Batı Ahlaken Çöküyor “Klişe”sinden Batı’yı “Ahlak Yarışı”nda Geçiyoruz Realitesine Doğru

Cafer Sadık Yaran

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • ‘‘Batı ahlaken çöküyor.’’ klişesini, özellikle Batı ile aramızın daha fazla açıldığı dinî veya siyasi içerikli kriz dönemlerinde daha yoğun olmak üzere, sık sık duyarız. Aslında bu klişe tamamen yeni de, sadece bize özgü de değildir. Çünkü bu, en azından, kendisi de bir Batılı olan Alman tarih felsefecisi Oswald Spengler’in, 1917 tarihli, Türkçeye de çevirilen Batı’nın Çöküşü (Der Untergang des Abendlandes) adlı kitabından beri bilinmekte ve zaman zaman gerek Batılıların kendileri gerekse bizler tarafından tekrar edilmektedir.

    Bu tekrarlanan söz yahut klişe, bir tespit mi, bir temenni mi yoksa bir teselli midir? Bu klişenin sosyolojik bir gerçekliği var mıdır; varsa ne ölçüdedir? Yok ise, bu klişeyi tekrar etmenin, stratejik ya da teolojik bir faydası var mıdır; varsa ne kadardır? Ne gerçekliği ne de faydası varsa, bu klişeyi terk etmenin ya da değiştirmenin zamanı gelmiş midir; gelmişse, yerine konulması gereken önerme nedir?

    ‘‘Batı ahlaken çöküyor’’ klişesi, bilinçli veya bilinçsiz, belli yahut belirsiz bir temenni, (önce ahlaken, sonra da toptan çöksün de biz de rahat edelim, gibi) bir dilek anlamında kullanılıyor ise, bu temenni, üzerinde fazla konuşmaya bile değmeyecek şekilde açıkça yanlıştır. Çünkü Batı’nın veya dünyanın başka herhangi bir medeniyet veya kültürünün ahlaken çökmesinin bir Müslümana veya herhangi bir insana hiçbir faydası yoktur. İletişim ve ulaşım teknolojileriyle, uluslararası sermaye dolaşımıyla, işçi, öğrenci ve göç hareketleriyle gittikçe küçülen ve bir arada yaşamanın hızla artıp yaygınlaştığı çokkültürlü dünyada, bir medeniyetin ahlaken çökmesi değil, bir kişinin ahlaken çökmesi dahi ötekiler üzerinde olumsuz etki yapacaktır. Dolayısıyla, ahlaki yücelmeden yana olanlar, rakip gördüklerinin dahi alçalmasını isteyemezler, istemezler; bunun akıllıca ve ahlaklıca olmadığını, kendilerine de bir yarar sağlamayacağını bilirler.

    Eğer ‘‘Batı ahlaken çöküyor’’ klişesi, temenni değil de, bilinçli veya bilinçsiz bir teselli, bir avuntu, (bizim ahlaki durumumuz son asırlarda çok iyi değil ama kendisini ahlak medeniyeti gibi sunan Batı’nın ahlaki durumu da artık çok iyi değil, nihayetinde o da ahlaken çöküyor; dolayısıyla, ahlaki durumumuzun bazı konularda Batı’dan geri durumda oluşunda çok da üzülecek bir şey yok, gibi) acı bir gerçeği unutturma ve acısını hafifletme çabası bağlamında söyleniyorsa, bunun da fazla bir gerçekliği ve yararı yoktur. Bizim ahlaki ideallerimizin ölçüsü, mikyası veya ufku, Batı’nın değerleri ve değerlerle ilgili değişken durumu değildir ki, ona göre üzülelim veya sevinelim. Batı’nın ahlaken çöküyor olması, bizim ahlaki durumumuzda biz zayıflık varsa ve buna üzülüp çare aramamız gerekiyorsa, bu üzüntüden uzaklaşmamıza neden olmaz, bize gerçek bir teselli oluşturmaz; zaten tesellinin, olgular dünyasında fazla bir değeri de yoktur.

    Bizim ahlaken ideal birey/insan yetiştirme ilkelerimiz ve yaşanmış örneklerimiz de, ideal toplum kuramlarımız ve tarihsel yönetimlerimiz de, ideal medeniyet kurumlarımız ve tarihsel dönemlerimiz de kendi içimizde vardır, bellidir ve ahlaki rehberlik için yeterlidir. Dolayısıyla, başkasının çöküşü/düşüşü sayesinde kendimizi görece yukarıda görmekle avunacak durumunda olamayız. Kendimizi kıyaslayacağımız ölçüt, ‘‘çöken Batı’’ değil, geçmişte yaşanmış kendi örneklerimiz ya da gelecekte yaşanabilecek en üst düzeye yönlendiren evrensel ilkeler ve ideallerimizdir.

    ‘‘Batı ahlaken çöküyor.’’ ifadesi, temenni veya teselli olarak kullanılıyor olabilirse de, bu eğer doğru ve yararlı bir tutum değilse, o zaman geriye önermenin düz/literal anlamını dikkate almak kalıyor. Bu önerme, gerçek verilere ve bulgulara dayalı bir tespit midir? Batı, gerçekten ahlaken çöküyor mu? Bu soruya doğru cevap verebilmek için, bu aşamada, uzun uzadıya akademik tanımlar yapmaya ve bilgi vermeye kalkışmaksızın, kısaca da olsa önce ahlaktan ne anladığımızı, yahut anlamamız gerektiğini hatırlamakta yarar vardır. Aksi taktirde, ahlakı belli bir bütünlük içinde değil de kendi önemsediğimiz, çok sınırlı bir huy veya davranıştan (örneğin, kadınların nispeten daha kapalı veya açık olmasından, yahut erkeklerin daha çok alkollü içki tüketiyor olması veya olmamasından) ibaret görürsek, insanları ahlaken çöküyor da görebiliriz, yükseliyor da. Dolayısıyla, sınırlı alanlara özgü sınırlı gözlemlere dayalı orantısız genellemeler yaparak yanılmak istemiyorsak, önce ahlakın ve ahlaksızlığın, ortalama bir bütünlüğünün resmini gözümüzün önüne getirmeliyiz.

    Ahlak veya onun felsefi ağırlıklı yanı olan etik, Batı dünyasında genel olarak, erdem ahlakı, ödev ahlakı ve faydacı ahlak şeklinde üçe ayrılır. İslam ahlakı da genellikle, geleneksel dinî ahlak, felsefi ahlak ve tasavvufi ahlak şeklinde üçlü olarak tasnif edilir. Bu tür tasniflerin ayrıntıları bir tarafa bırakılırsa, gerek Batı ahlakında gerekse İslam ahlakında en yaygın olan ve geniş kitle düzeyinde en kolay anlaşılan kuramın Aristoteles’ten beri erdem/fazilet ahlakı olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, biz de bu kısa yazıda, konuyu çok dağıtmamak açısından, sadece erdem ahlakı üzerinden ahlak bütünlüğünü hatırlama yolunu seçmek durumundayız.

    Erdem ahlakına göre, ahlak belli tür erdemlere/faziletlere sahip olunması ve onlara uygun davranılması; ahlaksızlık ise erdemsizlik/rezilet sayılan bazı huylara sahip olunması ve onlara uyan bazı kötü davranış ve eylemlerin yapılmasıdır. Bu erdem ve erdemsizliklerin ‘‘listesi’’ Batı ve İslam ahlakı arasında pek fazla değişmez; büyük ölçüde ortak oldukları söylenebilir.

    Kur’an Ahlakı adlı kitabında Abdullah Draz, Ferdi Ahlak ve Sosyal Ahlak başlıkları altında şu türden ferdi ve sosyal erdemler veya emirler üzerinde durur: Doğruluk, iffet, hayâ, öfkeye hakimiyet, tevazu, sabır, itidal, iyi niyetlilik, emaneti yerine getirmek, sözünü yerine getirmek, adil şahitlik yapmak, barıştan yana olmak, şefkat ve merhamet, iyilikseverlik, köleleri azat etmek veya hürriyetlerini kolaylaştırmak, affetmek, haddi aşmamak, kötülüğü iyilikle karşılamak, ilmi yaymak, dostluk ve misafirperverlik, evrensel sevgi, adalet ve ihsan. Kur’an’a göre Devlet Ahlakı bağlamında ise Draz özetle şu tür ödev ve görevleri sayar: Devlet başkanlarının halka danışması, adalet kuralına göre yönetmesi, âmme mallarını koruması ve onlardan sadece zenginleri faydalandırmaması, diğer din mensuplarına hukuki hürriyet tanıması; halkın ise düzeni bozma ve yıkıcılıktan sakınması, düşmanla ortaklık yapmaması, fitne ve fesada çalışmaması; dış münasebetlerde ise evrensel barışa ihtimam gösterilmesi, kin ve düşmanlığın tahrik edilmemesi, iyi komşuluğa riayet edilmesi…

    Önemsenen erdemler konusunda Batı ile İslam arasında, yahut din ile felsefe arasında çok büyük bir farkın olmadığının göstergesi anlamında, son yıllarda Batı’da erdem etiği bağlamında yazılan ve Türkçeye de çevrilen önemli bir kitabın bölüm başlıklarını oluşturan 18 erdemi burada sıralamak yeterli olsa gerektir: Nezaket, Sadakat, Basiret, Ilımlılık (İtidal), Yiğitlik (Cesaret), Adalet, Cömertlik, Merhamet, Bağışlama, Minnet, Alçakgönüllülük, Sadelik, Hoşgörü, Saflık, Yumuşak Huyluluk, İyi Niyet, Mizah, Aşk/Sevgi (Comte-Sponville, 2004).

    Yeniden Draz’a ve İslam ahlakına dönecek olursak, onun konu başlıklarından bazılarına göre, Kur’an’ın ahlaki yasakları, bireysel ve toplumsal düzeyde erdemsizlik saydığı huylar ve davranışlar (ki bunlar, ahlaki çöküşün göstergesi olarak kıstas alınabilecek olumsuzluklardır) şöyledir: İntihar, yalan, fiilleri sözlerine uymamak, cimrilik, israf, gösteriş, gurur-kibir, dünyaya bağlılık, kıskançlık, fuhuş, içki ve benzerlerinin kullanılması, kirlilik, gayr-i meşru kazanç, kötü yönetme, adam öldürme, hırsızlık, aldatma, yalan şahitlik, faiz, emanete hıyanet, haksızlık ve zulüm, yoksula ve yetime kötü muamele, iftira, kötü haberlere aceleyle kanma, haysiyet ve namus ihlali, umumi kötülüğe kayıtsızlık.

    Ahlaklılık ve ahlaksızlıkla ilgili bu kısa fakat bütünü görmeye yarayan özetten sonra tekrar konumuza, ‘‘Batı ahlaken çöküyor.’’ klişesinin gerçekliği meselesine dönebiliriz. Bir uygarlığın yahut en azından kültürün ahlaken çöktüğünden bahsedebilmek için, yukarıdaki erdemsizlikler listesini 4-5 maddede özetleyerek söyleyeceksek; 1) Yalancılık (aldatıcılık, kandırmacılık, yalan şahitlik, sahtekarlık vb.)’nin; 2) Adam öldürme (yaralama, cinayet, terör, şiddet, kavga vb.)’nin; 3) Hırsızlık (çalma, rüşvet, gayri meşru kazanç vb.)’nin; 4) Namussuzluk (iffetsizlik, edepsizlik, haysiyetsizlik, terbiyesizlik, hayasızlık, tacizler ve tecavüzler, zinalar ve fuhuşlar vb.)’nin; 5) Kötü yönetme ve kötülüğe karşı kaygısızlık (hakkaniyetsizlik, eşitsizlik, adaletsizlik, liyakatsizlik, baskı, zulüm vb.)’nin, o toplumda, kaideyi bozmayacak istisnalar şeklinde değil, genelleştirilebilecek kapsayıcılıkta ve yaygınlıkta görülmesi gerekir. Bunlar bir toplumda, kültürde veya medeniyette yaygınlık kazanmışsa, o toplum, kültür veya medeniyet gerçekten yıkılıyor, çürüyor ve çöküyor demektir. Bu paragraftaki maddeleri daha da kısaltırsak, şunları dikkate almak gerekir: 1) Yalancılık, 2) Adam öldürme, 3) Hırsızlık, 4) Namussuzluk, 5) Adaletsiz yönetim.

    Birinci olarak, yalancılık üzerine düşündüğümüzde, acaba gözlemler veya istatistiklere göre, Batı toplumunun çoğunluğu, Müslümanlara göre veya kendi daha önceki durumlarına göre, gittikçe doğruluktan ve dürüstlükten daha fazla uzaklaşıyor, daha fazla yalancı, aldatıcı ve sahtekar hâle geliyorlar mı? Bu soruya uluslararası siyaset ve ekonomi ilişkileri açısından verilecek cevap ile kendi aralarındaki insan ilişkileri ve iş hayatı ilişkileri açısından verilecek cevap az çok değişir gibi gözüküyor. Batı, uluslararası ilişkilerde hiç de kendini göstermeye çalıştığı gibi dürüst ve ilkeli gibi durmuyor. Pek çok kimsenin gözünden kaçmadığı üzere, İslam ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkeye demokrasiyi tavsiye ederken, seçim sonuçları istediği türden kişiler lehine çıkmazsa, demokrasi havariliğini askıya alabiliyor. Veya, petrol ülkesi olan Kuveyt’e müdahalede takındığı tavır ile petrolü olmayan Bosna’da takındığı tavır aynı aciliyet ve insan hakları ilkesi tutarlılığını göstermiyor. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak, Batılı insanların bireysel insan ilişkileri ve ticaret hayatlarında bu denli ilkesiz ve iki yüzlü olduklarını söylemek mümkün değil. Aksine, içlerinde bir süre kalan birçok insan onların dürüstlük ve aldatmama gibi konulardaki iş ve ticaret ahlakına, saygı ve hoşgörüye dayalı ilişki biçimine hayran kalabiliyor. Bu hususların da, sadece bir yönünün değil, bütününün görülmesinde yarar bulunuyor.

    İkinci olarak, haksız yere adam öldürme ahlaksızlığı üzerinde düşünülebilir. Batı’nın ahlak kodlarında şefkat ve merhametin büyük bir yeri olduğunu söylemek mümkün değildir. Nietzsche’nin biraz da övgüyle belirttiği üzere, ilkçağın büyük Yunan filozoflarından itibaren, Schopenhauer gibi bir iki istisna dışında Batılı ahlak filozofları arasında merhametten bir erdem olarak bahseden filozof yoktur. Engizisyon mahkemelerindeki cadılık ithamıyla öldürülen binlerce kadından, sömürgecilik sürecinde ve dünya savaşlarında öldürülen milyonlara insana kadar; günümüzde hâlâ devam eden şiddet ve savaşlarda Batılı silah sanayicileri ve siyasilerin haksız insan ölümlerindeki rolü inkâr edilemez ve görmezden gelinemez boyutlardadır. ABD başta olmak üzere, Batılı ülkelerdeki adi cinayet vakası oranları ve hapishanelerdeki doluluk artışı da dikkat çekici boyutlardadır. Bütün bunlarla birlikte, bu olgular ve oranlar da, Batı’nın ahlaken çöktüğünü kanıtlamaya yeter gözükmemektedir. Batı’da düğünlerde veya futbol maçlarında maganda kurşunuyla ölen çocukların sayısı muhtemelen bizden çok daha azdır; trafikteki kural ihlalleri yüzünden kaza ile karışık ölenlerin sayısı da çok daha azdır; keza, töre cinayetleri, terör eylemleri ve bölgesel savaşlarda ölenlerin veya öldürülenlerin sayısı da diğer yerlerle kıyaslandığında, Batı’nın çöküşü kehanetini doğrulayacak kadar fazla ve yaygın gözükmemektedir; tarihsel ve kitlesel gerçekler yanında, kişisel ve gündelik hayattaki bu hususlar da görmezden gelinmemelidir.

    Üçüncü olarak, konuya hırsızlık açısından bakıldığında, dünyanın bütün yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürme, bütün petrol ve enerji kaynaklarını kontrol etmeye ve kendi çıkarına kullanmaya çalışma gibi, deyim yerindeyse gizli ve küresel hırsızlık denebilecek olgular bir yana bırakılırsa, Batı toplumunun rüşvet ve haksız kazanç olayını en azından kendi toplumu içinde büyük ölçüde çözdüğü; iş ve ticaret ahlakı ve hukukunu toplum içinde büyük ölçüde yaygınlaştırdığını söylemek abartı olmasa gerektir. Rüşvet ve benzeri konulardaki dünya istatistikleri, tam anlamıyla güvenilir olmasalar da, bu alandaki başarıyla ilgili bir fikir vermektedir. İş ahlakı disiplini ve kazanç karşısında toplumsal projelerde yer alma gibi hususlar açısından da Batı toplumu ahlaken aşikar bir çürüme ve çökme belirtisi gösteriyor gibi gözükmemektedir.

    Dördüncü olarak, namussuzluk kavramı açısından bakıldığında, çöküş söylemiyle ilgili gözlemlerin en yaygın dillendirildiği alana gelinmiş olur. Her ne kadar namus veya iffet kavramı, hırsızlık ve adan öldürme gibi kavramlara göre anlamı daha müphem ve izafi bir kavramsa ve namus ve iffet algısı toplumdan topluma, çağdan çağa büyük farklılıklar arzediyorsa da, bunun her toplumda kötü görülen yönleri yok değildir. Örneğin, giyinme ve iffet arasındaki ilişki kısmen göreceli olabilse de, muhatabın hiç rızası olmadan yapılan her türlü taciz ve tecavüzün erdemsizlik olması konusunun herhangi bir göreceliği yoktur ve her toplumda, her çağda kötü görülmeyi hak eder ve öyle görülür. Bu gibi açılardan bakıldığında, Batı toplumunun, özgürlükler ve özellikle cinsel özgürlükler konusunu bir hayli istismar ettiği ve toplumun çoğunda cinsel ilişki yaşının çok aşağılara düştüğü, ergen yaşta hamilelik ve kürtajların çok yaygınlaştığı, cinsel taciz ve şiddetin en güvenli olması gereken alanlara kadar girdiği istatistiklerde de şaşırtıcı derecede görülmektedir. Bununla birlikte, bu olumsuzluklar, maalesef, sadece Batı toplumuna özgü değildir. Ayrıca, ahlak sadece örtünme ve kadın erkek ilişkisindeki mesafelilikten, ahlaksızlık da sadece iffetsizlikten ibaret görülmezse, Batı’da bu konudaki daha belirgin savrulma, sapma ve sapkınlıklar, tek başına çökme teorisini kanıtlamaya yetmez diye düşünülebilir.

    Beşinci olarak, adaletsiz yönetim konusu, Batı’nın çöküş gösterdiği söylenebilecek konular arasında belki en sonuncusu olsa gerektir. Çünkü Müslüman bireyler ve toplumlar bile kendi ülkelerindeki mahkemelerde adalet bulamasalar, ilahi adalet öncesindeki son umut olarak Avrupa mahkemelerini görüyor ve çoğu kez (bu satırların yazarını her zaman şaşırtmış bir şekilde) çok da büyük bir inanç ve güvenle oraya başvuruyorlar. Bu durumda, Batılıların adaletten, haktan ve hukuktan ayrıldıklarını; adaletten ayrılanın ise mülkünün temelinin sarsılacağını, dolayısıyla Avrupa mülkünün/medeniyetinin çökmek üzere olduğunu söylemek çok makul ve tutarlı gözükmemektedir.

    Yönetim konusuna baktığımızda durum yine benzer bir hâl arzetmektedir. Müslüman entelektüeller, siyasiler ve hatta din adamlarının çoğunluğu için demokrasi, (yine bu satırların yazarına biraz abartılı gelecek şekilde) son yıllarda adeta imanın yedinci şartı gibi sunulmakta ve savunulmaktadır. O, siyasi, ahlaki, ekonomik ve benzeri değeri konusunda en küçük bir şüphe edilemez; hakkında en küçük bir eleştirel değerlendirme yapmaya cesaret dahi edilemez bir üst değer konumundadır. Öyleyse, yargı sistemi bu derece güvenilir ve adil, yönetim biçimi bu derece değerli, ileri, ahlaki ve neredeyse kutsal olan Avrupa, bu açılardan bakıldığında da çöküşe bazılarımızın öngördüğü kadar yakın olmasa gerektir. Bu durumda, Avrupa’nın, yargısı idealse, yönetim biçimi idealse, bazılarımıza göre, yasaları ve yasaması çok daha öncelerden beridir zaten idealse, o zaman bu Batı, sadece kadın-erkek giyimi ve ilişkileri bizim istediğimiz tarzda değil diye mi batacak, yahut çökecektir? Yok eğer konu bu kadar basit değilse, kendimizi boşuna avutmayıp, bir an önce Batı ile “ahlak yarışı”nda nasıl daha öne geçeceğimizin hesaplarını yapmalıyız.

    Ayrıca, şu husus da belirtilmeden geçilmemelidir ki, ahlak sadece teoriden/bilgiden/etikten ibaret olmadığı gibi sadece yaşantıdan/uygulamadan, erdemli veya erdemsiz davranışlardan ibaret de değildir. Ahlaklı davranışı besleyen ahlak teorisi, ahlak ilmi, ahlak felsefesi ve ahlak eğitimi de önemlidir; ve bir medeniyetin ahlaken çöküp çökmediğine karar vermeden önce, onların toplumsal ahlaki yaşantıları kadar, ahlak ilim ve felsefesine ve bunların eğitimine ne kadar önem verip vermediklerine de özellikle ve özenle bakılmalıdır.

    Konuya teorik, bilimsel, felsefi ve eğitimsel açıdan baktığımızda da, Batı’nın ahlaken çöktüğünün alametleri yine çok açık gözükmemektedir. Çünkü, ilk olarak, Batı, örneğin bizim aksimize, hâlâ ahlak filozofu yetiştirmeye devam etmektedir. 20. yüzyılın birçok filozofunun ahlak konusunda da eserleri olması bir yana, adları anıldığında ahlak akla gelen Emanuel Levinas, Alasdair MacIntyre, John Rawls, Zygmunt Bauman, Peter Singer gibi ahlak filozofları yetiştirmeyi sürdürmektedirler. Keza, gerek erdem etiği, gerek ödev etiği, gerekse faydacı etik gelenekleri günümüzde de yeni savunucular bulabilmekte; bunlar yanında Postmodern Etik (Bauman) gibi yeni ahlak arayışları varlığı sürdürmektedir. Buna karşın, Çağdaş İslam Düşünürleri başlıklı bir derlemede (Karadaş, 2003) adı geçen şu düşünürlerden herhangi birinin adı anıldığında ahlak veya ahlak konulu bir kitap akla gelmekte midir?: Mevdudi, Fazlurrahman, Faruki, S.H. Nasr, Hamidullah, M. Arkoun, H. Hanefi, Nasr Hamid Ebu Zeyd, Hüseyin Atay, Hayrettin Karaman, Bekir Topaloğlu, Süleyman Uludağ. Bu durumda, bir medeniyet hâlâ ahlak filozofu yetiştirmeye devam ediyorsa onun ahlaken çöküşünün çok yakın olduğunu düşünenler hayal kırıklığına hazır olmalı dense acaba yanlış mı söylenmiş olur? Buna karşın, başka bir medeniyette ahlak dendiğinde herhangi bir düşünür, yahut herhangi bir düşünür anıldığında herhangi bir ahlak eseri artık akla gelmiyorsa, asıl kaygılanması gerekenler belki de ikinciler değil midir?

    Son olarak, ahlak eğitimi meselesine değinecek olursak: Bir toplumu ahlaklı bir toplum yapacak olanlar, öncelikle ahlak eğitimcileridir. Bir toplumda ahlak eğitimini verecek olanlar da, herkesten önce İlahiyat eğitimi alanlardır. Onların bir kısmı okullardaki örgün eğitimde öğretmen olarak, bir kısmı da mabetlerdeki yaygın eğitimde vaiz ve vaize olarak toplumun ahlak eğitimi ihtiyacına cevap vermeye çalışırlar. Bu, hemen hemen her toplumda böyledir; ahlak eğitimi genellikle ilahiyatçılar veya din bilimciler eliyle yapılır. İlahiyatçıların bu eğitimi hakkıyla ve iyi bir biçimde yapabilmeleri için de, İlahiyat Fakültesi’nde okurken bunun öğretim ve eğitimini yeterli bir şekilde almış olmaları gerekir. Batı’daki Teoloji Fakültelerinde bu eğitimin az veya çok verildiği görülmektedir. Örneğin bu satırların yazarının kısa bir süre bulunduğu Göettingen Üniversitesi İlahiyat/Teoloji Fakültesinde, üç ahlak dersi verildiği anlaşılmaktadır: Ahlak Tarihi, Ahlak Esasları, Uygulamalı Ahlak. Türkiye’deki 5 yıllık İlahiyat Fakültesi eğitimi içinde ise sadece bir yarı yılda ve sadece iki kredilik bir ahlak dersi okutulmakta idi: İslam Ahlak Esasları ve Felsefesi. Çökeceği öngörülen Batı’daki bir ilahiyat fakültesindeki üç ahlak dersine karşı bizdeki ilahiyatlarda bir ahlak dersi yeterli görülüyor(du).

    Biz (ve muhtemelen bazı okuyucular) bunu bile az görürken, İlahiyat Fakültelerinin müfredatı ile ilgili en son (15 Ağustos 2013) gelen programda o bir saatlik ahlak dersinin de kaldırıldığı görülmektedir. Bir Hristiyan İlahiyat öğrencisi, eğitimi esnasında üç ayrı ahlak dersi alırken, bizdeki İlahiyat öğrencileri artık “ahlak yükünden” (!) kurtuldular; artık hiçbir ahlak dersi görmeyerek İlahiyattan mezun olacaklar. Bir medeniyet, toplumuna ahlak öğretecek ilahiyatçısına en az üç saat ahlak dersi verirken, öbür medeniyet bir saat ahlakı bile çok görüp kaldırıyorsa, bu gidişle (Allah korusun) ahlaken kimin çöküp çökmeyeceği üzerine daha fazla söze gerek var mıdır?

    Hasılı, bizi, Batı’nın ahlaken çöküp çökmemesinden daha çok kendi çöküp çökmeyişimiz ilgilendirmelidir. Batı da, dünyanın öteki medeniyetleri ve kültürleri de Kur’an’ın Müslümanlara yüklediği “İyilik/Ahlak Yarışı”ndaki rakiplerdir. Kendisine güvenen, mert insanlar rakibin zayıflığından medet ummaz; aksine daha güçlü rakiplerden hoşlanır. Biz de, bütün rakiplerimizin ahlaken çökmesini değil daha da güçlenmesini isteriz. Ama biz, “ahlak yarışı”nda en güçlü rakibin bile fersah fersah ilerisinde olmaya talip; buna mecburuzdur. Bizim dinî ve ahlaki ödevimiz de, bizi izzetli kılan geleneğimiz ve insanlığa örnek kılacak olan geleceğimiz de budur.