleri faaliyetler etkili olmuştur. Bir yandan misyonerlik ve eğitim faaliyetleri ile kendilerine yarayışlı adamların yetişmesini sağlamışlar öte yandan da Babürlü Devleti’ne bağlı bazı bölgesel yapıları ve idareleri gizli gizli desteklemişlerdir. Hatta Avrupa’da üretilen ateşli silahları getirterek bu yapılara cephane desteği sağlamışlardır. 250 yıl içinde ilmek ilmek örülen bu yapı, içerideki çatışmaların ve sen-ben kavgalarının etkisiyle işini daha kolay bitirmiştir.

    Daha önce bütün kusurlarına rağmen Bâbürlü yönetimini sahiplenen Müslümanlar ülkeyi idarelerine alan İngilizleri bir türlü içlerine sindirememişlerdir. Hindu ve Sihler için ise durum çok da kötü değildi. Hatta ilerleyen zaman içinde İngiliz idaresi Müslümanları toplumun gerisine iterken diğerlerini çeşitli vesilelerle desteklemiş ve öne çıkarmıştır. Aslında bu durum Müslümanlar için yüz yıllardan sonra ilk defa gayr-i müslim bir unsurun egemenliği altına girmek olarak kabul edilirken Hindular için İslam ile Hristiyanlığın el değiştirmesinden başka bir şey olarak görülmemiştir. İngilizler yönetimleri ellerinde bulundurdukları zaman içerisinde dengeyi hep Müslümanlar aleyhine olarak bozmuş ve Hinduları güçlendirmişlerdir. 1947 yılında savaşsız olarak iki parçaya ayrılan Alt Kıta’da aslan payı Hinduların olmuştur. Aynı köklerden gelen iki ayrı devletin vatandaşları ve yönetimleri arasına sokulan düşmanlık ise bugün bile başlarını ağrıtmaktadır.

    Ülkenin İngilizlerin eline geçmesi ve İngilizlerin uyguladığı yanlı politikalar Hint Müslümanlarını durumlarını yeniden değerlendirmeye sevk etmiştir. İşte o günden sonra, en azından yakın gelecekte İslami bir devlete sahip olmayı gündemlerinden çıkaran Müslümanlar, cemaat ve cemiyet şeklinde teşkilatlanmaya ve eğitim müesseseleri kurmaya önem verdiler. Bu girişimler sonucunda Hint Alt Kıtası tarihindeki en büyük fikrî hareketlilik ortaya çıktı. 1857 öncesi Hindistan’ında bir cemaat şuuru içerisinde faaliyet gösteren topluluklara bakıldığında bunların çoğunlukla Çiştiyye, Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Müceddidiyye gibi tasavvûfî ekollerle bunların yan kolları olduğu görülür. Bu tarîkatların gerektiğinde halkın irşadı yanında halkı sıkıntıya sokan yanlış icraatlarda bulunan devlet yetkililerini de ikaz ettiği İmam-ı Rabbânî örneğinde görülmüştü. Bu dönemde Alt Kıta’da ortaya çıkan sosyo-politik durum tarîkatlar dışında da teşkilat ve müesseseler kurulmasını zorunlu kılmıştır. Bu zorunluluğun bir gereği olarak oluşan kurumların daha çok eğitime yönelik olmasının sebebi İngiliz idaresinin özellikle Müslüman halkın dinî eğitim ihtiyaçlarını karşılayamayacağı hususundaki kanaat idi. Müslümanlar bu dönemde sırasıyla Diyobendî, Ehl-i Hadis, Nedvî, Islâhî, Ehl-i Kur’an, Birelvî gibi farklı cemaat ve gruplara bölündüler. Bu bölünme zamanla birbiri ile mücadeleye giriştiği için bu Müsümanlara güç kazandıracağına güçlerini ellerinden aldı.

    Günümüzde Hindistan, Pakistan ve Bengladeş olmak üzere üç ayrı devlet hâlinde temsil edilen Hint Alt Kıtası Müslümanları büyük problemlerle karşı karşıyadır. Aslında 1910’larda başlatılan bağımsızlık mücadeleleri iyi yönetilebilseydi bugün tek bir devletten söz etmek mümkün olacak ve burada bulunanlar birbirini tehdit ve baskı altında tutmaksızın birlikte yaşamanın güzel örneğini göstereceklerdi. Aslında Hint Alt Kıtası bir bütün olarak ne kadar Hindu’ya ait ise, o kadar da Müslüman’a, Budist’e, Sih’e, Jain’e… aittir. Aynı ırktan olan insanların din temeli üzerine ayrıldığı üç devlet birbiri ile savaşmaya en uzak mesafede olmalılar.

    Türkler için ayrı bir anlamı olan Hint Alt Kıtası bu anlamını ortak tarihten almıştır. Gerek Gazneliler ile başlayan göçlerle, gerekse Moğol istilaları esnasında olan zorunlu yer değiştirmeler ile nüfusunun azımsanmayacak bir kısmı Türk olan Hint Alt Kıtası sonraki zamanlardaki göçler de hesaba katılacak olursa Türklerin de bir yurdu olarak görülmelidir. Hatta iddialı bir şekilde söylemek gerekirse, bugün bu bölgedeki üç devlet içerisinde bulunan %5-7 oranındaki nüfus, adı Türkiye olan coğrafya parçasından daha fazla Türk’ü içinde barındırmaktadır. İnsanları birbiri ile tanışmaları için milletlere ve kabilelere bölen yüce Allah bizim ilk önce kendi soydaşlarımız ile görüşmemiz ve onlara yakın durmamızdan hoşlanacaktır. Sıla-ı Rahîm de zaten bu değil midir?

    *Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi