Gnó̱thi Seaf̱tón! Eán Eínai Dynatón*

Ahmet Faruk Çağlar

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • ‘‘Yıllarca kendi çocukluk öykümün üzerindeki örtüyü kaldırabilmenin yollarını aradım. Ve sonraları bunun ulaşılması olanaksız bir hedef olduğunu kavradım…’’ Das Drama des begabten Kindes und die Suche nach dem wahren Selbst isimli kitabını bu cümlelerle bitirir Alice Miller. İnsanın kendini tanımasının, kendi (çocukluk) öyküsünü ‘‘deşmesiyle’’ mümkün olabileceğine ikna edilmiş bizler için duymaktan hazzetmeyeceğimiz denli keskin bir yargıdır bu.

    İnsanın kendini tanıma sorunsalına yaklaşmaktaki isteksizliği ‘‘ezelden’’ beri bilinir, Talmud’da, gerçeğin ‘‘bastırılmasını’’ şiirsel bir dille anlatan bir kıssa vardır: Bir bebek dünyaya geldiğinde, melekler onu alnından öperek, doğum anına dek bütün bildiklerini unutmasını sağlarlar. Çünkü bebek geçmişini/bildiklerini unutmazsa şayet, yaşamı da dayanılmaz olacaktır. Analojilerin çekiciliği bir yana ve müdahale şansımızın olmadığı sebep ve sonuçların ötesinde, gerçeği görmek istemeyişimizin ve kendimize bir türlü dürüst ol(a)mayışımızın en önemli sebebi, gerçeğin bize çoğu zaman dayanılmaz görünmesidir. Ve ‘‘gerçeğe’’ ulaşamamış olmayı kimi zaman ağır rahatsızlıklarla ödesek de, bu rahatsızlıklara tutunmayı gerçekleri bilmeye yeğleriz. Sözgelimi nevrozlarda ya da nevrotiklerde görülen semptomların, bu ‘‘gerçeklerle’’ yüzleşmekten kaçınmak için ortaya çıktığı/çıkarıldığı düşünülür, en azından Freud’dan beri.

    Neden şu anda olduğumuz gibi olduğumuzun, kısaca bütün meziyet ve zaaflarıyla, neden hâlihazırda mevcut ‘‘bu karaktere’’ sahip oluşumuzun tüm sebeplerini bilemeyişimizin önünde kuşkusuz sadece psikolojik sebepler yoktur. Yazı boyunca göz ardı edeceğimiz kalıtsal, coğrafi, ırki vb. birtakım etkenler bir yana insan, yaşamının başlangıcında, karakter oluşumunda ziyadesiyle belirleyici olan o ilk yılları, fizyolojik eksiklikleri nedeniyle (en azından bilişsel olarak) hatırlayamaz. İnsan yavrusu tıpkı dil gibi, hafıza yetisine de doğumla birlikte doğrudan sahip değildir. Beynimiz hafıza potansiyelinin önemli bir kısmını ancak yaşamının çok daha geç dönemlerinde tamamlayabilmektedir. Dolayısıyla bu, bilişsel olarak tümüyle hatırlayamayacağımız, ‘‘gri’’ bir alanın daima mevcut olacağının ve kendimizi tanıma ya da kendimize dair gerçekliği bilme önünde ciddi engeller oluşturacağının bir başka kanıtıdır. Anna Freud bu durumu şöyle ifade eder: ‘‘…konuşma öncesi dönemden kalan bu unsurlar hiçbir zaman ben örgütlenmesinin bir parçası olmamıştır; dolayısıyla ‘hatırlanamazlar’, ancak aktarım içinde yeniden yaşanabilirler.’’

    Bütün bu ‘‘engellere’’ ve isteksizliğe rağmen gerçek bizim için aynı zamanda vazgeçilmezdir de. Onu tamamiyle ve sürekli göz ardı etmek, ciddi zihinsel problemlerin çoğu zaman sebebi, bazen de sonucudur. Gerçeğe dair belirli derecede doğruluk ve tutarlılık olmaksızın, hatalı bir yığın yargı ve karara açık oluruz. Hâl böyleyken, gerçeği/gerçeğimizi çarpıtmaktaki ısrarımızın ya da onu ‘‘olduğu gibi’’ kabul etmek istemeyişimizin sebepleri nelerdir? Gerçek neden hemen herkes için dayanılmazdır? Ona direnmekle ne elde eder, ona teslim olmakla ne kaybederiz ya da kaybettiğimizi sanırız? Bu sorular, insanlık tarihi boyunca düşüncenin konusu olmuş en asli meselelerdendir. Sokrates binlerce yıl öteden, Delphi’deki Apollon Tapınağında yazılı Gnothi Seauton! (Kendini Bil!) öğüdünü hatırlatırken, bu bilme çabasının zorluğunu da dile getiriyordu hiç kuşkusuz.

    Kanaatimizce temelde, gerçekle münasebetimizi ve onu çarpıtmaya meylimizi kendimiz hakkında iyi hissetme ve kendilik değerimizi koruma gereksinimleri belirler. Çoğunlukla kendimiz hakkında sadece olumlu bilgileri anımsar, olumsuz olanları hafızamızdan silip atarız ya da atmaya çalışırız. Aksi bir tutum, bizi kendilik değerine yönelik tehditlerle ve depresyon tehlikesiyle karşı karşıya bırakır. Ayrıca iyi ve değerli hissetmek bizi verimli ve başarılı kılarken, bütün bu ‘‘anlamsızlığa’’ rağmen yapıp etmelerimize de daha sıkı tutunmamızı sağlar. Kendilik değeri düşük ve depresyondaki insanların kendilerine ilişkin algılarında daha dürüst ve yansız oldukları ve hayata tutunamayan ‘‘tipler’’ oldukları gözlemi de bu yargıyı destekler niteliktedir. Bizler kendilik değerimize dair tehditlerle, onları görmezden gelerek ya da çarpıtarak başa çıkmaya çalışırız. Tıpkı ölümü hatırlamaya ve kabule yanaşmayışımız gibi (zira ölümden daha büyük bir tehdit yoktur). Ve kendilik değerimizin tehdit altında olması, en temelde varlığımızın tehdit altında olması demektir.

    Ancak her şeye rağmen insan tabiatı gereği bilmek ister. İnsanın en yaman çelişkilerindendir; gerçeği/gerçeğini bir yandan bilmek isterken diğer yandan istememesi ve gerçeğini bilmek istemesinin de, onu yadsımak istemesinin de varlığına yöneltilmiş bir ‘‘tehdit’’ oluşturması.

    Gelenekte, kişinin kendini bilmesinin en kutsi amaçlardan biri kılınmasıyla (kendini bilen, Rabbini bilir) kastedilenin, insanın meziyetleri kadar zaaflarının da tanınıp kabul edilmesi olduğu görmezden geliyor değiliz. Ancak bununla amaçlananın tek başına, bu kabulle edinilen (kısmi) yatışma olmadığını, fark edilen zaaf ve eksikliklerin er ya da geç törpülenip, nefsin kuvveti ölçüsünde değiştirilmesinin de ulaşılması hedeflenen amaçlar arasında olduğunu düşünüyoruz.

    İnsanlığın binlerce yıllık çabasının boşuna bir çaba olduğu iddia ediyor da değiliz, söylemek istediğimiz daha çok bu çabanın önündeki engelleri hatırlatmanın yanı sıra, bir şeyi kavramanın tek yolunun bilişsel bir vukufiyet olmadığıdır. Benliğimizi şekillendiren ve asla hatırlayamayacağımız (bilişsel olarak bilemeyeceğimiz) duyusal, duygusal, davranışsal vs. bileşenler de vardır ve neliğini asla açıklayamayacağımız bu bileşenlerin benliğimiz üzerindeki etkileri, açıklayabildiklerimizden daha az değildir. Bir şeyi bilmek, o şeyin sebeplerini bilmekle mümkünse, burada bilebileceğimiz sebeplerin sınırlılığını kabul etmek ya da bilemeyeceğimiz sebeplerin de olabileceğini kabul etmek, arzu edilen dürüstlük mucibince zorunludur.

    Ve fakat bilinemeyecek (ve açıklanamayacak) kimi şeylerin olduğunu bilmek, bir erdem olduğu kadar önümüzde yeni buudlar açacak bir anahtardır da. Geleneğin bilmekten çok tanımaya, açıklamaktan çok bizzat olmaya değer vermesinin ardında, kim bilir belki de bu ‘‘bilgi’’ vardır.