Türk Edebiyatındaki Tezahürleri Bakımından “Oksidentalizm” Kavramı Ve Bir Tanımlama Denemesi
Nuri Sağlam
Oksidentalizm kavramıyla ilgili olarak bugüne kadar ortaya konan çalışmalar incelendiğinde, bu kavramın “Doğu’nun kendi çıkarları doğrultusunda yaptığı Batı incelemesi”, “Batı düşmanlığı” yahut “Batılılar gibi olmak için neler yapılması gerektiği sorusuna cevap aramak” şeklinde özetlenebilecek üç ayrı anlam kategorisi ürettiği söylenebilir. Ancak uluslararası literatürde yakın zamanlarda dolaşıma giren bu kavram, zihinsel karşılıkları bakımından henüz “Oryantalizim” kadar belirginlik kazanmamıştır. Dolayısıyla burada bir kavram analizi içine girmeyeceğiz ama her ne kadar müphem ve şüpheli görünse de bu kavramı şimdilik en geniş anlamıyla “Doğu’nun Batı algısı” olarak kabullenip edebiyatımızdaki yansıma biçimlerine kısaca göz attıktan sonra yeniden tanımlamaya çalışacağız.
Bu anlamda “Oksidentalizm” kavramı, 19. yüzyılın başlarından itibaren tanımaya başladığımız Batı medeniyetinin siyasî, toplumsal, iktisadî ve kültürel gelişmişliği karşısında oldukça geri kaldığımızı fark eden Tanzimat aydınlarının Batı’yı yakalama telaşıyla başlattıkları siyasal ve toplumsal değişim sürecindeki Batı algısı anlamına gelir. Edebiyatımızdaki tezahürlerine bakılırsa bu algının, “Batı medeniyetinin dayandığı temel değerleri ölçüt alarak kendi değerlerimizi yeniden yapılandırmak” ya da “bizi Doğulu kılan bütün değerlerimizi âdeta kirli bir elbise gibi üzerimizden atıp kayıtsız şartsız Batılı olmak” gibi iki farklı anlam içerdiği söylenebilir. Dolayasıyla, gerek yöntemleri gerekse dünya görüşleri bakımından taban tabana zıt, fakat toplumsal bir değişimi hedeflemek ve bunun için evvelâ topyekün bir zihniyet değişimi gerektiğini öngörmek bakımından ortak yanları bulunan bu anlayışlar, Batı’nın modernlik tarihindeki kadar belirgin olmamakla beraber bizde de daima “din” ve “yasama” gibi iki kurumsal dirençle karşı karşıya kalmışlardır. Zira Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi adlı kitabına yazdığı önsözde belirttiği üzere mevcut kurumsal yapılarını korumak ve toplumu kontrol etmek için “din” kutsallığını, “yasama” ise haşmetini ve yaptırım gücünü kullanarak aklın eleştirilerine karşı âdeta bir dokunulmazlık zırhına bürünmektedirler. Bu dirence rağmen Tanzimat aydınının toplumu yeniden yapılandırmak için taklit etmeye çalıştığı modern Batı, bütünüyle Hristiyanlık dininin eleştirisinden doğmuştur ki, Tanpınar’ın deyişiyle yeni Türk edebiyatını başlatan “medeniyet krizi” de esasen buradan kaynaklanmaktadır.
Meseleye bu açıdan bakınca, Tanzimat edebiyatının kurucusu sayılan İbrahim Şinasi Efendi’nin çeşitli eserlerinde ısrarla kullandığı “akıl” ve “kanun” kelimelerinin, bir başka Tanzimat aydını olan Ziya Paşa’nın, Diyâr-ı küfrü gezdim, beldeler kâşâneler gördüm/Dolaştım mülk-i İslâm’ı bütün vîrâneler gördüm beytinin, Muhammed Abduh’un “Batıda Müslümansız İslâm gördüm, doğuda İslâmsız Müslüman” yahut Mehmed Âkif’in “Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” gibi mukayese, tespit veya paradoksal dokundurmalarının elbette niyet ve samimiyet bakımından değil, fakat gözlemsel birer önerme olarak Ernest Renan’ın uzun soluklu tartışmalara ve savunmalara yol açan “İslâm terakkiye manidir.” önermesiyle aynı mantıksal düzlemde yer aldığını görmek hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Nitekim bir yandan İslâm’ı savunmak için Ernest Renan’a karşı hararetli bir müdafaaname kaleme alan Namık Kemal’in, diğer yandan başta “Terakki” makalesi olmak üzere daha birçok makalesinde, Batı’nın gelişmişlik düzeyini hayranlıkla dile getirirken Müslüman bir toplum olmamıza rağmen tembellik, pislik, cehalet, menfaat düşkünlüğü, toplumsal dayanışma bilincinden yoksunluk, adaletsizlik ve demokratik bir idare biçiminden mahrumiyet gibi birçok şahsî ve toplumsal illetlerle malul olduğumuzu vurgulamak suretiyle sosyal yapının inşasında en büyük işleve sahip olan “din” ve “yasama” gibi iki temel unsurun kurumsal yapılarını sorunsallaştırması bu yüzdendir. Edebî eserlerde farklı bir formata bürünerek daha hassas noktalara ince ince dokunan ve daha geniş kitlelere ulaşan bu sorunsallaştırma, meselâ Vatan Yahut Silistre adlı piyesinde görüldüğü üzere hem aralarında nikâh bağı bulunmayan Zekiye ile nişanlısı İslâm Bey’in, üstelik Zekiye’nin odasında gizlice buluşmalarını normal bir davranış olarak göstermek hem de işlediği konuyla izleyicilerin vatan duygularını coşturarak “yasama”nın aleyhine gelişen bir kamuoyu yaratmak biçiminde tezahür edecektir.
Aynı şekilde birtakım Oryantalist misyonerlerin İslâm karşıtı kampanyalarına karşı üç ciltten müteşekkil Müdafaa adlı eserini yazan ve üstelik “Hikâyelerden maksat, ahlâk ve maneviyât için yol açmaktır.” diyen Ahmet Midhat Efendi de meselâ Yeryüzünde Bir Melek adlı romanında evli bir kadınla bekâr bir adam arasında yaşanan yasak aşkı son derece makûl bir durum olarak kurgulamakta ve bu yüzden kendisine yöneltilen İslamî referanslı ağır eleştiriler karşısında hayli bocalamış olmakla beraber muarızlarına bu aşkın cinsellikle kirletilmeyen ulvî bir aşk olduğunu ileri sürerek cevap vermeye çalışmaktadır. Dahası romanın ilerleyen bölümlerinde bu âşıkları gizlice bir evde buluşturan yazar, imamı, muezzini, bekçisi ve muhtarı dahil, “cehâlet, taassup, terbiyesizlik, fesat, rüşvet, namussuzluk, vicdansızlık, ahlâksızlık, rezillik vb.” kelimelerle tasvir ettiği bütün bir mahalle halkının zaptiye ile birlikte bu eve baskın vererek her iki masum âşığın hayatlarını karartmış olmalarını yine İslamî bir bakış açısıyla telin etmektedir ki bu örnekler, hiç şüphesiz bireyin özgürlük alanına hem dinin hem de “yasama”nın kurumsal olarak müdahale edemeyeceğini öngören Batılı bir değer yargısıyla kurgulanmışlardır. Her iki örnekte de dikkat edilmesi gereken nokta, bir din olarak İslâm’ın değil, bu dinin toplumu ve devleti biçimlendiren kurumsal yapısının sorunsallaştırılmış olmasıdır.
Türk edebiyatında bunlara benzer sayamayacağımız ölçüde bir anlatı külliyatı vardır. Bu arada birçok romanda karşımıza çıkan ve çoğunlukla Batı’da eğitim görmüş, Batı’nın müspet değerleriyle mücehhez ama Doğulu kimliğinden de taviz vermeyen ütopik tiplerin de aynı bakış açısının mahsulü olduklarını belirtmek gerekir. Ancak meselenin hassasiyetine binaen, burada ünlü Alman filozofu Lictenberg’in, “Önemli olan insanın inançları değil, bu inançların onu nasıl biri hâline getirdiğidir.” sözünü hatırlatarak dinin sorunsallaştırılan kurumsal yapısını daha da anlaşılır kılmak için edebiyat dışından somut bir örnek vermemiz icap eder:
Osmanlı Devleti’nin 1910 ve 1911 yıllarında ardı ardına girdiği Trablusgarb ve Balkan savaşları sırasında, dönemin en etkili İslamî yayın organı olan ve başyazarlığını da Mehmed Âkif’in yaptığı Sırât-ı Müstakîm dergisinde, Mehmed Fahreddin imzasıyla bir yazı yayımlanmış, bu yazıda söz konusu savaşlar yüzünden devlet ve millet olarak içine düştüğümüz sıkıntılı günlerin izalesi ve istikbâlin temini için hac, zekât, kurban ve sadaka-i fıtr gibi malî ibadetlerin bedellerinin Donanma’ya bağışlanması gerektiği ve bunun Müslümanlar üzerine öncelikli bir farz olduğu ayet ve hadislere dayanılarak ifade edilmişti. Bunun üzerine Beyânü’l-Hak ve Maşrık-ı İrfân gibi dönemin diğer İslamî gazeteleri ile Sırât-ı Müstakîm dergisi arasında şiddetli bir münakaşa başlamış ve bu münakaşa sırasında, başta Antalya Mebusu Küçük Hamdi (Elmalılı Hamdi Yazır) olmak üzere Beyânü’l-Hak gazetesi yazarları âdeta koro halinde “üçyüz küsür milyon Müslüman’ın en mühim meselesi olan hac, zekât ve kurban hakkında İslâmları iğfal” ettiklerini ileri sürerek hem Sırât-ı Müstakîm dergisini hem de Mehmed Fahreddin’i küfürle itham etmekten çekinmemişlerdi! İşte “dinin kurumsal yapısı” ifadesi ile ölüm kalım mücadelesi içinde bile Müslümanların en mühim meselesini hac, zekât ve kurban ibadetleri olarak gören ve üstelik bir başka Müslüman’ı, hem de yine İslâm adına küfürle itham etmekten çekinmeyen, yahut buna benzer daha birçok anlayış ve eylem biçimiyle özdeşik girift bir yapı kastedilmektedir.
Burada yeniden edebiyata dönerek Oksidentalizm kavramının bizi Doğulu kılan bütün değerlerimizden arındırarak “bilâ kayd u şart” Batılı olmak anlamına gelen tezahürlerinden de birkaç örnek vererek bahsi tamamlayalım. Yine 1911 yılında “Millî Edebiyat” adıyla, temeli Ziya Gökalp’in Selânik’te çıkan Genç Kalemler dergisinde yayımladığı “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler” yazısı ile, aynı dergide Ömer Seyfettin’in kaleme aldığı “Yeni Lisan” yazılarına dayanan yeni bir edebî akım başlamıştır. Ziya Gökalp’in yazısı M. Zekeriya Sertel tarafından yine Selanik’te çıkarılmakta olan Yeni Felsefe mecmuasında, 17 sayı boyunca şerh edilmiş ve sonuncu yazıda “Evet. Herkes artık anlamıştır ki Türkler için yegâne mefkûre Türklüktür. Bizim asıl istediğimiz Türklüğün büyük ve mukaddes bir ‚iman‘ hâline inkılâbıdır. Biz gençlerimizin Türklüğün mukaddes ve ulvî bir mefkûre ve iman olduğunu takdir ettiklerini görmek istiyoruz.” demek suretiyle bütün gayretlerinin “Türklük”e iman edecek yeni bir nesil yetiştirmek olduğunu ifade etmişlerdir. Hatta “Yeni Lisan” makalesinde o güne kadar “millî” bir edebiyatımızın olmadığını ileri sürerlerken bu yokluğun sebebini yine İslâm’a bağlayarak şunları söylemektedirler: “Niye bizim millî edebiyatımız yok? Sebep pek basit… İzah edelim: Edebiyat nedir? Eski nazariyeye göre ‘şiir ve hayal sanatı’ değil mi? Şiirler hemen umumiyetle denecek derecede aşk ve muaşaka hikâyeleridir. Aşk, sevişmek ise dolayısıyla bizde memnûdur. Kim sevilir? On dört on beş yaşında baliğ ve güzel bir kızcağız! Değil mi? On beş yaşına giren bir kızı muhitimizde babasından, amca ve dayılarından, kardeşlerinden başka kimse göremez. Tesettür keyfiyeti buna manidir. Bir kocalı kadın, bir dul kadın, yine bu sebeple, sevilmek değil hatta görülmez bile… Araplar bedeviyet sayesinde kadınlarla muaşaka edebilmişler, hakikaten müessir ve muhrik şiirler vücuda getirmişlerdir. Bizim medenî İslâmiyetimiz kadınlarla erkekleri şiddetle birbirinden ayırdığından hakikî aşklara meydan kalmamış. Hakikî aşklar olmayınca şairler hayalleriyle muaşakaya başlamışlar…”
Bu yazılar hiçbir yoruma ihtiyaç hissetmeksizin millî edebiyatçıların İslâm karşısındaki tavırlarını çok açık biçimde göstermektedir ki, bu anlayış 1923 yılında Batı medeniyeti karşısında her bakımdan yenik düştüğümüzü belirten ve gerçek kurtuluşumuzu “bilâ kayd u şart” Batı medeniyetini kabul ve tatbik etmekte gören Ahmed Ağaoğlu ile nihaî hedefini ortaya koymuş, Cumhuriyet tarihi boyunca aynı yolda ilerlemiş ve günümüz itibariyle Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’un romanlarında tam kıvamını bulmuştur. Nitekim onun romanlarındaki Batı; dinamik, yenilikçi, akılcı, bilimsel, disiplinli, bağımsız, özgür, dürüst, anlayışlı, demokratik ve medenî özellikleriyle betimlenirken, Doğu; durağan, taklitçi, cahil, pasif, tembel, dengesiz, beden odaklı, çocuksu, bağımlı, esir, despot, anlayışsız ve barbar kelimeleriyle tasvir edilmektedir ki, bu anlayışın Edvard Said’in tanımlamasına göre hiç şüphesiz “Oryantalist” bir bakış açısıyla şekillendiği açıktır.
Sonuç olarak bütün bunlarla birlikte Doğu ile Batı arasında yapılagelen her türlü mukayesenin hiç değişmeksizin daima “gelişmişlik” söylemi etrafında cereyan ettiğini göz önüne aldığımızda “Oksidentalizm” kavramını: “Doğu ile Batı arasındaki her türlü gelişmişlik farkını, Oryantalizm’in yarattığı ve yaratmakta olduğu bütün travmalara rağmen Batı’yı ve Batılı değerleri ciddîye alarak kapatmayı öngören yerli ve özel bir düşünce modeli.” şeklinde tanımlamayı en azından bizim toplumumuz için daha isabetli bulduğumuzu belirtelim.