Amina Şiljak Jesenkoviç İle Boşnak Edebiyatı Üzerine
Amina Şiljak Jesenkoviç 1965 yılında Saraybosna’da dünyaya geldi. Saraybosna Üniversitesi Felsefe Fakültesinin Şarkiyat Bölümünden mezun oldu. Aynı bölümde ‘‘Türkçe ve Boşnakça Deyim Hazinesi Üzerine’’ adlı teziyle yüksek lisans derecesi aldı. Osmanlı Dönemi Boşnak Divan Edebiyatı alanında doktora yaptı. Şiljak, edebiyat araştırmaları için bir alt yapı oluşturması amacıyla dilbilgisi araştırmalarına özellikle ağırlık vermektedir. Türkçe’den Boşnakça’ya yaptığı birçok tercüme eseri bulunmaktadır. Türk okurlarının yakından tanıdığı Şiljak ile Boşnak edebiyatını, bu edebiyatın önemli temsilcilerini, Boşnak edebiyatı ile Türk edebiyatı tarihinin kesişen noktalarını konuştuk.
Türkiye’de Boşnak Edebiyatı dendiğinde akla gelen ilk isim kuşkusuz Meşa Selimoviç ve onun ölümsüz eseri Derviş ve Ölüm. Bu eser, Yugoslavya döneminde Boşnak bir yazar tarafından Sırpça yazılmış bir metin. Bugünden geriye dönüp baktığımızda bu eseri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Edebiyatı siyasi sınırlarla tanımlamak mümkün mü, dahası bu tanım yeterli mi? Çok zor ve karmaşık bir konuya değiniyorsunuz. Hatta bu bölgelerde yaşamayan, ömrünü burada geçirmeyen herkes için anlaşılmaz bir konuya. Şimdi diyorsunuz ki, ‘‘Bu eser, Yugoslavya döneminde, Boşnak bir yazar tarafından, Sırpça yazılmış bir metin.’’
Osmanlı döneminde dilimiz Boşnaklar arasında Boşnakça, Sırplar arasında Sırpça, Hırvatlar arasında Hırvatça olarak biliniyordu. Hatta Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde bu isimler bu şekilde anılmıştır. Hâlbuki bu diller arasındaki fark -ister biçimbilim, ister tümcebilim, ister anlambilim açısından olsun- çok azdır. Sırpça’da ‘‘ekavica’’ dediğimiz Slavca’nın uzun ve kısa ‘‘yat’’ varyantları ‘‘e’’ olarak telafüz edilirken Boşnakça, Hırvatça ve Karadağca’da ‘‘ye’’ veya ‘‘iye’’ olarak telafüz edilir. Sözcük hazinesinde de az da olsa farklar kaydedilmektedir, örneğin ekmek anlamında Hırvatça’da ‘‘kruh’’ kelimesi, Sırpça’da ‘‘hljeb’’ kelimesi kullanılıyor… Saraybosna’da veya Bosna’nın Bihaç şehrinde her iki kelime normal karşılanır; birincisinde halk arasında ‘‘hljeb’’ kelimesi daha yaygın, ötekinde ‘‘kruh’’… Ancak Zagreb’deki bir bakkala girip ‘‘hljeb’’ isterseniz veya Belgrad’ın ortasında ‘‘kruh’’ isterseniz sizi kesinlikle anlarlar.
Bununla birlikte, sizin ekmek aradığınızı anlayan bakkal, size ekmek verir mi, yoksa size saldırır mı? İşte bu durum dile değil, siyasi görüşe ve hoşgörü/nefret derecesine bağlıdır. Diğer taraftan bir dinin ve mezhebin kültürel şemsiyesi altında yetişen her ulusun belirli bir söylemi olduğu gerçeğini kabul etmek zorundayız, ancak bu dilbilimin konusu olmaktan ziyade sosyoloji, kültür bilimi gibi yan dalların konusudur. Mesela Almanya ile Avusturya’da konuşulan Almanca arasında farklar daha büyüktür, aynı şekilde Kanada, Amerika ve Avustralya İngilizcesi arasındaki farklar da.
Şimdi tekrar başa dönersek, Osmanlı Balkanlar’dan çekildikten sonra buralarda hayatta kalabilmiş Boşnak Müslüman unsuru biraz terkedilmiş, biraz da şaşkın bir vaziyette kalmıştır. Diğer taraftan 19. yüzyılda, dünyada hâkim güçlerin ve eğilimlerin tesirleri altında gayr-ı müslimler arasında uyanan millî şuur ve millî devlet kurma hayali Boşnak Müslümanları arasında ya geç uyanmış ya da hiç uyanmamıştır.
Kaybedilmiş haklar, topraklar, yaşanan katliam ve sürgünler bu kimlik meselesinin çözülmesini engellemiştir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Balkanlar’da uzun süre kalmamış, ancak bu yeni iktidar Bosna’da konuşulan dili Boşnakça olarak adlandırmıştı… Fakat I. Dünya Savaşı sonrası Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı ve akabinde oluşan Yugoslavya’da Boşnaklar yeniden bir mağduriyete ve bunun neticesinde de şaşkınlığa uğramışlardır. Bu şaşkınlık o boyuttadır ki, kendi kimliklerini inşa edecekleri yerde kendi aralarında bölünerek Sırp veya Hırvat yanlısı olarak mücadele etmişlerdir. Başkalarına taraftar olmuş bir milletin aydınları bu şekilde bölünürken millet de hem sefil de hem şaşkın bir hâle düçar olmuştur.
Akabinde, II. Dünya Savaşı öncesinde dünyada büyük bir ekonomik kriz yaşanırken Müslümanlar arasında, ‘‘Kadınlar fabrikada çalışsın mı, çalışmasın mı, eğitim alsın mı almasın mı?’’ diye tartışmalar devam ediyordu… Yoksullaşmış bir millet karnını doyurmak için mücadelede ederken ulema ile aydınlar arasında, ‘‘bayanların parizyen çorap giyip giymemesi’’ konusunda kavgalar sürüyordu… İşin ilginç tarafı, hakkında tartışmalar yürütülen savaşta dul kalmış bu kadınlar çocuklarını nasıl büyüteceklerinin derdindeydi…
Ve derken Komünist Yugoslavya geldi. Bu defa da eşitlik–kardeşlik sloganı altında Boşnaklık, millî ve dinî şuuru henüz uyanamadan toplumsal baskıya maruz kaldı, ayrımcılık, ırkçılık damgasını yedi. Dilimizin resmi adı Sırpça-Hırvatçaydı. Ancak dilimizin ismini koruyamadıysak da şivemizin veya söyleyişimizin ince özelliklerini korumuş olduk.
Bu bağlamda düşünürsek Selimoviç de zamanında kendi kimliğini ne Boşnak ne de Müslüman olarak belirtebilirdi, çünkü Yugoslavya’nın yasaları Boşnak ulusunu tanımıyordu. Bosna’daki Katolikler kendilerini Hırvat, Ortodokslar Sırp, Müslümanların bir kısmı Hırvat, bir kısmı Sırp, bir kısmı da ‘‘kararsız’’ olarak tanımlıyordu. Ta 70’lere kadar bu böyleydi; 1973 senesinde ilan edilen anayasaya Müslümanlar, ulusal kimliği tanımlanmış bir unsur olarak dahil edilmiştir. Dil ise yasal olarak Sırpça-Hırvatça veya Hırvatça-Sırpça olarak tanımlanmıştır. Kanunların dahi kabul etmediği, adını zikretmediği bir millet ve bir dil varlığını nasıl ispatlayabilirdi ki?
Bu uzunca açıklamayı şunu söylemek amacıyla yaptım; Mehmed Selimoviç’in dili de, romanının ve diğer romanlarının konusu da Bosna’daki İslam gelenekleri üzerinden Boşnakça olarak inşa edilmiş Boşnak kültüründen beslenmiş bir edebiyattır. Dinî prensiplerinden dönmüş, şu veya bu sebeplerden dinden uzaklaşmış, sadece ismiyle de olsa sekülarize bir Müslüman olarak eserlerini yine de bu medeniyetin temelinde oluşturur. Selimoviç’in eseri Boşnak edebiyatına ait, başka dillere aktarılması gereken, dünyanın edebi mirasında yer almaya değer bir eser.
Selimoviç, neden tasavvufu bir zemin olarak kullanıyor ve onun dünyası üzerinden anlatıyor hikâyesini?
Komünizme sanki bir derviş gibi intisaplıydı. Kardeşi (romandaki Hasan) komünist iktidarı tarafından idam edildi. Hasan daha serbest görüşlüydü, Mesa ise zamanında komünizmin zühdünü yaşayan biriydi. Parti onun tekkesiydi gibiydi adeta, tarikatıydı.
1980’lerde Türkiyede en çok okunan kitaplardan biri İvo Andriç’in Drina Köprüsü romanıydı. Bu romanda Osmanlı’dan bugüne Boşnak tarihine ve sosyal-kültürel yaşamına bir köprünün tanıklığıyla bakılıyordu. Burada da Hırvat kökenli bir yazarın elinden çıkmış bir metin sözkonusu… Bu metin Boşnak edebiyatından bakıldığında nasıl bir yere sahiptir? Neye karşılık gelmektedir?
Andriç’in mezkur eseri yazarına Nobel Ödülü kazandıran bir eser. Tabii ki dünyanın birçok yerinde Osmanlı aleyhtarlığı, Osmanlı’ya karşı beslenen nefret en takdir edilen retoriklerden biriydi. Hatta bu bugün de devam ediyor. Edebiyat elbisesi giydirilmiş tarihe gelince, az gerçek bol yalanla süslenmiş nefretin ödüllendirilmesi ne ilktir ne de yeni… Biz ise –biz derken zikredilen tarih ve kültür hakkında birinci derece kaynaklar üzerinden elde edilmiş gerçek bilgi sahiplerini kastediyorum– roman fiksiyon deriz, tarihi anlatmıyor deriz, kaynaklar ortada, kaynakları yorumlamadan doğruyu göstermekten yanayız deriz… Ama milletin kaynaklara merakı da malum. Siz de biliyorsunuz, Muhteşem Yüzyılda Kanuni’nin başına neler geldi!
Biz dindar veya dinî hassasiyeti olan Müslümanlar ise bağıra çağıra, ‘‘din ve tarih düşmanı’’ diye lanetliyoruz, ancak komplekssiz ve bilinçli şekilde, edebiyatın ilkelerine sadık kalarak, milleti kitaba veya televizyona bağlayacak bir roman, bir senaryo yazacak kimse çıkmıyor aramızdan. Eleştiri dışındaki her şey için kısırlaştık adeta. Denesek bile arkamızda duracak, projemizi destekleyecek, reklamını yapacak bir hami yok.
Spot cümle: Biz dindar veya dinî hassasiyeti olan Müslümanlar eleştiri dışındaki her şey için kısırlaştık adeta.
Yine de soğukkanlı bir şekilde oturup eseri okumak lazım. İster antisemitizm olsun, ister İslam’a veya herhangi bir inanca karşı olsun, nefret üzerine ne giydirilirse giydirilsin, bu nefret nasıl süslenirse süslensin özünü tanıyıp şiddetle kınamalıyız onu. Tabii nefreti tanıyıp açıklayanların da nefreti beslemekle suçlanması mümkündür. Bir atasözümüzün tanzirini paylaşmak isterim, bu tanzire (aslına benzeterek yapma) göre, “Nefretle yazan değil, nefreti tanıyan suçludur.”
Türk okuru Balkanların hikayesini bu iki romancı vasıtasıyla okudu da diyebiliriz. Neden İvo Andriç ve Meşa Selimoviç, sizce bu isimler yeterli mi? Boşnak kültürünü ve insanını anlatan fakat Türk okurunun henüz tanımadığı yazarlar var mı?
Kesinlikle yeterli değil. Edebiyatımız sadece iki isimden ibaret olamaz. Türk okurunun tanıdığı yazarlarımız var, örneğin Süleyman Mezaki, Sabit Bosnevi, Hersekli Arif Hikmet, Füsüs şarihi Abdullah Bosnevi ve Abdi mahlaslı Abdullah Bosnevi….
20. yüzyıl müeddiblerini kastediyorsanız, tabii ki birçok değerli yazar var. Birkaç isim zikredeyim: Derviş Suşiç, Skender Kulenoviç, Çamil Siyariç gibileri 20. yüzyılın ikinci yarısına damga vurmuş romancılarımızdı, Mehmedaliya Mak Dizdar ise zirve şairlerimizden biri. Mezkur isimlerin dışında, 2011 senesinde vefat eden romancı ve hikayeci Necad İbrişimoviç, şair, senaryo, oyun ve roman yazarı Abdulah Sidran, hâlihazırda aramızda oyun, roman, deneme, hikaye, tiyatro eleştirisi yazarı dramaturg Cevad Karahasan, nacizane fikrimce yaşayan en iyi yazarımızdır ve Alman okurunun iyi bildiği bir isimdir. Hatta bazı kitaplarını ilk olarak Almanca, ardında da Boşnakça yayınlıyor. Fakat burada sorun yazarda değil, kendisi yazarken eserini bölüm bölüm Almanca’ya çevirtiyor, çünkü Bosna’daki yayıncılık ağır, ne yeterince devlet desteği, ne de satış var… Eserlerinin Almancasını bulup okumanızı, hatta Almanca üzerinden Türkçe’ye çevirtmenizi tavsiye ediyorum. Her açıdan değer! Bir de genç yazarlarımızdan, Amerika’da yaşayan Semezdin Mehmedinoviç ile Aleksandar Hemon’un bazı eserleri Türkçe’ye çevrilmiş yanılmıyorsam. Genç şairlerimizden parlak bir isim olarak Asmir Kuyoviç’i de gururla zikretmeliyim…
Peki bahsettiğim bu iki yazarın Türk okurlarınca bu kadar yakından takip edilip sevilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Onların Türkçe’ye tercüme edilmesindeki etkenler sizce nelerdi?
Birincisi, bizi, Türkleri-Osmanlıları zikretmişler, zikretsinler yeter, kötüleseler de yeter ki bizi konuşsunlar gibi bir düşünce tarzı var. İkincisi, dönemin tavrı bu, Türkiye Cumhuriyeti’nde bile Osmanlı’ya karşı nefret söz konusu. Bunu da nedenler arasında görebiliriz, çünkü Osmanlılar acımasız, cani olarak gösterilmiş Andriç’te. Bu romanların beğenilmesi için üçüncü sebep de Nobel ödülünü kazanmış olması; dünya beğendi biz de beğenelim, ‘‘kral çıplak’’ meselesi yani. Ama bütün bunlar bir tarafa, Selimoviç yazar mı, yazar! Selimoviç’in gerçek değerini asla gözardı edemeyiz…
Osmanlı döneminde Hersekli Arif gibi çok güçlü Boşnak şairlerin olduğunu biliyoruz ve bu şairler Divan Edebiyatı geleneği içinde eserler veriyorlar. Bu gelenek ne zaman kırılıyor veya nasıl evriliyor, Türk edebiyatıyla ‘‘kader ortaklığı’’ var mı?
Osmanlıca, yani Türkçe Osmanlı döneminde hiçbir zaman halk arasında konuşulan bir dil olmadı Bosna’da, ancak bürokrasinin, edebiyatın dili olarak hâkimdi.
Kader ortaklığına gelince; hikaye hemen hemen aynı, bu gelenek yeni edebi akımlarla Anadolu’da da kırılıyor, Boşnaklar ise biraz daha direnmeye çalışıyorlar… Malumdur ki, bu eserlerin büyük bir kısmı Osmanlıca, yani Türkçe olarak yazılmıştır. İlk olarak Divan Edebiyatı geleneğini, sonra Türkçe olarak edebiyat yapma geleneğini, sonra da bu edebiyatı okuma, yorumlama ve anlama geleneğini terk ettik… Hem modası geçmiş, hem de Osmanlı bizi zaten terk etti, şeklindeki bir psikolojinin etkisi de olabilir, bir kırgınlık, bir kızgınlık da… Bize olanlar oldu anlayacağınız! Peki ya size?
Bizim karşımızda Sırplar, Çetnikler, Hırvatlar, Ustaşalar vardı. Size ne oldu ki, siz de hemen hemen aynı şekilde Osmanlıca’yı, Osmanlı edebiyatını anlamıyorsunuz…
Bosna’nın kültür hayatında tekkelerin ve tasavvufun önemli bir yer tuttuğu malum. Boşnak edebiyatında bizdeki geleneğe denk gelen bir Tekke edebiyatından söz edebilir miyiz ve önemli temsilcileri kimlerdir? Bugün de devam etmekte midir?
Bosna Hersek nüfüs oranına göre düşünürsek hatırı sayılır bir tekke edebiyatı geleneğine sahip. Tabii Anadolu ile sayıca kıyaslanamaz olsa da burayı etkilemiş isimler var; kimileri hem Divan hem de Tekke edebiyatına katkı sağlamış, kimileri sadece Tekke edebiyatına. Anadolu’da da bilinen Hasan Kaimi’den başlayarak, Abdurrahman Sirri Sikiriç -Osmanlı kayıtlarında Baltaoğlu olarak geçer-, son tekke şairlerimizden, bildiğimiz kadarıyla tasavvuf eğitimini Bursa’da, Avdulvehab İlhamı üzerinden almış bulunan Halveti Seyfi mahlaslı Seyfullah İblizoviç… Yüzlerce Türkçe ilahi yazan Seyfi hariç olmak üzere, zikrettiğimiz şairler Tekke edebiyatına hem Boşnakça hem de Türkçe şiirler kazandırmışlardır.
Tekke edebiyatının edebi değerinin Divan edebiyatının değerinden daha düşük olduğuna dair görüşler vardır. Bununla Tekke edebiyatına haksızlık yapılıyor kanaatimce. Çünkü şairler Divan edebiyatı türlerinde yazarken de, Boşnakça veya Türkçe ilahiler yazarken de şüphesiz dinleyici veya okuyucu kitlesini göz önünde bulundurmuşlardır. Bir taraftan hedef kitlesini, bir taraftan da şiirin kullanılacağı alanı göz önünde bulundurarak fikir ve hissiyatını söylemeyi başarmışlardır.
Tekke edebiyatının maksadı dini duyguları uyandırmak, zikre teşvik etmek, geniş kitlelere ezberlerinde kalacak bir şeyleri öğretmek ise, bu geniş kitlelerin anlayacağı en sade dil ve üslubu kullanmaları gerekiyordu. Buna rağmen bu şairlerin ne bilgi birikimi, ne dil kabiliyeti, ne edebiyat ve üslup bilgisi, ne de edebi yetenek konusunda eksiklikleri vardır.
Mezkur şairlerin Divan edebiyatı türlerine bakılınca, bunların ne kadar ciddi, yetenekli ve bilgili şair oldukları da ortaya çıkar. Ancak, biz edebiyat tarihçileri, teorisyenleri ve eleştirmenleri olarak sadece küçük, seçilmiş aydın kesimlere hitap eden şair ve yazarları takdir ediyoruz, diğerlerini özellikle popüler bir üslupla yazarak geniş kitlelerle ulaşanları ikinci ve üçüncü sınıf şairler olarak tanımlıyoruz. Bazen de Kaimi gibi şairlerin çok derin şiirlerini göz ardı ediyoruz, hatta bunların halka ne kadar hizmet ettiklerini unutuyoruz.
Şimdi de bunlardan örnek alarak küçük aydın kitlelere, kendini, aklını, eğitimini beğenmiş kitlelere mi hitap edeceğiz, yoksa geniş kitlelere mi hitap edeceğiz veya araştırma alanımızdaki konuları indirgemeden sade bir dille mi anlatacağız diye karar vermemiz lazım.
Konularımızı ve kendimizi halka mı sevdirelim, yoksa akademik çevrede kendimize yer mi edinelim… Halka yönelik veya herkesin anlayacağı şekilde yazmaya karar verirsek konuyu basitleştirme, indirgeme tuzağına da düşebiliriz.
Türkiye’de sıkça duyduğumuz Boşnakça bir edebi terim var: ‘‘sevdalinka’’. Nedir ‘‘sevdalinka’’, nasıl bir gelenektir, bugün de devam etmekte midir ve bizdeki Halk edebiyatıyla benzerlikleri nelerdir?
Bir çocuğa sevdalinka nedir diye sormuşlar, ‘‘Babamın şarkı söylerken ağlamasıdır.’’ diye cevaplamış. Türk Halk edebiyatında da türküler, koşmalar, maniler var. Bizim de müzik eşliğinde veya çıplak sesle söylenen, genellikle kara sevdayı, hasreti, mutsuz aşkları anlatan şarkılarımız var.
Hemen hemen her sevdalinkanın bir hikayesi vardır, üzücü bir dramı… Sakin bir müzik eşliğinde, ritimden uzak, üzüntüyü, kara sevdayı, aşkı, fedakarlığı, hasreti, hatta şehveti de anlatan edebiyat ve müzik türüdür sevdalinka. Siz Türkler bazen bu şarkıların ritimden yoksun olmasını sevmiyorsunuz, fakat her şeyden önce sözlerini, bizim patetikten (yapay duygusallıktan) uzak, sessiz, yavaş ve derin gözyaşlarımızı da anlamanız gerekiyor… Sevdalinka kadar Bosna ve Boşnak’ın duygu ve düşünce yapısını, sevme ve sevdiği kişi uğruna sözde değil özde bir ömür verme potensiyelini, melankolisini ve kaderle barışıklığını anlatacak başka bir şey yok.
Birçok Avrupa diline çevrilen, hatta Goethe tarafından Almanca’ya tercüme edildiği söylenen Hasanaginitsa adlı eser hakkında bilgi verir misiniz? Bu eserin bu kadar ilgi görmesinin sebebi nedir?
Her halk edebiyatında baladlar vardır. Hasanaginitsa ise bir Boşnak kadın arketipi üzerine ve ne yazık ki gerçek bir hikaye etrafında kurulmuş bir baladdır. Hem Müslüman toplumlarda hem de bize dışarıdan bakanlar nezdinde yaygınlaşmış çeşitli arketipler, önyargılar, stereotipler var hakkımızda. Burada –ismini şiirden de öğrenemediğimiz Pintoroviç beyzade sülalesinden- kendi ailesinden daha alt bir kesime gelin gitmiş asil bir kadın söz konusu. Çocuklarına bakıyor, hatta çocuklarının yeme, içme, giyinme ihtiyaçlarını gideriyor, evde eğitim vermeye, elif-ba öğretmeye de gayret ediyor. Diğer taraftan bu asaletli hatun –kocası savaş meydanında yaralanmışken– kocasının namusunu korumak adına, kendi namusunu korumak adına, yola çıkmaktan da, millete duygularını göstermekten de utandığı, çekindiği için çadırda yaralı yatağındaki kocasını ziyaret etmeye gitmiyor. Bunun üzerine kocası Hasan Ağa ise kendisini boşuyor, boşanma karararı gelir gelmez kendisini baba ocağına götürmek amacıyla ağabeyi geliyor. Zavallı kadın yine de sevdiği kocasına itiraz etmiyor, asaletin kural gereği ağabeyine de itiraz etmiyor, çocuklarına sessizce veda edip yüreği parçalana parçalana gidiyor baba ocağına.
Asil ve dul bir kadın baba ocağında uzun süre kalamaz, ağabeyi onu bir kadıya gelin veriyor, dünür kafilesi hâlâ sevmekte olduğu kocasının evi önünden geçerken anne çocuklarıyla vedalaşmak istiyor. Kıskanç ve acı dolu Hasan Ağa çocuklarına, ‘‘Gelin buraya öksüzlerim benim, taş yürekli anneniz size merhamet göstermezken.’’ diyor ve işte o son öldürücü darbeyi de vurmuş oluyor. Acısını yüreğine gömmüş, asaletinden ve adabından gözyaşlarını dahi kimseye göstermemiş olan kadın -Hasan Ağa’nın eski karısı- oracıkta ölüveriyor.
Bunun gibi nice yaşanmış ve anlatılmamış hikayeler var. Herhangi bir haksızlığa itiraz etmeyen, karşılık vermeyen kadın hikayeleri. İkinci planda yaşamayı kabul etmiş, eğitimine, toplumdaki statüsüne rağmen susmayı tercih etmiş insanların hikayesi. Kederli bir asalet hikayesi. 21. yüzyılda da yaşanmaya devam eden hikayeler.
Ben şahsen babasının yerine savaşmaya gitmiş kadınların hikayelerini, aşkı için ölesiye mücadele eden kadınların hikayelerini tercih ediyorum. Tercümesi pek güzel olmasa da bu konudaki bir sevdalinkayı sizinle paylaşmak isterim: ‘‘Padişaha üç yıl hizmet ettim, çamaşırlarımı yıkayan genç bir cariye hariç kadın olduğumu kimse farketmedi, göğüslerim büyür, yeleğim patlar, yüreğim çarpar, evlenmek ister. Zamanı geldi kendimi ifşa eyleyeyim, kadın olduğumu dışa vurayım…’’
Klasik Türk edebiyatı için ‘‘aşk’’ edebiyatı demek mümkündür. Bütün kavramları ve imgeleri aşkın çevresinde döner, her türden yansımasıyla aşkın… Klasik Boşnak edebiyatı için de böyle bir genelleme yapmak mümkün mü?
Tabii ki! El-Vedud olan Allah dünyayı da aşktan yarattığına göre, en önemli kavram aşk olmalı. Hakikisi, mecazisi, birbirine bağlı ve biri olmadan ötekinin varlığına da imkân vermeyen aşk. Ölümsüz yaşayan, yaşatan, yaşatılan ve yaşanan aşk. Ne kadar tanımlansa da az, hakkında ne kadar şiir yazılsa da tam olarak anlatılamayan, daima etrafında sanatın yeni türleri dönecek olan aşk. Allah onu gönüllerimizde de kalemlerimizde de daim etsin!
Çağdaş Boşnak edebiyatını bir şekilde tanımlamak gerekirse, nasıl tanımlarsınız, neyin çevresinde dönen bir dünyadır?
Aşk ve nefret. Ve bunların içinden doğan hayati gerçekler. Savaşlar, sürgünler, hayat ve hakikat sorgulamaları, insanlar arası ilişkileri, insanın kendiyle ve gölgesiyle ilişkisi… Yüzeysel kabuğunu çıkarırsanız, giydirildiği nesir veya nazım şeklini, türünü de çıkarırsanız, ideolojik giysilerini, postmodern veya varoluşçu süslerini koparırsanız, insanoğlunun oldu olası uğraştığı ve bir türlü çözemediği konuları, sorunları bütün çıplaklığıyla bulursunuz bu edebiyatta da; Aşk ve nefret…