Velirmek

Ahmet Faruk Çağlar

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Kafka, ‘‘Bir Dilenciyle Konuşma‘‘ adlı hikayesinde, hikayenin kahramanı olan dilenciye; kendi içimde canlı olduğuma ikna olduğum hiçbir zaman olmadı, dedirtir. Varolduğuna hiçbir zaman tamamiyle ikna olamamış olan Kafka’nın kendi trajedisidir kuşkusuz anlatılan. Kafka’nın diğer hikayelerinde olduğu gibi.

    Kişinin (kendi gözünde) var olabilmesi için önce ötekinin gözünde var olması gerekir. Zira varlık hissi, bu varlıktan haberdar olan bir ötekine ihtiyaç duyar. Öteki yoksa ben de yokumdur. Kişinin varlığını ona hissettirecek şefkat dolu bir çift göz yoksa hayata fırlatılışın o ilk anlarında, onu her şeyiyle seven biri yoksa, hayat boyu kendisine çevrilmesini istediği o bir çift gözü umutsuzca arar durur insan. Aksi takdirde var olmaya hakkı olmadığını hisseder, hiç doğmamış olması gerektiğini düşünür için için. Ve Kafka’nın dilencisi gibi amacı; …eğer sana hayatımın amacının insanların bana bakmasını sağlamak olduğunu söylersem kızma, olur.

    Esse est percipi (olmak algılanmaktır). Annesinin yokluğunda ağlayan çocuk, kendisi için olma, algılanma olduğundan, varoluşunun tehdit altında olması dolayısıyla sakinleşemez. Benzer şekilde, çocuklar geceleri ışığın açık durmasını ya da uyuyana kadar anne-babalarının yanlarında kalmasını ister, onlar için var olmak, görülür olmakla, algılanır olmakla aynı şeydir zira.

    İnsan bir yandan hayatta kalmaya, var olmaya devama “programlanmışken” ve var gücüyle yokluktan kaçıp/kaçınıp, onu kendinden uzaklaştırmaya çalışırken, diğer taraftan varoluşun yükü altında ezilir, onu taşıyamaz. Yani varoluş tümüyle paradoksaldır, canlı olmaktan (var olmaktan) hem korkarız, hem de onu isteriz. Benliğimiz canlı ve gerçek olagelmekten korkar, çünkü var olmak içinde yok olma/edilme riskini de taşır. Gerçeklik ve kimlik hislerini korumak amacıyla görülmeye ve tanınmaya ihtiyaç duyarız, fakat aynı zamanda, öteki kimliğimize ve gerçekliğimize yönelik bir tehditi temsil eder. Yani varoluşun varlığı da derttir, yokluğu da ve yok olmaktan korkmak kadar, var olmak da aslen ısdırap verici ve korkutucudur.

    Biyolojik/fizyolojik olarak hayatta kalmak için çaba sarfetmeyen, çırpınmayan canlı türü yoktur. Ve fakat hiçbir canlının ‘‘düşman’’sız olması düşünülemeyeceğinden, varlığı/görünür olması da bir başka risktir, yok olma riski… O yüzden bizler gibi bütün canlılar da bir ölçüde kamuflaj yapar. Kamuflaj, ölme (yok olma) riskine karşı, olmama taklidi yapmaktır.

    Esasen, fiziksel doğum ve biyolojik canlılığı, bebeğin varoluşsal doğum takip eder. Genelde bu gelişim zaten olmuş, olmak zorunda olan ve ‘‘elde var bir’’ kabul edilir: Kişi, dışındaki dünyadan normal koşullarda o kadar net farklılaşmıştır ki, kimliğini ve otonomisini hiçbir zaman sorgulamayarak(!); zamanda bir süreklilik olarak ve değer sahibi olarak ölene kadar yaşar. Fakat bu her zaman (böyle) olmayabilir. Hayatın normal koşullarında birey kendini gerçek olmaktan daha fazla gerçekdışı hissedebilir, canlı olmaktan çok ölü… Kişisel tutarlılık ve bütünlük duyumundan yoksun olabilir. Mevcut olmaktan çok namevcut hissedebilir. Deli, işte bu varoluşsal doğumu/gelişimi tam olarak asla gösterememiş kişidir.

    İnsanın medeniyyun bit’tab oluşu, ötekine ihtiyacı, sadece maddi birtakım gereksinimleri dolayısıyla değildir. Maddi tüm ihtiyaçları karşılansa dahi insan için tek başına yaşam mümkün değildir. Diğer insanlar bize varlığımız için malzeme sağlar. Varlığımızı bize hissettirecek ve kanıtlayacak ötekilere ihtiyaç duyarız; varolmak için, var olduğumuza inanan başka birilerine yani… Var olmak, birilerinin bunu algılamasıdır. Bu ihtiyaç karşılanmazsa ‘‘var olamaz’’, varlığımızı hissedemez, varlığımızı (kendimize dahi) kanıtlayamayız. Dolayısıyla hayatın yoğunlaştığı en önemli nokta, ontolojik otonominin bahsetmeye çalıştığımız bu varlığı ya da yokluğudur.

    Hasılı, canlı olmak yetmez, canlı olduğunu hissetmek zorundadır insan, bunu hissetmediğinde; daha doğrusu yaşamın başlangıcında bu hissettirilmediğinde diğer aşamalara geçemez ve hayatı boyunca bu hissi kendine sağlamanın uğraşı içinde çırpınır durur. Ve temel ontolojik güvensizlik dolayısıyla vaki olan çırpınış, R.D.Laing’e göre, üç temel anksiyeteye yol açar: Yutulma, içe çökme, taş kesilme… Ontolojik olarak güvensiz kişi kendini tahmin etme ve hayattan lezzet almak yerine kendisini/benini muhafaza etmekle meşguldür. Eğer ilksel ontolojik güvenlik elde edilememişse, günlük hayatın normal koşulları sürekli ve öldürücü bir tehdit olarak algılanır. Ve bu tehditler çeşitli savunma şekilleriyle savuşturulmaya çalışılır (bazen bu, ‘‘deli olmayan’’ diğerleri için anlaşılmaz olsa da).

    Genel bir yasa olarak görülür ki, bazen tam da en çok korkulan o tehlikelerin kendileri, gerçekte olmalarını engellemek için pratiğe aktarılabilir; görünmeye çalışmak, ölüyü taklit etmek, birinin kendi canlılığını korumasının yolu olur. Kendisini taşa döndürmek başka biri tarafından bir taşa döndürülmeyi önlemenin bir yolu olur.

    Cesur bir ‘‘deneme’’ yapalım ve velinin yok olma tehlikesini/kaygısını aşmak için, bile isteye kendi varlığından vaz geçmesini de yukarıda ifade etmeye çalıştıklarımız bağlamında anlamaya çalışalım. Zira, kanaatimizce, veli ile deli arasındaki temel fark (ya da temel benzerlik); biri benliğinden kendi iradesiyle vazgeçerken, diğerinin ise irade dışı vazgeçmesidir. Delininki iradi değildir, zira geçmişte maruz kaldığı muamele ya da soluduğu atmosfer varlığını/benliğini hissetmesine izin vermez. Var olmak (ya da bir türlü var olamamak) ona acı verdiğinden, olmaktan kaçmak ve oluşuna verilebileceğini vehmettiği (sevilmek dahil) zararlardan uzak durmak için olmama girdabına atar kendini deli. Gayri ihtiyaridir bu. Velininki de varolmanın ızdırabından bir tür kaçıştır, delininki gibi. Ama ihtiyari, yani tümüyle bilinçlidir. Ve veli varoluşunu Varlık’a icra ile, kendini ‘‘bütün’’ün bir parçası olarak hissederek, hissetmeye çalışarak, müstakil varoluşundan vazgeçerek bu ısdıraptan kurtulmaya çalışır.

    Özetle, deli bir ben’i olmadığı için, veli ise bir ben’i olduğu için acı çeker. Ben varım demek, bir varlığa sahibim demektir ve Marx’ın da sezdiği gibi, bütün elemlerin temelinde mülkiyet iddiası yer alır (sahip olunan o mülkiyetin bir gün elinden kayıp gitmesi riskine karşı duyulan hüzün). Veli’nin bütün bu elemlerden kurtulmaya yönelik çabası, (benine dair olan dahil) bütün mülkiyet iddialarından vazgeçmek şeklindedir. ‘‘Ben ben değilim, ben dediğim sensin hep. Ruhum dediğim, sen dediğim sensin hep’’ ise, yani ben’im dahi bana ait değilse, artık bana ısdırap verecek hiçbir şeyim yok demektir, yani kaybedecek hiçbir şeyim yoktur. Beni olmayışından muzdarip zavallı deli ise bilmez ki, ben’i olduğunda derdi hiç de azalmayacak, belki sadece şekil değiştirecektir.

    İnsan her hâlukarda acınası, muhtaç. Olması da, olmaması da; varlığı da, yokluğu da kaygı sebebi. Ve bu kaygıdan kurtulma çabası ne de ebedi…