Tasavvuf, Mevlevillik Ve Sufizm I

Kudsi Erguner

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • İLK MUTASAVVIFLAR

    “Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir, lakin Allah’ın resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ahzâb sûresi)

    Yukarıdaki ayette de bildirildiği üzere, Hz. Peygamber “Hatem’ül Enbiya” yani son peygamberdir. Kendilerinin hayatta olduğu asra Asr-ı Saadet denilmiş ve maalesef vefatının üzerinden henüz bir asır dahi geçmeden, İslam âlemi birçok nifak ve cinayete sahne olmuş, aslında siyasi olan bu iktidar kavgaları daha sonraları itikadi, fıkhi ve ameli ayrılıklara dönüşmüştür.

    İslam dinini tüm safiyeti ile yaşamış olan Ashab-ı Kiram, onları tanıyan Tabiin ile, Tabiin’leri tanımış olan Tebe-i Tabiin’den sonra Evliyaullah olarak anılan Hasan Basri, İbrahim bin Ethem, Zunnun-ı Misrî, Bâyezid-i Bistâmî, Davud-i Tai gibi mutasavvıflar, tüm bu karışıklıklardan uzak, zühd, tavka ve ihlas ile Hz. Peygamber’in hayatına ve sünnetine sadakatle yaşamış ve menkıbeleri Müslümanlara misal olmuştur. Ferididdun Attar, Kuşeyrî, Molla Câmî, onların hayatlarını, yazdıkları tezkireler ve menakibnâmelerle günümüze kadar nakletmiştir. İşte ilk mutasavvıflar veya sufiler onlardır.

    Tayyib, Tâhir, İbrahim ve Kasım adlı erkek evladı vefat edince, Resûlullah’a ebter, yani soyu kurumuş diye hakaret edilmesi üzerine nazil olan Kevser suresinde: ‘‘Muhakkak ki biz sana Kevser’i verdik, sen de Rabbin için namaz kıl ve kurban kes. Doğrusu sana kin besleyenin kendisidir, soyu kesik olan.’’ buyurulur. Kevser kelimesinden; “Belki senin erkek evladın yok ama ümmetinden öyle müminler, öyle âlimler olacak ki, onlar senin meşrebini, kokunu, hikmetini, imanını neşredecekler ve bu anlamda, tâ kıyamete kadar senin manen evlatların olacaklardır.” anlamı da çıkartılmıştır. Mevlana’nın Mesnevi’sinin 1. cildinin 30’uncu beyiti şöyledir:

    Çünki gül reft û gülistân şüd harâb

    Bûy-i gül râ ezki cûyim ez gulâb

    Çünki gül bitip gülistan olunca harâb

    Gülün kokusunu gül suyunda bul.

    Bu beyitte, “Nebilerden oluşan gül bahçesi harab olmuş, gül mevsimi sona ermiş, en son peygamber gelmiş ve ebediyyete göçmüşse de üzülme, çünkü onun kokusunu, gülün suyu, yani hikmetini, irfanını ümmetinden gelen varisleri devam ettirmekteler.” denilmek istenmiştir. İşte bu manevi evlatlar, evliyaullah, mutasavvıf ya da sufi dediğimiz zatlardır. XI. yüzyıla kadar ilk mutassavıfların hatıraları ve menkıbeleri birçok Müslümana ibret olmuşsa da herhangi bir cemaatleşme veya kurumlaşma görülmemiştir. Tarikat, yani yol olarak bilinen en eski cemaat, XI. yüzyılda İslam âlemine yayılmaya başlayan Abdulkadir-i Geylanî Hazretlerine bağlı Kadirî tarikatıdır.

    OSMANLI TOPLUMUNDA TASAVVUF

    Kuruluş yıllarından itibaren Osmanlı toplumunun temelini oluşturan tasavvuf, çeşitli kurum, sistem ve vakıflarla yepyeni bir şekle bürünmüştür. Özellikle İstanbul’da yüzlerce tarikatın tekkeleri faaliyet göstermiş, yeni kollar ve mürşidler zuhur etmiştir. Beş ayrı mevlevihanesiyle Mevlevi kültürünün gerçek merkezi olan İstanbul’da birçok padişah Mevlevi dervişi olmuş, hatta bu tarikatın ayini için, III. Selim gibi kimi padişahlar besteler dahi yapmıştır.

    XVII. yüzyıldan itibaren Osmanlı, edebiyat, musiki, hat, mimari, ebru, tezhip gibi güzel sanatların birçok dalında, toplumun ‘‘elitini’’ teşkil eden dervişler sayesinde zirveye ulaşmıştır. Özellikle Mevlevi tarikatının mensuplarının en basit dervişinden, dedesine/şeyhine kadar tümünün İslam ilimlerine vakıf, Farsça, Arapça bilir, şair, edib ve musikişinas oldukları görülmektedir.

    Buna mukabil, Cumhuriyetin ilk yıllarında, 1925 yılında çıkartılan 677 sayılı bir kanunla dergâhlar kapatılmış, vakıflarına el konulmuş ve tasavvufla ilgili her şey, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek, murada kavuşturmak amacıyla muskacılık yapmak gibi, batıl itikat sömürüsüyle bir tutularak, yasaklanmıştır.

    YASAK SONRASI DERGÂHLAR

    Dergâhlar kapatılıp, vakıflarına el konulduğunda, onlara ait binalar, çeşitli şekillerde kulanılmaya başlanmıştır. Birçoğunun etrafındaki derviş hücreleri, külliye ve mezarlıkları yıkılmış, semahane veya tevhidhaneleri mescide dönüştürülmüştür. Kütahya’daki Dönenler Camii buna bir örnektir.

    Dergâhların bazılarında şeyh evi (harem dairesi) olan ahşap evler, son şeyhin ailesi tarafından, devletten kiralanmış, devlet baskısından korkulduğu için de ancak önemli dinî günlerde şeyhin müridleri orada toplanıp sohbet etme imkânı bulabilmiştir. Tophane’deki Kadirihane ile Koca Mustafa Paşa’daki Sümbül Sinan Dergâhı, bunların arasında sayılabilir.

    Gözden uzak bir semtte olduğu için tamamı şeyh ailesi tarafından kiralanan dergâhlar da vardır. Mesela Üsküdar Sultantepe’de bulunan Özbekler Tekkesi bunlardan biridir. Benim de çocukluğumun geçtiği bu dergâh neredeyse İstanbul’un son dervişlerinin tümünü bağrına basmış ve faaliyetine devam etmiştir.

    Şeyh evini veya harem dairesini dahi kiralayamayan cemaatler de vardı ki, birçok dergâhın akibeti böyle olmuştur. Bu durumdaki dergâhların son şeyhlerinin bazıları ancak kahve köşelerinde dervişleriyle buluşabilmiştir. Misaller arasında Cerrahi dergâhının son şeyhi Fahreddin Efendi ile Arusî şeyhi Aziz Çınar sayılabilir.

    Bazı dergâh binalarına, şeyhin veya ailesinin şahsi malı olduğundan el konulamamış, tarihî bina addedildiği için de, aslına uygun restorasyon parası bulamayan aile mensupları tarafından çoğu yakılarak arsası satılmıştır. Buna örnek Eyüp’teki Bahariye Mevlevihanesi ve dergâhın son Seyhi Mustafa Saho’nun bizzat söylediğine göre, Mevlana torunları tarafından satılarak yerine işhanı inşa edilen Hatay Mevlevihanesi’dir.

    Mevlevihanelerin çoğunda olduğu gibi, müzeye veya başka yapılara dönüştürülen dergâhlar da vardır. Özellikle âsitâne olarak adlandırılan tarikat pîrlerinin türbesinin bulunduğu dergâhlar, Konya Mevlana Türbesi, Galata Mevlevihanesi gibi, müzeye veya Yenikapi Mevlevihanesi örneğinde olduğu gibi, yetimhaneye dönüştürülmüştür.

    Bu dergâhlarda el konulan kıymetli kitaplar, bayraklar, musiki aletleri ve diğer eşyalar maalesef yağma edilmiş, geri kalanı da uzun yıllar İstanbul’daki Eminönü Yeni Camii’nin hünkâr mahfilinin altında depo edilerek, çürümeye terk edilmiştir.

    MEVLEVİLİĞİN SON YILLARI – NAKİL SORUNU

    Tarikatlarda, edeb-erkân adı verilen, her tarikatın kendine mahsus adab-ı muaşereti, ayini, edebiyatı, kıyafeti ve en önemlisi, nesilden nesile devam eden meşrebi, yani bir manevi neşesi ve tabiatı vardı. Bu meşrebin devamlılığı, dergâhta beraber yaşamı ve tarikatın şeyhi tarafından nakledilen öğretiyi gerektiriyordu. Bir kimsenin sohbetinden, duruşundan, hâlinden hangi yola mensup olduğu anlaşılabilirdi.

    1925 yılında, dergâhlar kapatıldığı sırada, yetişmiş, meşreb sahibi dervişlerin, en az otuzlu yaşlarda olduklarını düşünürsek, 60’lı yıllardan itibaren sayılarının iyice azaldığını görürüz. Örneğin, Mithat Bahari (1878-1971) Gavsi Baykara (1902-1967), Tahir Mevlevi (1877-1951), Veled Çelebî (1869-1950), Hulki Amil Çelebî (1896-1968) bunların bazılarıdır.

    Son devrin Mevlevisi kabul edilenlerin çoğu ise tekkeler yasaklandığında henüz çocuk yaşta olup herhangi bir intisap görmemişlerdi. Örneğin, tekkeler yasaklandığında Halil Can ve Selman Tüzün 19 yaşında, Sefik Can 15 yaşında, Resuhi Baykara 12 yaşında, Ahmet Bican Kasapoğlu 9 yaşındaydı. 1926 doğumlu Celaleddin Çelebi ise tekkeler kapatıldığında henüz dünyaya bile gelmemişti. Üstelik yasakların şiddetle uygulandığı o yıllarda meşreb sahibi dervişlerin etrafında cemaatlerin oluşması ve insandan insana nakil edilen tarikat neşesini öğretmeleri mümkün değildi. Özellikle yasağın ilk yirmibeş yılı, herkesin kabuğuna çekildiği, mümkün olduğu kadar gizlendiği bir dönemdi. Anlattıklarına göre, sorulduğunda kimse bir tarikata mensub olduğunu kabul edemezmiş. Rauf Yekta Bey uzun araştırmalar sonrası adresini bulduğu bir tekke seyhine ne kadar yalvardıysa da bir ilahi okutup notaya alamamış. İhbar edilme korkusundan adamcağız ünlü müzikoloğa itimad edememiş, maalesef bu eser de onunla beraber unutulup gitmiştir.(1)

    CUMHURİYET DÖNEMİ VE İLK MEVLANA İHTİFALLERİ

    Cumhuriyet döneminde, İslam medeniyetine ait olan tasavvuf, bazı metinlerde Orta Asya şamanlığına bağlanıp, ulusal bir gelenek olarak sunulmaya çalışıldıysa da, ortaya atılan birçok zorlama teori gibi, bu iddialar da Pantürkizm’in gariplikleri arasında unutulup gitmiştir.

    Şiirleri Türkçe olduğu için halk ozanı ilan edilen Yunus Emre gibi, Mevlana hazretlerini de Anadolu’nun bağrında yetişmiş bir değer olarak önerme çabaları İsmet Paşa döneminin son yıllarında başlamıştır ve devrimlerin baskısından kurtarmak için din, iman, tasavvuf gibi sözlerden arıtılarak, hâlen devam eden hümanist, halkçı, ulusal, ozan, filozof, hürriyetçi gibi sıfatlar atfedilen Mevlana hazretlerini anma töreni ilk kez 1946 yılında gerçekleşmiştir. Konya Halk Evi’nin sinema salonunda yapılan bu törende, Mevlana soyundan gelen Üsküdar Mevlevihanesi’nin son şeyhi Ahmet Remzi Dede’nin dervişi ve dergâhta yetişmiş olan tıp tarihçisi Feridun Mustafa Nafiz Uzluk bir konferans vermiştir. Mevlana’nın hayatı ve eserleri hakkındaki bu konuşmada, mekânın ve devrin icabı, Mevlana’nın halkçılığının (!) altı özellikle çizilmiştir. Tek partili dönemin katı uygulamalarına rağmen, 1949 yılında Şahin Sineması’nda yapılan toplantıda ise, ilk kez ney üflenmiş ve sözleri Mevlana’ya, bestesi de Itrî’ye ait olan rast makamındaki naat okunmuştur. O devrin şartları göz önünde bulundurulduğunda bunun büyük bir cesaret işi olduğu anlaşılır.

    Mevlana hazretlerinden mutasavvıf ve evliya olarak bahsedilebilmesi için ise, 1950 yılının iktidar değişimini ve Kemalist devrimlerin sert uygulamalarının gevşemesini beklemek gerekecektir. Mevlana’yı dinî bir törenle anma fikri ilk kez 1952 Haziran’ında doğmuş, Sultan Selim Camii’nde, ünlü hafız Saadeddin Kaynak ve Sadi Hosses’in katılımıyla gerçekleşen mevlüd töreninde, Hazreti Pîr’in ruhuna fatihalar okunmuştur.

    1953 ve 1954 yıllarında ise, daha birkaç yıl önce çalınması suç olan, müziğimizin en ihtişamlı formu olan Mevlevi ayinlerinden bölümler, hocam olan neyzen Halil Can, Hayri Tümer ve rahmetli babam Ulvi Erguner tarafından ney taksimleri, peşrevler, konuşmalar arasına süs gibi serpiştirilerek icra edilmiştir. 1956 yılında İncirlik Hava Üssü’ne gelen Amerikan Marshall yardımı teftiş heyetinin, Mevlana’nın türbesinde, “Dervişler hani?” diye ısrarla sormasından cesaret alınarak, ilk defa kıyafeti ve semasıyla Mevlevi ayini yapılmasına ve İsmail Dede’nin Ferahfeza ayin-i şerifinin icra edilmesine karar verilmiştir. Lakin, seçilmiş olan Demokrat Partili belediye başkanının, bugün dahi geçerli olan 677 sayılı kanunu kaale almamasına rağmen, atanmış olan vali, hâlâ bir önceki tek partili dönemin valisidir ve devrimlere yapılan saygısızlıklardan ve gericilikten (!) endişelidir. Bu endişeyle, rahmetli Saadeddin Heper, Halil Can, Hulki Amil Çelebi, babam ve diğer bazı heyet mensuplarını makamına davet eden vali, yapılacak semanın sadece bir gösteri olması gerektiğini hatırlatır. Gerçek bir ayine dönüştüğünde derhal ilgili kanunları uygulayarak törenleri iptal edeceğini de kesin olarak bildirir.

    1960 ihtilaline kadar süren bu devrede Türkiye’deki bütün tasavvuf çevresi ve dergâhların son yıllarını yaşamış olan nesiller büyük bir neşeyle Konya’ya koşmuşlardı. İlk ayinlere, postnişin olarak katılanlar, rahmetli hocam, Eyüp Mevlevihanesi’nin son şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede’nin halifesi ve Kasımpaşa Mevlevihanesi’nin son mesnevihanı Mithat Bahari Bey ile Yenikapi Mevlevihanesi’nin son şeyhi Baki Dede’nin oğulları Resuhi ve Gavsi Baykara kardeşlerdir. Daha sonraları ise Mevlana torunu Hulki Amil Çelebi postnişinlik yapmıştır.

    Bu tarihlere kadar, Konya’da ne semazen ne de musikişinas vardı. Mevlana ve Hazreti Şems’in türbesinden başka, Mevlevilik ile ilgili yaşayan tek bir iz dahi kalmamıştı. Bütün heyet İstanbul’dan, birkaç müzisyen de Ankara Radyosu’ndan katılmakta, gelenlerin hepsi masraflarını kendileri karşılamaktaydı.

    Mevlevi tarikatında da hilafeti olan Kenan Rıfai’nin 1950 yılında vefatıyla, Samiha ve Ekrem Ayverdi’nin etrafında toplanan dervişleri, Konya’da yapılan anma törenlerinde önemli bir yer teşkil ediyorlardı. İstanbul’dan gelen heyetteki semazenler ve mutribin çoğu dergâhların açık olduğu eski dönemin son varisleriydi.

    GÖSTERİ MEVLEVİLİĞİ

    Mevlevi ayinini Konya’ya mal etme çabasındaki Konya Turizm Derneği başkanı Fevzi Halıcı, İstanbul heyetinin kıdemde en sonuncusu, çocukken Yenikapi Mevlevihanesi’nde sadece dönmesini öğrenmiş, ancak yaşının küçüklüğünden dolayı hiçbir seyr-u suluk görmemiş olan Ahmet Bican Kasaboğlu’na, genç Konyalılara sema öğretmesini önerdi.(2) Ahmet Bican tennure adı verilen kıyafetin eteklerine kurşun diktirerek görüntüyü daha da güzelleştirmiş, tam bir bale yöneticisi gibi, ayin-i şerif ile istediği gibi oynamıştı. Konyalı seçmeden sonra genç delikanlılar çok daha endamlı dönmeye başlayınca da, İstanbul’dan gelen ihtiyar ve eski dergâh artıklarına (!) olan ihtiyaç da bitmişti. Artık Konya’ya gelmelerine lüzum kalmadığı ima edilen Baykara kardeşler, Seyh Mithat Bahari Bey, Samiha Ayverdi ve cemaati ile tüm İstanbul dervişleri, ihtifalden uzaklaştırıldı.

    Ayinhan ve musikişinaslar davet edilse de, sema edecek olan dervişlere gelmemeleri söylendi. Uzun toplantılardan sonra, daha fazla yozlaşmayı önlemek amacıyla, Saadeddin Heper, Halil Can, Ulvi Erguner gibi mutrib heyetinin önemli kişileri Konya’ya gitme kararı aldı ve Hüseyin Fahreddin Dede’nin torunu Selman Tüzün postnişin oldu.

    Selman Bey, akşamları odasında bir-iki kadeh rakı içmeden edemezmiş. O yıllar fabrikaların oluştuğu Haliç’te arsalar kıymetlenmiş, lakin harabe hâlindeki Eyüp Mevlevîhanesi tarihî bir mekân olduğu için satılamıyormuş. Selman Tüzün, varisi olduğu arsasını sattırmak için tekkenin yakılmasına göz yumduğunu itiraf edip, ceza olarak sağ ayağının başparmağını(3) tramvayın çiğnediğini söylerdi.

    Önceleri ihtifal, daha sonraları Şeb-i Arûz adı altında yapılan anma törenlerine ilgi gittikçe büyüdüğünden, ayinler Konya’nın kapalı spor salonunda yapılır, davetiyeli giriş yerine, 2,5 liraya bilet satılır olmuştu. Artık ihtifal iki hafta sürüyor ve ayinler gündüz ve gece olmak üzere, günde iki kere yapılıyordu. Milliyet gazetesi yazarı, Mevlana muhibbi Refii Cevat Ulunay, o tarihlerdeki bir köşe yazısında, “Biz sirk maymunumuyuz ki ayinimizi parayla seyrettiriyorsunuz?“ diyerek Konya Turizm Derneği başkanı Fevzi Halıcı’ya isyanını dile getirmişti. Her şeye rağmen İstanbul’dan gelen heyet, ayinhan ve müzisyenleriyle oldukça kalabalıktı.

    1967 yılından itibaren katıldığım Konya yolculukları, bugün için de hayatımın en güzel anılarını teşkil etmektedir. Devlet Demir Yolları’ndan emekli olan Özbekler Tekkesi şeyhi Necmeddin Efendi, Saadedin Heper hocayla birlikte aylar öncesinden Haydarpaşa Garı müdürünün odasına yerleşir, trenin çaycısına varıncaya kadar, en ince detayıyla seyahatı organize ederdi.

    Zikirler, ilahiler, yemekler, latifeler, kıssalar, şiirler ve sohbetlerle sanki bir dergâha dönüşen bu tren yolculuğunun bitmesini hiç istemezdik. Mevlevi kültürünün hayatta olan son simaları ve devrin önemli musikişinaslarıyla birlikte yapılan bu yolculuğa katılabilmek büyük bir şanstı. Bu güzel anlar Konya’ya varmakla bitmez, sonra yerleşilen Şahin Oteli’nin lobisi de akşamları bir dergâha dönüşür, sabahlara kadar coşkulu saatler yaşanırdı.

    1970 yılında, Konya Turizm Derneği, Konya’da bir mutrib yani musiki heyeti teşkil etmek amacıyla, Ankaralı neyzen ve Diyanet İşleri’nin namaz kıldırma memuru Arif Biçer’i Konya’ya tayin ettirmiş, belediye bandosu mensuplarını Mevlevi musikisi icra etmek üzere yetiştirmeye başlatmıştı. İşte o yıl, semazenlerden sonra, İstanbul’daki müzisyenlere de bir telegraf çekilerek, “Arzu ederseniz, gelebilirsiniz.” yazılı ama aslında, “Gelmeseniz daha iyi olur.” manasında bir davetiye yollandı. Hatta 1970 Aralık’ında Nezih Uzel, Tercüman Gazetesi’ne, ‘‘Bu sene Konya’ya gitmeyiniz!’’ diye manşet atınca, Konya Turizm Derneği yöneticileriyle mahkemelik olmuştu. Lakin, Mevlevî musikisinin dönmek kadar kolay olmadığı ortaya çıkınca, 1971 yılında Fevzi Halıcı’nın yalvarma ve yakarmaları sonucu, rahmetli babam ve Sadeddin Heper’in yönetiminde İstanbul Heyeti tekrar Konya’ya dönmeyi kabul etmişti.

    Bu yazımızda bu kadarıyla iktifa edelim, tasavvuf kültür ve mirasının yozlaştırılmasının ve tüketim kültürüne malzeme edilmesinin ‘‘hikayesini’’ ise yazımızın ikinci bölümüne bırakalım.

    (1) İstanbul Konservatuarı Neşriyatı, “İlahiler” 1. Cild, Mukaddeme, Sahife 5.

    (2) Gazete ilanıyla seçilen ilk nesil ‘‘gösteri’’ semazenleri arasında, bugün Kültür Bakanlığı’na bağlı Konya Mevlevi heyetinin şeyhi Mustafa Holat ile, daha sonraları Kaliforniya’da şeyhligini ilan eden Celaleddin Loras da vardır.

    (3) Mevlevi âdâbında pây-mâçân denilen derviş selamı, sağ ayağın başparmağını sol ayağın üzerine basarak verilir. Dolayısıyla, sağ başparmak mühür parmağı olarak kabul edilir.