Oryantalizm ve Oksidentalizm

Susanne Enderwitz

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Edward Said’in 1978 yılında yayımlanan “Oryantalizm” isimli kitabı “antikolonist”, “postkolonist” ve “altsınıflar” çalışmaları için bir başlangıç noktası niteliği taşımaktaydı ve bugün gerek Batılı, gerekse Batılı olmayan araştırmacıların kendilerine has ya da başkalarına ait Avrupa-Avrupa dışı, Doğu-Batı, geleneksel-modern, Şark-Garp yahut Avrupa-Asya algılarına gerekli teorik materyali sağlamaktaydı. Lakin Said, (İslam Bilimleri, Hindoloji, Sinoloji ve Afrikanistik gibi) birçok alanı kapsayan Oryantalizm’in dünya görüşüne eleştiri getiren, benzer hipotezler, metotlar ve hedefler geliştiren ilk araştırmacı değildi. Said’den önce de, 1945 sonrası değişen jeopolitik duruma tepkiler vardı ve Avrupa harici dünyanın Batı üzerinden kontrol ediliyor oluşuna karşı bir isyan söz konusuydu.

    Henüz 1963 yılında, Mısır doğumlu Anouar Abd al-Malek, “Orientalism in Crisis” (Krizdeki Oryantalizm) isimli makalesinde, Arapları “homo Arabicus”, Çinlileri “homo Sinicus” ve Afrikalıları “homo Africanus” diye sınıflandıran Oryantalistlere bir itirazda bulunmuştu. Zira bu şekilde Avrupalı olmayanlar, insan sınıfı içinde farklı bir form olarak tanımlanmış oluyor ve bunların karşısına tarihi, gelişimi ve kalkınmasıyla “normal” insanlar olarak Avrupalılar yerleştiriliyordu. “Avrupa merkeziyetçiliği” tabiri, Avrupalılara yönelik ortaya atılmış, tüm dünyayı yalnızca Avrupa perspektifinden algılamak isteyen ve algılayan bir anlayışı ifade etmekteydi.

    Abl al-Malek’in “Avrupa merkeziyetçiliği” tabiri, Said’in “Oryantlizm”inden çok uzak değildir –hatta Madalyonun iki yüzü gibidirler. Avrupa merkeziyetçiliği tanımı ile Avrupalıların kendi normlarını yüceltme eylemleri kastedilirken, Oryantalizm tabiriyle diğer halklar için, bahsedilen bu normlardan çıkan sonuçlar ifade edilmektedir. Fakat meselenin dünya çapında tartışılmasına yol açan, Abd al-Malek’in makalesinden yaklaşık olarak onbeş yıl sonra ortaya çıkan Said’in eseri oldu. Tabiri caizse, Edward Said aslında açık bir kapıdan girdi. Vietnam Savaşı’na getirilen eleştiri, öğrenci hareketleri, kolonilerin yitirilmesi, soğuk savaş ve bağlantısızlar hareketleri gibi oluşumlar ve daha niceleri algıların değiştiğini göstermekteydi. Halklar, milletler, etnisiteler, kültürler gibi kadim güç dengelerinden uzaklaşma süreci bilimde de söz konusuydu. Bu durum kendini, İslam bilimleri alanında, araştırmacıların 60’lı yıllardan beri bağlamcı, özcü veya anti-otoriter görüşler geliştirdiği tarih veya siyaset bilimi gibi, fikriyatta öncü konuma sahip dallardan daha az gösterdi. 1967 yılındaki Altı Gün Savaşları’ndan sonra Oryantalistik’te de Doğu’nun gerçeklerini tanımlamak ve anlayabilmek için filoloji, Orta Çağ ve dinin yeterli olup olmayacağı sorusu sorulmaya başlandı. 1973’te Evrensel Oryantalistler Kongresi Paris’te toplanarak akademik bir terim olan Oryantalizm’i sorguladı ve bu terimi Asya ve Kuzey Afrika’da insan bilimleri tanımı ile değiştirmek istedi. Bir yanında Avrupa ve Amerika’daki “biz”in karşısında, Kuzey Afrika’dan Çin’e kadar uzanan bölgedeki “bizden olmayanlar”ın yer aldığı, ikiye bölünmüş bir dünya portresi, farklılaşmış ve aynı zamanda küreselleşen dünyada, dünya tanımlanmasına cevap vermek için fazla basit bir kurgu gibi görünmekteydi. Akademisyenler arasındaki genç bir nesil, yeni kurulan kürsülerde artık yalnızca metinlere bağlı olmayan, sömürgecilik, modernizm ve güncel durumu da ihmal etmeyen bir Doğu resmi oluşturmaya başladı.

    Edward Said’in “Oryantalizm”i, şarkiyatçılık alanındaki tartışmaları yönlendiren bir başucu kitabı hâline geldi. Lakin Said’in tezlerinde ortaya koyduğu kanıtlara ciddi eleştiriler de geliyordu; fakat bunlar Amerika ve Avrupa’da ilk etapta yıllarca beklemek durumunda kaldı. Çok daha öncesinde Suriye doğumlu Sadık al-Azm, konuyu “Orientalism and Orientalism in Reverse” (Oryantalizm ve Ters Oryantalizm) başlığıyla, 1981’de Arapça, 1984’te ise İngilizce olarak kaleme aldı ve Oryantalizm’i Said’in tanımına dayandırarak, “Batı’nın Doğu üzerindeki baskısı, Doğu’yu şekillendirmesi ve otorite kurma şekli” olarak tanımladı. Bu tanım, Batı’nın durgun, mantık dışı ve hassas bir Doğu oluşturduğu, kendi karşısında bir antitez ve gerçekte de kendi baskıcılığının suç oluşunun farkında olmaksızın, kendisine bağımlı kılabileceği bilinçli bir düzenlemeden ortaya çıkmaktadır. Buraya kadar Abd al-Malek’in görüşüyle bir mutabakat söz konusudur.

    Fakat Said biraz daha ileri gitmişti: Michel Foucault’ya atıfla, Said’in Oryantalizm’i, sonsuz döngüyle birbirine bağlı olan bilim ve güç arasındaki etkileşimin sonucu ortaya çıkan bir fikir teatisidir. Bilhassa Homeros’tan beri Batı’nın Doğu’ya ilişkin bir ideesinin olduğu ve bunun Batı’daki Doğu algısını şekillendirdiği, aynı şekilde Homeros’tan beri Batı’nın Doğu’ya yönelik tüm muamelelerinin, Batı’nın Doğu’yu kendine bir antitez olarak konumlandırması ideesine hizmet ettiği ve bu iki ideenin sömürgecilikle hakikat hâline geldiği fikri, Sadık al-Azm’ı, Said’i de Oryantalizm’in bir parçası olmakla suçlama noktasına getirdi. Sadık el-Azm, Said’in de imparatorluklar çağında devletlerin besledikleri rekabetçi ilgilerden bahsetmediği, buna karşın Doğu ve Batı arasında ontolojik bir farklılık olduğu şeklinde yorumlarda bulunarak (Oryantalizm), tarihî bağlamdan çıkarıcı argümanlar geliştirdiği fikrindedir. Ona göre Said, Doğu ile Batı arasındaki bu ontolojik farklılığı seve seve benimseyen milliyetçilerin, Asyacıların ve Doğu’daki İslamcıların, bu kesimlerin fikirleriyle de örtüşen bir mahiyette, dünyanın neredeyse Maniheist bir şekilde ikiye bölünmesi fikrini olumlu olarak yorumlamalarına vesile oldu (ters Oryantalizm).

    Bu Doğu (oto)portresinin arkasındaki hakikat, Said’in daha sonraki yıllarda, yine Said tarafında kaleme alınan metinlerde kendini gösteren sorudur. İlk olarak, Said’e göre Doğu denince akla gelen yalnızca Arapların ya da İslam’ın yer adlığı Doğu idi; Hint, Japon ve Çin ya da Hinduist, Budist ya da Konfüçyüsçü Doğu değildi. İkinci olarak, Avrupalıların gerçekten de iki bini aşkın süreden beri skolastik, Rönesans, Reform, karşı devrim, Aydınlanma ve modernite değişiminde cereyan eden kendilerini bulma süreçlerini, kendilerinden önce gelenlerle veya kendi içlerindeki farklı görüşlerden mütevellit ihtilaflarla şekillendiremeyecek kadar Araplara, Perslere ve Osmanlılara/Türklere odaklanmış olup olmadıkları gibi bir soru söz konusudur. Üçüncü olarak şunu da gözden kaçırmamak gerekir ki: Yüzyıllardan beri Avrupalının antitipi olarak Araplar veya Müslümanlar değil, Yahudiler ön plana çıkmıştır. Dördüncü olarak Said, İngilizler ve Fransızlarla yetinmeyip incelemelerine Hollandalıları, İspanyolları, İtalyanları, Rusları ve Almanları da dahil etseydi, Oryantalizm uğraşı çok daha farklı gözükürdü. Beşinci olarak, ‘‘Batı icat ettiği fikirleri Doğu’dan almış ise onu nasıl boyunduruğu altına almıştır.’’ gibi bir düşünce absürd olurdu.

    Çelişkilere rağmen, çelişkiler nedeniyle, bazen de çelişkiler üzerinden Said’in çalışması ilgi uyandıran bir metin olarak görülür. Geçtiğimiz on yıllık süreçte Oryantalizm hakkında söylenebilecek şeyler söylenmişe benzemektedir. Öte yandan Batı’da olduğu gibi Doğu’da da daha fazla anlayış vadeden bir başka tabir dikkatleri çekmeye başlamıştı: Oksidentalizm/Garbiyatçılık.

    Bu tabiri bulmuş olma şerefine sahip olan kişinin kim olduğu bilinmemektedir. 2005 yılında “Occidentalism. The West in the Eyes of its Enemies” (Oksidentalizm. Düşmanlarının Gözünde Batı) isimli eseri yayınlayan Ian Buruma ve Avishai Margalit, kelimenin kullanımını kendilerine mâl etmektedirler. Onlar, Said’in Oryantalizm’ine bağlı olarak Batı’ya atfedilen, yabancıların hoşlanmadıkları basmakalıp bir zihniyeti vurgulamak istemişlerdi. Batı’nın karşısına Oryantalizm’e eşdeğer bir fikir olarak öne sürülen Oksidentalizm aslında 50’li yıllara dayanmaktadır ve ilk olarak Muhammad Rahbar tarafından Lahor’da, 1957/58 yılları Evrensel İslam Birliği’nde ortaya çıkmış olsa gerektir. Said daha sonra Oryantalizm’in karşısında Doğu’ya ait bir karşılık bulma fikrine varıp bir reddiyede bulunarak kitabın sonunda şöyle demiştir: “Her şeyden öte, okurlarıma Oryantalizm’e verilen cevabın Oksidentalizm olmadığını göstermiş olmayı ümit ediyorum.”

    Olumlu ya da olumsuz, farklı şekillerde ifade edilen üç örnekte de Oksidentalizm, zıt alametlere sahip bir Oryantalizm, yani Batı’ya ait, ancak Doğu’da geliştirilen bir ideedir. 1992 yılına ait “Occidentalism. The World Turned Upside-Down” (Oksizdentalizm. Baş Aşağı Edilmiş Dünya) başlıklı çok konuşulan makalesinde James Carrier, Oksidentalizm’e çok farklı bir anlam vermiştir: “Batı’nın kendi içinde, kendine dair yapmış olduğu resim.” Batılı araştırmacıların, çalışmalarında ortaya koymuş oldukları ve kendi toplumlarında hâlihazırda mevcut resme dair, sanki ilk kez kendileri yapıyormuş gibi, herhangi bir açıklama getirmeden yabancı toplumları inceliyor olmaları etnolog olan Carrier’in dikkatini çekmişti. Carrier, Oksidentalizm ve Oryantalizm mantığını göstermeye karar vermiş ve bu mantığı dört parçaya ayırmıştır: 1. “Diğerleri” üzerinden “bizim” oluşturduğumuz tasavvur, Oryantalizm; 2. “bizim” resmimizin arkaplanından “diğerleri”nin oluşturduğu tasavvur, Etno-Oryantalizm; 3. Bizim kendimize ait resmin arka planında “diğerlerinin” oluşturduğu tasavvur, Etno-Oksidentalizm; 4. Kendi üzerimizden “bizim” oluşturduğumuz tasavvur, Oksidentalizm. Carrier’in düşüncesindeki espri, Batı’nın kendi kendini onaylayan tasviri olan Oksidentalizm, her daim Oryantalizm’in bir parçası olagelmiş, klişe Doğu tasvirinde görülmektedir. Yani Oksidentalizm, Carrier’in düşüncesini 1996 yılında ele alan Fernando Coronil’in sözleriyle, “Oryantalizm’in zıddı değil; onun muhtemel şartları ve (aynadaki gibi) karanlık tarafıdır.” Bu yüzden, Oksidentalizm’den Oryantalizm türediği fikri itibariyle, bir nebze Edward Said çizgisinde kalıyoruz.

    Carrier ve Coronil’in uygulamalarında değişik güçlüklerde üç farklılık göze çarpar. Carrier’in öne sürdüğü “kendi” ve “yabancı” algısı, Batı’nın imtiyazlı olmadığını kastetmektedir. Said’in de takdir ettiği bu husus, Sadık al-Azm’ın dikkatini çekmiştir. Aslında Oryantalizm, “kendilerine yakın ve uzak olanlar arasındaki farkı ve mesafeyi abartarak kendilerine ait algıyı yoğunlaştırma çabasındaki bir grup insanın” genel bir çalışması anlamına gelmektedir.

    Carrier’in ikinci kuramı etnik merkeziyetçilik değil, bilakis bunun üstlendiği nitelik ve kapsamdır. “Diğerleri” tabiri ne kadar fazla insanı, tarzı ve kullanımı içeriyorsa kendi içinde “biz” tanımı da o kadar dar kapsamlıdır ya da tam tersi. Spektrumun bir ucunda “biz” kelimesi, antropolog Margaret Mead Melanesien’in, içerisinde insana dair bütün davranış hâllerinin mevcut bulunduğu ve incelendiği doğal laboratuvar gibi bütün insanlığı kapsar. “Biz”in oldukça sınırlı tanımlandığı spektrumun diğer tarafında ise, bu sefer “onlar”, neredeyse tüm dünyayı kapsayacak şekilde açılır ve “Köylü bilmediği şeyi yemez.” atasözünde ifadesini bulur.

    Carrier’in bu son gözlemini, Oryantalizm ve Oksidentalizm’in niteliğine dair üçüncü kuramı takip eder. Doğu ve Batı’nın kendini ya da yabancıları kavrayışı esasen simetrik bir algı değildir; ama farklılık varoluşsal değil, yalnızca tarihî olarak kavranır. Bernard Lewis, Avrupa yayılmasının başladığı 17. yüzyılda Avrupa’nın Doğu’ya (ve Oryantalizm’in şekillenmesine) olan ilgisinin daha geniş olduğunu saptamaktadır. Said’in her şeyden önce göz önünde bulundurduğu bu Oryantalizm, küresel gücün gelişmesiyle de ilgiliydi ve böylece hiyerarşi oluşumunda başarılıydı. Avrupa merkeziyetçiliğini kapitalizmin gelişimine bağlayan Samir Amin de durumu benzer şekilde görmüş ve şöyle yazmıştı: “Avrupa merkeziyetçiliği, bu gezegendeki insanların ötesine geçmeyi başaramadığı, sınırlı bir ufku gösteren, sıradan bir ırk merkeziyetçiliği değildir. Avrupa merkeziyetçiliği, kökleri özellikle Rönesans’a dayanan, fakat 19. yüzyıla kadar yayılmamış modern bir fenomendir. Bu bağlamda modern kapitalist dünyanın kültürü ve ideolojisinin bir yönünü oluşturmaktadır.” Sistematik olmasa da tarihî bir bakış açısıyla Batı’nın Doğu’ya dair tasavvuru tam tersi bir şekilde etkili olmuştur.

    Modern zamanlardaki Avrupa merkeziyetçiliği ya da Oryantalizm, aslında Doğu’yu kendisinin zıddı olarak inşa etmiştir: Geleneksel, geri kalmış, modernizm karşıtı bir tasavvur oluşturmuş ve bu tasavvuru Doğu’nun kendisine aktarmaya da muktedir olmuştur. Tarihi süreç içerisinde ortaya çıkan sonuç ise Etno-Oryantalizm ve Etno-Oksidentalizm olmuştu. Oksidentalizm’in, Mısır doğumlu Hasan Hanefi’nin de içinde olduğu, daha önce sömürülmüş halklar arasında bir öç seferberliği, bir intikam ya da zarar görmüş kolonilerin acılarına bir tazminat olarak görülmesi, kendisinden bir şey beklenemeyeceği anlamına gelmektedir.

    Doğu’nun ve Batı’nın postkolonyal açıdan yorumu zaman olarak yalnızca sömürgecilik ”sonra”sında bulunmayabilir; bilakis epistemik olarak sömürgeci bağlamın oluşturulduğu ve ayrıldığı merkezin de ötesine geçmelidir. “Biz” ve “onlar”dan oluşan iki zıt dünya görüşü Frantz Fanon tarafından bir kurgu olarak nitelenmiş ve yerini kimliklerin ve bir zamanlar dünyaya hâkim oldukları sıralarda olduğu gibi Avrupalıların melezliğine daha çok önem veren bir perspektife bırakmıştır. 1989’da çift kutuplı dünyanın ortadan kalkmasıyla; kolonyal, postkolonyal ve neokolonyal buluşmalardan doğan karşılıklı etkileşimlere gösterilen iltifat, küreselleşme çağındaki “bölünmüş tarih”in analiz edilmesi konusunda önemli bir muharrik güçtür.