Batı; Onu Eleştirirken Dahi Ona Başvurduğumuz Asli ‘‘Kaynak’’

Yücel Bulut

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • “Hristiyanlar Arap romansları ve şiirlerini okumayı seviyorlar; onları çürütmek için değil düzgün ve fasih bir Arapça’ya sahip olmak için Arap ilahiyatçılarını ve filozoflarını öğreniyorlar. Kitab-ı Mukaddes’in Latince yorumlarını okuyan ya da İncil’i, resulleri, havarileri inceleyen halk nerede? Heyhat! Bütün yetenekli Hristiyan gençler büyük bir coşkuyla Arap kitaplarını okuyup, talim ediyorlar; Hristiyan edebiyatını dikkate değer bulmayarak küçümsüyorlar. Kendi dillerini unuttular bunlar. Bir dostuna Latince mektup yazabilen her bir kişiye karşı, kendilerini fasih ve beliğ bir şekilde Arapça ifade edebilen ve bu dilde Araplardan daha iyi şiirler yazabilen bin kişi mevcut.”

    Müslüman hakimiyetindeki İspanya’nın Tuleytula papazı Paul Alvarus 850’lerde böyle yazıyordu. 859’da vefat ettiğinde şehitlik mertebesine yükseltilen Alvarus; bir anlamda, Hristiyan dünyasındaki tedricen boğulmuşluk hissini ve İslam’dan ziyade Hristiyan dostlarının rahatlık ve kayıtsızlığından duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor, bu tavra karşı bir tepki uyandırmaya çalışıyordu.

    Oryantalist arşivin oluşumundaki belirleyici tavırlardan birisiydi, Alvarus’un tavrı… Avrupa bir yandan –Kilise’den belli tepkiler gelmekle birlikte- İslam’ın temel metinlerini okumaya, incelemeye, anlamaya gayret ediyordu, öte yandan kendi iç dayanışmasını sağlamak adına bütün kötülüklerin ve olumsuzlukların düşman olarak tanımlanan Müslümanlara atfedildiği bir ötekileştirmeye özen gösteriyordu. Nitekim bu ötekileştirmenin somut faydaları Haçlı Seferleri’nin örgütlenmesi sürecinde görülebilir.

    Konu dışına çıkma riski taşıdığı için burada değerlendiremeyeceğimiz yaşanan pek çok sayıdaki uluslararası ekonomik ve siyasal gelişmenin neticesinde, kabaca 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, İslam dünyası ile Hristiyan dünyası arasındaki güç dengesinin Avrupa lehine olacak şekilde bütünüyle değiştiği her iki taraf için de artık apaçık bir gerçek hâline geldi. 19. yüzyılda yaşanan gelişmeler, bu gerçeğin gittikçe geri döndürülemez bir durum olarak Batı-dışı toplumlar tarafından algılandığını gösteriyor. Nitekim, Hilmi Ziya Ülken, ‘‘Batı-dışı toplumların önünde modernleşmeden başka bir seçenek kalmadığını’’ ifade ediyor. Meseleyi bu şekilde temellendirme, sadece Ülken’e özgü bir şey de değildir; anlaşılan bütün bir İslam dünyası ve bu arada elbette Osmanlı da benzer şekilde düşünüyordu. Din-bilim geriliminden kültür-medeniyet ayrımlarına varıncaya kadar geliştirilen pek çok formül, yukarıda belirtilen durumun Müslüman aydınlar tarafından kabullenilmesi, içselleştirilmesi ve ortaya çıkan bu yeni durumdan hareketle kendi meselelerine çözümler bulma çabalarını yansıtır. Başka bir deyişle, Müslüman aydınlar oluşumunda aktif birer özne olarak katkıda bulunamadıkları bir dünyanın önlerine boca ettiği bir gündem içinde, başkalarının geliştirdiği kavram ve yaklaşımlarla boğuşarak sorunlarını kavramak, tartışmak, meselelerini ifade etmek ve çözümlerini geliştirmek zorundaydılar.

    Batılılaşma sürecinin başından itibaren, Türkiye’de düşünce hayatının tercüme faaliyetleri üzerine oturmuş olduğunu söylemek, bu çerçevede, bir abartı sayılmasa gerektir. Hilmi Ziya Ülken, medeniyeti ‘‘sürekli bir yürüyüş’’ olarak tanımlar ve sürekliliği sağlayan şeyin ise ‘‘tercüme’’ olduğunu vurgular. Batılılaşma döneminin ilk icraatlarından bir tanesinin, bir “tercüme kurulu” tesis etmek olması önemlidir. Hasan Âli Yücel’in Maarif Vekilliği döneminde dünya klasiklerinin tercüme edilmesi bağlamında Tercüme Encümeni’nin faaliyetleri önemlidir.

    Eğitim kurumlarımızda, anlaşılabilir nedenlerle, özellikle Batılı dilleri bilen bürokrat-aydınların yetiştirilmesine önem verilmesi de bu açıdan üzerinde durulması gereken bir durumdur. Dahası, Osmanlı Devleti’nin son döneminden başlayarak, hukuk sistemimizin Avrupa ülkelerinin hukuk metinlerinin tercüme edilerek değiştirilmek istendiği, fakat bu arayış ve isteğin, ancak, Cumhuriyet döneminde hayata geçirildiği de herkesin malumudur. Türkiye’de sosyal bilimlerin gelişimi irdelendiğinde ise, konumuz açısından çok daha zengin örneklerle karşılaşılmaktadır. Bu bağlamda, Türk sosyolojisinin kurucu ismi olarak kabul edilen Ziya Gökalp’in düşüncelerinin, büyük ölçüde, Fransız sosyolog Emile Durkheim’in düşüncelerinin telif-tercümesi olduğu herkesin malumudur. Aynı şekilde Türk sosyolojisinde Gökalp sosyolojisinin en büyük muarızı olarak bilinen [Prens] Sabahaddin Bey’in de bir başka Fransız sosyal bilimci Frederic LePlay’i ve takipçilerini kendisine rehber olarak kabul ettiği de bilinen bir gerçektir. Bu örneklerin sayısını Ahmet Şuayib -Herbert Spencer, Abdullah Cevdet – Gustave LeBon arasında kurulacak bağlantılarla ve başka yerli ve yabancı düşünürler arasında yapılacak eşleştirmelerle daha da çoğaltmak mümkün.

    Türkiye’de muhafazakârlığın ve geleneğin kendisini formüle etmesi de, yine büyük ölçüde Batı kaynaklıdır. Sonuç itibariyle en yerli olması gerektiği varsayılabilecek bir düşünce akımı olarak Türkçülüğün ortaya çıkışında ve şekillenmesinde Batılı araştırmacıların etkisi görmezden gelinebilir mi? Dahası geleneğe ve tarihimize vurgu yapan birçok aydınımızın düşüncelerinin şekillenmesinde Batı dünyasında yaşadıkları tecrübelerin ve Batılı filozof ve sanatçıların etkisi yadsınamaz. Cemil Meriç, kendisine Hind’i sevdiren kişi olarak, “Batının en aydınlık kafalarından biri” şeklinde övdüğü Romain Rolland’ı gösterir ve “Tasavvuf, Rama Krişna’yı okuyuncaya kadar mavi sakalın kırkıncı odasıydı yazar için” diye de ekler. “Bütün inançlarından soyunmuş olarak gittiği” Paris’ten çok farklı bir adam olarak dönen Yahya Kemal’i, Beşir Ayvazoğlu, “Eve Dönen Adam” olarak nitelemiştir.

    Nurettin Topçu’nun kapitalizm ve kapitalist Avrupa karşıtı düşünceleri irdelendiğinde yine buna benzer değerlendirmelerle karşılaşılır. 1950 sonrasında Türkiye’de gelişen İslamcı düşünce içerisinde Batı’ya yönelik eleştirilerin yine Batı’da geliştirilen eleştirilerden hareketle, felsefe, sanat ve edebiyat üzerinden dillendirildiğini görebiliriz. Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Necip Fazıl Kısakürek örneklerinde olduğu gibi…

    Hilmi Ziya Ülken memleket sorunları karşısında sorumluluk duyan bir sosyologumuz ve aydınımızdır. Fakat bütün bunlara rağmen, yüzü tümüyle Batı’ya dönük bir insandır da aynı zamanda. Referansları Kutsal Kitap’tan mitolojiye, edebiyat dünyasından akademi dünyasına varıncaya kadar büyük çoğunlukla Batı dünyasındandır. Doğu toplumlarına bakarken dahi Batılı zihin yapısının ürünü değer yargılarını kullanmaktadır. İlki Hilmi Ziya Ülken’e, ikincisi Lord Cromer’e ait şu iki paragraf arasındaki benzerlik şaşırtıcıdır:

    “Öyleyse Şark ve Garbın farkını daha derin bir noktada, sistemli ve sistemsiz düşüncede aramak lazımdır. Şarkın düşüncesi sistemsizdir: orada mefhumlardan kurulan bina, birbirini doğuran fikirler zinciri değildir. Birçok lüzumsuz taşları, yanlış kurulmuş kemerleri vardır. Bazan bütün bir bina küçük bir taş üzerinde durur. Unsurların tutarlığı ve bağlantısı düşünülmeksizin her tarafı lüzumsuz teferruat içinde boğulmuştur. Garbın düşüncesi sistemlidir: Orada mefhumlar binası gerçek temeline dayanır… Orada fikirler birbirine zincir halinde bağlanmış ve hepsi birden en son neticelerine kadar götürülmüştür. Düşünce usulü, usul ilmi ve ilim tekniği doğurmuştur. Felsefe hikmete, hikmet ahlaka ve ahlak siyasete ulaşmıştır. Garbın bu inzibatlı, sistemli tefekkürüdür ki dağınık kuvvetlerin üzerinde medeniyet abidesinin kurulmasını temin eder.” [H. Z. Ülken, “Doğu ve Batı”, Millet ve Tarih Şuuru, s. 102.]

    Lord Cromer de aynı konuda benzer şeyleri ifade ediyor: “Avrupalının akıl yürütmeleri sağlamdır; olguları açıklarken belirsizlikten kaçınır; mantık dersi almamış olabilir, ama doğuştan mantıkçıdır; doğası gereği kuşkucudur, bir önermenin doğruluğunu kabul etmezden önce kanıt ister; eğitimli zekası bir mekanizmanın parçası gibi işler. Öte yandan Şarklının aklı pitoresk sokaklarına benzer, simetriden yoksundur. Akıl yürütmesi baştan savma betimlerle doludur. Eski Araplar diyalektik biliminde görece daha yüksek bir düzeye ulaşmış olsalar da, ardılları mantık yetisi bakımından fena halde zayıftır. Çoğu zaman, doğruluğunu kabul edebildikleri en yakın öncüllerden, en açık çıkarımı yapmayı beceremezler. Herhangi bir sıradan Mısırlıdan bir olguya açıkça ifade etmesini isteyin. Açıklaması bıktırıcı uzunlukta ve muğlaktır genellikle. Muhtemelen, öyküsünü bitirene kadar yarım düzine çelişkiye düşecektir. Azıcık köşeye sıkıştırıldığında ise çözülecektir.” [nkl. Edward Said, Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları, çev. Berna Ülner, İstanbul: Metis Yay., 1995, s. 48.]

    Yalnızca Batıcı elitler ve entelektüellerin düşüncelerinde değil, aynı zamanda, İslamcı, milliyetçi ve muhafazakar aydınların, okumuşların düşüncelerinde ve eserlerinde de pek çok Batılı düşüncenin izlerini bulmak mümkündür. Yukarıda kısaca değinilen siyasal, ekonomik, kültürel, toplumsal ve entelektüel ortamda varlık bulan elitlerimizin ve aydınlarımızın (hangi ideolojiye mensup oldukları hiç önemli değil) zihinlerinde gerek kullandıkları kavramlar ve söylemler ve gerekse de kendilerini ifade etme tarzları ve araçları itibariyle karşı çıkma iddiası taşıdıkları Batı’ya ait pek çok iz bulunabilir. Bir yönüyle de bu durum gayet doğaldır.

    ‘‘Devletin bekası’’ problemi etrafında ‘‘acil kurtuluş reçeteleri’’ arayan bir siyasetin ürünü olarak ortaya çıkan aydınlarımızın birbirleriyle tartışmaları dahi Avrupa üzerinden, Avrupalı kavramlar ve ideolojiler üzerinden yapıldı. Muhafazakarlarımız, Türkçülerimiz ve hatta İslamcılarımız kendilerini Batılı kavramlar aracılığıyla ifade etmeyi tercih ettiler ya da edebildiler. Etmeye de devam ediyorlar. Tartışmaların tek bir Batı’nın olmadığı şeklindeki temel iddiadan hareketle gerçekleştirilmesi, 19. yüzyılda kesinleşen dengenin İslam dünyasındaki tüm tarafları ne ölçüde etkisi altına aldığının bir göstergesidir.

    İlk dönem Türk sosyolojisinin önemli bir özelliği, “aktarmacı” bir yapıya sahip olmasıdır. Bunun da, anlaşılabilir sebepleri vardır elbette. Çok farklı niyetlerle başlamış olsa da, Osmanlı modernleşme çabaları belli bir tarihten sonra, Avrupa devlet ve toplum modelinin taklidi gibi sınırlı bir düzlemde ilerlemiştir. Hangi Avrupa devleti modelinin ve yapısının örnek alınacağı farklılaşmakla birlikte, en genelde, bu tür bir eğilimin tüm Osmanlı aydınları için geçerli olduğunu söylemek mümkündür. Ülkenin önüne, ulaşılması gereken hedef olarak endüstriyel devrimini gerçekleştirmiş, kurumlarını oturtmuş modern Avrupa modeli konuldu. Bu bağlamda doğal olarak, -kabaca- “modern sanayi toplumunun bilimi” şeklinde tanımlanan sosyoloji ve “modern sanayi toplumu”nun hangi temeller üzerinde inşa edilmesi gerektiği konularında gayret gösteren Avrupalı sosyologların düşünceleri, Osmanlı ve Türk aydını için –dinî terminolojiyi kullanacak olursak- “akidevi” bir anlam kazandı Dolayısıyla, Batılı düşünürlerin “modern toplum”a dair düşüncelerinin ve çözümlemelerinin Türkiye’ye aktarılması, en kullanışlı yöntem olarak tercih edilmiştir. Bu değerlendirmeyi yaparken, -aynı zamanda birer siyasetçi ve ideolog olarak da değerlendirebileceğimiz- ilk dönem sosyal bilimcilerimizin, her şeye rağmen yine de bu Batılı düşünürleri, Osmanlı devletinin ve toplumunun koşullarını dikkate almak suretiyle, belli ölçüde Türkçeleştirdiklerini söylemek de bir gerekliliktir.

    Bütün bu örnekler, gerek Osmanlı döneminde ve gerekse de Cumhuriyet döneminde Türk bürokrat ve aydını için tercüme faaliyetleri ya da Batılı olanla ilişkiye geçmek var sayıldığı gibi çok da uzak durulan bir eylem olmamıştır. Yabancıyla ilişkide oldukça rahat davranıldığı söylenebilir. Belki adı konmuş bir ilişki olmamıştır, belki sistemsiz olmuştur, belki eklektik bir alımlama olmuştur; ancak yabancıyla sanıldığından çok daha fazla ilişkiye girildiğini her kesim için söyleyebiliriz. (Bir ajanlık faaliyetini değil, düşünce ve uygulama düzeyinde başarılı olarak görülen Batılı modellerin çok rahat biçimde benimsenip uygulandığını söylemek istiyorum.)

    Burada, özel ya da genel herhangi bir alanda entelektüel uğraş veren düşünürlerimizin hepsinin, aynı Batılı düşünce kaynaklarından beslendiğini zannetmek yanıltıcı olacaktır. Bu algı, homojen tek bir Batı olduğu şeklindeki temel bir yanlış tespitten kaynaklanıyor olabilir. Gerçekte bütünüyle homojen tek bir Batı yoktur. İç içe geçmiş, birbiriyle uyumlu ya da birbiriyle çatışan birçok Batı vardır. Batı’yı eleştiren yerli aydının düşüncelerinin kökeninde, bu anlamda, yine Batılı ancak Batı’ya, Batı’nın belli temel değerlerine farklı ve eleştirel yaklaşan düşünürler pekala olabilir. Yukarıda zikredilen bazı isimler de, sonuç olarak, bu durumun somut bir örneği.

    Avrupa, Batı ve Batıcılık eleştirilerinde karşımıza çokça çıkan bir durumdan bahsediyorum. Kapitalist, sömürgeci, pozitivist, ırkçı, aydınlanmacı, akılcı, hegemonik, sanayici, maddeci… Batı’yı yine Batı’da geliştirilen insani, muhafazakar, maneviyatçı, gelenekçi, çevreci, özgürlükçü, varoluşçu, sosyalist… düşüncelerden hareketle eleştirmek entelektüel hayatımızda geçmiş dönemlerde olduğu gibi, günümüzde de sıkça görülen bir durum. Gerek merkeze alınan tartışmalar, kavramlar ve gerekse de düşüncelerimizin dayanağı olarak kullandığımız argümanlar ve düşünürler itibariyle yapılacak bir çalışmanın bu noktada önemli sonuçlar ortaya koyacağı kesin.

    Bu tarz bir etkilenme bütünüyle yanlış mıdır? Çağdaş İslam düşüncesi ya da çağdaş Türk düşüncesi dediğimizde yüzde yüz saf bir İslam ya da Türk düşüncesinden söz etmemiz gerekiyor mu? Böyle bir şey mümkün mü? Meselenin önemli bir yönünü de bu soru oluşturuyor sanıyorum. Bence böyle bir ‘‘saflık’’ söz konusu değil, mümkün de değil. Olması da gerekmez. Modernlik öncesi İslam düşüncesi, İslam felsefesi bütünüyle saf mıydı? Yabancı hiçbir unsur yok muydu? Hepimizin biliyoruz ki, İslam felsefesinde/düşüncesinde Yunan felsefesinin ve çağının diğer düşüncelerinden izler vardır.

    Asıl sorun, sanırım, kendi düşüncemiz olarak gördüğümüz şeyde yabancı izlerinin olması ya da hangi oranda olduğu değildir. Olmamalıdır da. Yazının başında Paul Alvarus’tan yapılan alıntıda görüldüğü gibi yabancıdan duyulan korku ve yabancıyla ilişkiye girme konusundaki özgüven yoksunluğu, kimliğini ve varlığını tehdit eden özel koşullarla ilişkilidir. Nitekim koşullar değiştiğinde, örneğin 18. ya da 19. yüzyılda Avrupa İslam’a ait olanla ilişkiye geçme, onu inceleme konusunda hiçbir endişe taşımayacaktır. Yoksa akademik bir disiplin olarak Oryantalizm gelişmezdi zaten. 11. yüzyılda Müslüman dünyası da, benzer biçimde, yabancıdan korkmadı. Çok rahat ilişkiye geçti, ancak onu birebir yeniden üretmedi, onun sunduğu çerçeveyle yetinerek kendisini ifade etme yolunu tercih etmedi; ondan beslendi, ondan da yararlanarak kendi değerlerinin başarılı formüllerini üretebildi. Aslında İslam tarihi, bize yabancı kültürlerle, yabancı ile nasıl ilişkide olunacağının yolunu yordamını gösteren başarılı örneklerle dolu…