Rüya Kuyusu

Burak Yedek

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Kayalar ve mağaralar diyarında bir sabah vakti… Karanlık ile aydınlık arası bir mavi… Kendini bulmanın vakti gibi… Bir adam mağaradan çıkıp yukarılara doğru koşuyor ve arkasından genç birisi koşup “Yusuf… Dur!” diye bağırıyor. Yusuf “Bırakın peşimi… Bıktım sizin uykunuzu uyumaktan.” diye cevap veriyor. Zirveye tırmanan Yusuf yeşil ve uzun otların arasından geçip, boş bir kapıdan geçiyor. Yıkılmış hâldeki, eski bir mabede benzeyen mekânda, taşlarla kapanmış kuyunun başına geliyor…

    Rüya bir hikayedir, bizi bu dünyaya bağladığı gibi gerçekliğin acısından da uzak tutar. Bazen bir an için, bazen ise sadece bir uyku süresince… Bu yüzden anlatılır, yorumlanır, tabir edilir ve hakkında düşünülür. Rüyalar hikayeler gibi yüzyıllarca yaşayabilir. Genç bir zihin tarihî, hatta arkaik bir rüya görebilir. Zamana tabi olmayan rüya, modern akla göre bilinçdışında yer alan bir arzunun tatminidir; gizlenmiş, bilinmeyen ve esrarlı olan bilinçdışının. Bu yüzden rüya her zaman değerli olmuştur. Hem insan, hem de sanat için.

    Rüya yoğun simgesel unsurlara sahip olduğundan sinema ve rüyalar arasında paralellik kurmak, filmi rüya gibi algılamak mümkündür. Zaten sinema, Bunuel, Lynch ve birçok yönetmene göre bir rüyaya benzemelidir. Sanatın her alanı hayal gücüne (tahayyüle) dayandığı için, sinema da bu güçten nasibini alır. Sinemanın anlatım gücü de bundan ileri gelmez mi zaten? İzleyiciyi başka dünyalara daldıran, duygulandıran, düşündüren ve hayallere, yani rüyalara gark eden sanattır, sinema sanatı.

    ‘‘3 Yol’’ filmi, yönetmeni Faysal Soysal’ın ilk uzun metraj filmi. Bosna’da başlayıp Hasankeyf’de biten film rüya, şiir ve ölüm temalarıyla dolu… ‘‘3 Yol’’ bize Yusuf, Züleyha ve Bünyamin’in hikayesini anlatmaktadır. Bununla birlikte film modern bir Yusuf kıssası değil, Yusuf kıssasının serbest bir yorumudur. Ayrılık ve ölümün, rüya ve şiir ile birleştiği bir film…

    Zamanında Üsküdar kadar yakın ve tanıdık bir Osmanlı vilayeti olan, bugün ise neredeyse sadece çok eski hatıralarımızda yer alan bir yerde başlar hikaye. Bünyamin, savaş esnasında ‘‘kaybolan’’ onbinlece insanın ilk ve son vatanı olan Bosna-Hersek’te, savaş sonrasında bir daha izine rastlanamayanları bulmakla görevli, uluslararası bir kuruluşta çalışmaktadır. Şair tabiatlıdır. Kardeşi Yusuf ise hat ile ilgilenmekte ve Hasankeyf’te yaşamaktadır. Züleyha ise intihar vakalarıyla ilgilenen, Boşnak bir psikologdur. Gerçek adı Zrinka olsa da büyükannesi ona Züleyha ismini yakıştırmıştır.

    Filmdeki rüyalar başlangıçta sanılacağı gibi Yusuf’a ait değildir. Onlar Bünyamin’in rüyalarıdır. Bu rüyalardan birinde Yusuf bir kuyu peşindedir. ‘‘Rüyası olmayan birinden Yusuf mu olur?’’ diye sorar. Yusuf’un hemen yanında Bünyamin durmaktadır. Kendisini bulmak için kuyunun dibindeki rüyanın izindedir Yusuf. Rüyasını bulduğunda onu tabir edip kendisini bulacaktır. Fakat anlaşıldığı kadarıyla her yerde aynı hüsran ile karşılaşmıştır: Hep bir ‘‘hiç’’ ile…

    Züleyha tam da, Mostar’ın meşhur köprünün (Stari Most) ortasından aşağıya kendisini bırakmayı düşünürken, Bünyamin onu adeta hayata geri çeker. Züleyha depresif olduğu kadar, Bünyamin hayata olumlu bakan ve umudunu muhafaza eden bir şairdir. Nitekim o toplu mezarlarda insanları ve kimliklerini arar. Sadece ölüleri değil, ölü bedenlerin küçük parçalarını da, belki sadece bir mezar taşları olsun diye, belki de ardında bıraktıklarına teselli olacak bir haber verebilmek ümidiyle… Aşk işte böyle beklenmeyen bir anda gelmiştir. Ölümün kıyısında, rüyaların derinliklerinde ve tezatların eşliğinde.

    Bünyamin Züleyha’ya kendisini anlatır: Kardeşi Yusuf’u, onu nasıl kıskandığını, gençliğini, pişmanlık dolu travmasını… Bitmek bilmeyen suçluluk duygusu zaten rüyalarında Bünyamin’e adeta haykırmaktadır. Züleyha onu dikkatle dinler, bir sevgili gibi. Bünyamin, Zrinka yani Züleyha ile karşılaşana kadar rüya görmekte zorlanmıştır. Züleyha onu adeta açmıştır. Nitekim Züleyha aşkı temsil etmektedir. Ve aşk vasıtasıyla Bünyamin geçmişiyle hesaplaşabilecektir. Bu yüzden Bünyamin rüyalarında Yusuf ve Züleyha’yı görür. Yusuf kıskandığı, Züleyha ise aşık olduğudur. Mesela ‘‘rüyavari’’ bir sahnede, Bünyamin, kardeşini kıskandığı için, onun oynadığı Züleyha’nın elmasını kapıp köprüden aşağı atar.

    Bünyamin Züleyha ile sohbet ederlerken, ‘‘Sevdiğine kavuşmak şart değil, aşk varsa, sevdiğin zaten kalbini ve ruhunu işgal etmiştir.’’ der. Filmde bu noktadan sonra ikilik yoktur. Birlik vardır. Artık rüya ile hakikat birleşmiştir. Bu andan itibaren Bünyamin rüyalarını gerçek hayatta da yaşamaya başlar. Aklının sürüklenmesine kapılmış olan kadın, rüyalarıyla yaşayan Bünyamin’e tutulur fakat bu Bünyamin için hayırlı olmayacaktır. Çünkü kendisini adeta kaybeden Bünyamin, Yusuf’a dönüşmüştür. Bu dönüşüm kardeşini kıskandığından mı, yoksa onunla rekabet ettiğinden mi ortaya çıkmıştır, izleyici için bu bir muammadır.

    Köprünün üstünde Yusuf ve Züleyha durmaktadır. Kadın aşağıya atlar ve Bünyamin’in cesediyle karşılaşır. Ama Bünyamin hayattadır. Onunla konuşur kadın. Bünyamin, kendisinin Yusuf olduğunu ve kurtarıcı olduğunu söylüyor. Kadın ‘‘Hayır’’ der. ‘‘Yusuf yukarıda’’ der, ‘‘Biz ise kuyunun içindeyiz.’’

    Bosna savaşında şehit edilmiş ve kaybolmuş binlerce insandan biri de Hatice Teyze’nin oğludur. Bünyamin’in aradığı yüzlerce cesetten bulunamamış olan bir tanesidir sadece… Müslüman dünyanın yeterince ilgilenmemesi ve müdahil olmaması/olamaması neticesinde bu savaş bu denli büyük bir hasarla ve kayıpla sona ermiş, belki de Bünyamin’in travması gibi İslam dünyasında da travma etkisi yaratmıştır. Bünyamin ve Züleyha savaşta ölen oğlunun kemiklerini bulan Hatice Teyze ile yolculuğa çıkar. Hatice Teyze’nin şehit oğlunun eksik kalmış cesedini kemale erdirmek için… Onu son defa defnedebilmek için… Bu yolculuk aynı zamanda Bünyamin ve Züleyha için de kemale ermenin başlangıcıdır sanki… Züleyha Bünyamin’e kendisine gelmesi için yardım eder. Tamamen rüyada yaşayan Bünyamin uyanık olsa da artık tamemen Yusuf’a dönüşmüştür. Kıskandığı Yusuf’a… Züleyha’yı ise pişmanlık ve suçluluk duyduğu çocukluğundaki olayın mağduru Zeliha zanneder. Birkaç rüyadan sonra, Bünyamin kendisine gelse de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Bünyamin cinnetin eşiğinden dönmüştür ve artık memleketine geri dönmek ister.

    Rüyalar bitmez… Bünyamin’in gördüğü rüyaların hepsi birbirine bağlıdır. Aslında gördüğü bütün rüyalar, büyük ve tek bir rüyanın parçasıdır. Başlangıcı ve sonu yoktur. Ve hepimiz rüya ile birbirimize bağlıyızdır, çünkü rüya bitmez, sonsuzdur.

    ‘‘Aynalar elleri ceplerinde sıraya girer bir bir,

    Kimi seni göstermek için bilir,

    Kimi saklamak için.’’

    diyen şairdir Yusuf olmak isteyen Bünyamin. Hz. Mevlana’nın Mesnevi’de anlattığı Çinli ve Rum ressamların yarışı gibidir varlık anlayışı ve tabii kendini arayışı… Saflaşabilmek uğruna yanar. Aşk uğruna her şeyden vazgeçebilecek durumdadır.

    Bünyamin memleketine geri döner. Ailesinin hayvanlarına çobanlık yapmaya başlar. O sırada bir mayına basar. Ne tesadüf ki, bu olayı Züleyha rüyasında görür. Züleyha hızlı bir kararla, işini gücünü bırakır ve Bünyamin’in peşine düşer. Kendisini bırakan mecnunun ülkesine gider.

    Yusuf, babasına Bünyamin’in başına gelenleri anlatamamıştır. Züleyha aşkın peşinde Bünyamin’in baba ocağını bulur. Ama kayıp aşkı hâlâ ortada yoktur. Belki de hiç olmayacaktır… Çünkü şair şöyle der:

    ‘‘Bu akşam beni bekleme,

    Siyah ve beyaz olacak gece.’’

    Anlatım ile anlatılan arasındaki ilişki sinemada üslubu yansıtan en önemli faktördür. Örnek vermek gerekirse; uzun plan sekanslar ile şiirsel bir anlatım ortaya çıkmaktadır. Bu da belli bir dünya görüşünün ve estetik anlayışın yansımasıdır. Hızlı kurgulanmış bir film ise heyecan ve akıcılık duygusunu aktarmayı amaçlar. Anlatılan ile anlatım arasındaki bağ yakınlaştıkça filmin etkisi kuvvetlenir, duygusu artar. İzleyici bu noktada anlatılan hikayeye kendisini teslim eder.

    Bosna’da çekilen, uzun metraj ilk Türk filmi olma özelliğini taşıyan 3 Yol, anlattığı hikayeyi estetik kareler, sinematografik atıflar ve etkileyici müziklerle kuvvetlendirmiştir. Şiir, aşk ve hakikat (3 yol) kavramlarıyla kurgulanan film medeniyetimizin düşünsel mirasından gereği kadar beslenmiş, fakat anlatım biçimi olarak, hikayenin kendisi kadar etkileyici olmamıştır. Zira izleyicide zaman zaman filme teslim olma isteği uyandırsa da, diyalogların aşırı şiirselliği ile bu teslimiyet arzusu hasara uğratılmış.

    Şiirinde,

    ‘‘Kısacık bir aşk rüyası adına insanoğlunu kayıp kuyularda uyuttuğun doğru mu?’’

    sorusunu soran bir şairin filminde izleyiciyi adeta uyarması ve uyandırması beklenirdi. Filmin şiirselliği, daha az şiir metni ile tasarlanmış olsaydı belki de etkisi kuvvetlenir ve izleyiciyi gerçekten bir rüya kuyusuna fırlatırdı. Böylece bu kuyudan çıkmak için ‘‘3 yol’’ arasında biz de bir seçim yapmak zorunda kalırdık. Bu yolların keskin ve ızdıraplı virajlarında şaşkınlığa uğrar, ölümden döner ve bireyselliğimizi anlamlandırmaya çalışırdık. Belki kuyunun içinde kalmayı nimet bilir, vaktimiz gelince kendi rüyamızı tabir eder hâle gelirdik…