Annemarie Pieper ile Çokkültürlü ve Etnisiteli Toplumlarda Ahlak Üzerine

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Prof. Dr. Annemarie Pieper Almanya’nın son dönemde yetiştirdiği, Avrupa’nın en önemli ahlak felsefecilerinden biri. Öğrenim hayatına Saarbrücken’de başlayan ve Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi’nde devam eden Pieper, 1981 ile 2001 yılları arasında, yirmi yıl boyunca İsviçre’nin Basel Üniversitesi’nde profesör olarak akademik çalışmalarını sürdürdü. Uzmanlık alanları arasında ahlak felsefesinin yanı sıra varoluşsal felsefe de bulunuyor. Türk okuyucusunun da yakından tanıdığı Etiğe Giriş isimli kitabı ise bugün birçok felsefe fakültesinde ders kitabı olarak okutuluyor. Pieper ile çokkültürlü ve etnisiteli toplumlarda ahlakı, ‘‘Batı’nın ahlaken çökmüşlüğünü’’ ve modern dönemde herkesi kuşatıcı ahlaki yargılarda bulunmanın koşullarını konuştuk.

    Yeryüzündeki hiçbir ahlak anlayışı, ‘‘Benim ilkelerim mutlak hakikati ifade etmiyor, onlara ister uyun, ister uymayın!’’ demez/diyemez sanırım. Her ahlak anlayışı kendi amacını en üstün amaç görüp, başkalarını şöyle ya da böyle kendi anlayışına itaate zorlar ve farklı anlayışları yok etmek ister (!) Hâl böyleyken, ‘‘ahlak’’ın bir yönüyle despotik olduğu söylenebilir mi?

    Sorunuzda etik ile ahlak arasında bir farklılık gözetmiyor gibisiniz. Bu ise bana son derece önemli görünüyor. Ben ahlak ile geleneklere dayanan, bölgesel olarak farklılıklar gösteren, mevcut hayat tarzlarına uygun kültürel normları ve değer sistemlerini anlıyorum. Etik ile ise ahlakın anlamı üzerine düşünmeyi…

    Ahlaklı bir insan olarak, ‘‘başka ülkeler, başka âdetler’’ [Andere Länder, andere Sitten] deyişini hatırlıyorum ve dünyanın tümünde benim davranış kurallarıma göre hareket edilmediğini biliyorum. Bu nedenle kendi ahlakının geçerliliğini kişi yalnızca kendi kültür çevresinde savunabilir. Dolayısıyla kültürlerin üstünde geçerli olanın ne olduğu başlangıçta tespit edilemez, bilakis ancak müzakere edilebilir, edilmelidir. Ve bu noktada da etik yardımcı olabilir; ancak farklı ahlak sistemlerini yargılayan bir hakem olarak değil, aksine nasıl bir mutabakat sağlanabileceğine dair argümanlar sunmak suretiyle.

    Teolojinin hiçbir insanı dindar yapamayacağı ve hangi dinin en iyi din olduğunu söyleyemeyeceği gibi, etik de kimseyi ahlaklı yapmaz ve bütün insanları bağlayıcı normlar ve değer yargıları vaaz eden belirli bir ahlak öneremez. Kim ki, kendi ahlak anlayışını mutlaklaştırırsa ve diğer düşünürler (ve inanç sahipleri) ile diyaloğa hazır değilse, o kişi kendi kendisine küstahça, ait olduğu kültürel koşulluluğun aslında müsaade etmediği, ahlaki (ve dinî) bir yorumculuk atfeden bir fanatiktir.

    Ahlak kavramlarının tarihinde kopuşlar kadar süreklilikler de var kuşkusuz. Etiğin temel kavramlarından olan, ‘‘iyi’’ ya da ‘‘mutluluk’’ gibi kavramlar için durum nedir? Örneğin Homeros’un zihnindeki ‘‘iyi’’ kavramı ile sizin zihninizdeki ‘‘iyi’’ kavramı arasındaki benzerlikler, ayrılıklardan daha mı az? Yoksa her dönemin bambaşka iyi-kötü vs. algı ve anlayışları olduğu söylenebilir mi?

    Batılı gelenekte etiğe ilişkin problem alanı antik Yunan’dan bu yana aynıdır: İnsanlar birbirleriyle (bir arada yaşamak ve) geçinmek zorundadır ve bunu ancak ait olunan toplumda iyinin, kötünün, adil olanın, neyin kişiyi mutlu ettiğinin bir anlaşma/mutabakat ile düzenlenmesi sağlayabilir. En eski etik kural, kimseye bilerek ve isteyerek kötülük yapılmaması gerektiğidir, daha doğrusu -sana yapılmasını istemediğini, başkasına yapma- ‘‘altın kural’’ı hemen hemen bütün kültürlerde, genel geçer bir davranış prensipi olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte, dünya görüşlerinin toplumsal ve şahsi hayat şartlarına bağlı olması ve zaman içinde tarihi şartların değişmesi dolayısıyla, davranış biçimleri ve bu davranış biçimlerine dair iyi/kötü/adil tasavvurları da değişir. Etik perspektifi açısından değişmeyen tek şey, (muhtemel) çatışmaların şiddete başvurulmadan çözülmesi gerektiğine dair taleptir.

    Müsaadenizle, -kontextin biraz dışında da olsa, başlarken- şunu da sormak istiyorum; insan bir karşılık beklemeden, sadece iyi olduğu için eylemde bulunur mu gerçekten? Yoksa arzu edilen son kertede, (Allah’ın rızasını kazanmanın bir sonucu olarak) cennet, toplum tarafından takdir edilmek ya da kendini iyi/değerli hissetmek vs. gibi, her zaman bir karşılık mıdır?

    Hristiyan geleneğinde şahsi çıkar ya da mükafat için değil, sadece iyi olduğu için, sadece yardım etmek amacıyla yapılan şeyler de vardır.

    Felaket zamanlarında insanların birbirlerine kişisel fayda gözetmeksizin yardım ettiği, tehdit altındaki insanları kurtarmak için büyük fedakarlıklar gösterdiği de vakidir. Benzer şekilde, gelecek nesillerin yaşam kalitesini dikkate alan, uzun vadeli planların yapılması gerektiğine dair bugün mevcut olan talep de bunun için iyi bir örnektir.

    Kant’ın ifade ettiği gibi, Aydınlanma’nın sloganı: Aklını kullanma cesareti göster! idi. Bu bağlamda, ‘‘Aydınlanma’’dan bu yana, bireyselliğin giderek derinleştiği ve yaygınlaştığı toplumlarda, herkesin kendi doğrularını belirlemesi mümkün olabilir mi? Asıl sormak istediğim; insan bunu gerçekten ister mi? Bu maliyeti çok büyük bir –zihinsel- çaba değil mi ve sıradan bir insan daha ziyade ona ne yapılması gerektiğinin söylenmesini tercih etmez mi?

    Kant bununla herkesin istediği gibi, kendi değer yargılarına göre davranabileceğini kasdetmiyordu tabii. Doğası gereği her insanın belirli tercih ve eğilimleri ve buna bağlı olarak da iyi bir yaşama dair değer yargıları vardır. Ancak bir birey olarak diğer bireylerin içinde yaşanıyorsa -Robinson gibi bir adada değil-, kişinin özgürlüğünün sınırını başkalarının özgürlüğü belirler ve herkese kendini gerçekleştirmek için talep ettiği hakkın tevdi edilmesi gerekir. Kollektif normlar -hukuki ya da ahlaki normlar- özgürlük sınırının nereye çekilmesi gerektiğini belirler, bu insanların özgürlük haklarını engellemek için değil, aksine herkes için mümkün olan en geniş özgürlük alanlarını açmak içindir. Ve bu sınır, toplumun çoğunluğu tarafından çok katı bulunduğunda, her zaman için değiştirilebilir. Bu noktada cinsel tabularla ilgili değişen algılar geliyor akla…

    Avrupa’da, hatta tüm dünyada artan dinî, kültürel ve etnik çeşitliliği göz önünde bulundurarak sormak istiyorum: Çok dinli ve etnisiteli toplumlarda herkes için geçerli ahlaki normları nasıl belirleyeceğiz? Farklı –dinî ya da kültürel- referanslara sahip insanların ahlaki görüşleri arasındaki sürtüşmenin giderilmesi, ‘‘nesnel’’ bir ahlaki değerler dizisinin belirlenmesi mümkün mü?

    Görüşlerimi yine insan haklarına atıfta bulunarak ifade edeceğim, ki bu aslında çok basit bir şey talep eder: Her insan, insanlığın bir üyesi olarak eş değerde görülmelidir, ki onun bu hakka sahip olduğu kadar, bilgi [Wissen] ve vicdana [Gewissen] uygun davranmak ve çatışmaları bir mutabakat çerçevesinde çözmek gibi sorumlulukları da vardır. Bundan çıkan sonuç ise şudur; farklı dünya görüşlerine sahip insanlar, hak ve sorumluluklarından vazgeçmek için fiziksel ya da psikolojik olarak baskı altına alınamazlar.

    Diğer taraftan ise, hiç kimse en doğru görüşe sahip olduğunu kimseye dayatamaz, tam tersine herkes normlara ve değer sistemlerine dair görüşlerini sebeplendirmeye, daha doğrusu posizyonunu değiştirmeye hazır olmalıdır. İnsanlar farklı kültürel geçmişlere sahip insanlarla ne kadar uzun süre birlikte yaşarsa, o denli, nesiller boyunca oluşacak olan ortak bir kültür geliştirebilir, bu kültüre kişinin vazgeçilmez olarak gördüğü kendi kültürü de içkindir ama aynı zamanda genel kabul görmüş yeni mutabakatların temellendirdiği, sonuçta çatışmaların çözümü konusunda başarılı olduğunu kanıtlamış olan norm ve değerler de buna dahildir.

    Peki, modern toplumlarda mevcut çeşitlilik, inanç ve değer yargılarındaki farklılık içinde, herkese gerçekten adil davranılabilinir mi? Yoksa çoğunluğun salahiyeti için azınlıkta olanlara ‘‘haksızlık’’ yapılması bir yönüyle normal, hatta gerekli mi?

    Demokratik toplumlarda çoğunluğun kararları da değiştirilebilir. Her ne kadar azınlıklar adına bunu başarmak her zaman için çok kolay olmasa da, adil olan budur. Zira demokratik bir toplumun bir üyesi olarak ben, daha başlangıçta, kendi isteklerimden önce toplumun iradesinin önceliğini kabul ederim. Her ne kadar niceliksel olarak az da olsalar, azınlıkların korunması, endişelerinin göz ardı edilmemesi, aksine kamusal tartışmaya açılması ve gereğince üzerinde durulması da demokrasilerin bir parçasıdır.

    Dünyanın sekülerleştiği, özellikle son asırlarda dinin sahneden iyice çekildiği tekrar edilip duruyorken, bir yandan da dine yönelişin giderek hız kazandığına şahit oluyoruz. Dindar insanların her geçen gün daha kuvveti ‘‘dinî kurallara uygun yaşama iradesi’’ ortaya koyduğu seküler bir dünyada, bir ‘‘uzlaşma’’ nasıl mümkün olabilir?

    İfade özgürlüğü kadar dinî pratiklerin özgürce yerine getirilmesi hakkı da demokratik özgürlüklerin bir parçasıdır. Bu hakka, kişinin şahsi görüşünü ve dinî inancını genelleştirmek ve mutlaklaştırmak ise dahil değildir.

    Etik açıdan değerlendirildiğinde, kimse kendi görüşünü bir başkasına zorla kabul ettirmeye çalışamaz, bu inançlı ve inançsız insanların birbirlerinin özel hayat biçimlerine hoşgörülü yaklaşması gerektiği anlamına gelir.

    Ahlaka dair genel tanımlardan biri şöyle: ‘‘Bir eylem öznel ihtiyaç ya da çıkarların sonucu değilse; başkalarının da isteklerini hesaba katan öznelerarası bir gerçeklik taşıyorsa ahlaki olur.’’ İnsanlık tarihinde bu anlayışın hâkim olduğu herhangi bir dönem oldu mu? Yoksa Kant’ın ‘‘kozmopolit dünya düzeni’’ dediği, küresel adaleti esas alan bir değerler ve kurumlar sistemi bir ütopya olarak mı kaldı/kalacak?

    Aslında kendi amacının peşinden giden her eylem tam anlamıyla etik bir eylem olarak değerlendirilebilir. Örneğin kendi sağlığımı korumaya çalışıyor ve onu tehlikeye sokacak durumlardan kaçınmaya dikkat ediyorsam, bu benim şahsi faydam ile ilgilidir ve buna kimse karşı çıkamaz. Bununla birlikte, şayet ben başka insanları araçsallaştırıyorsam, onları kendi amacımın gerçekleşmesi için bir araç olarak kullanıyorsam o zaman gayri ahlaki davranıyorum demektir, Kant’ın Ahlak Yasası’nda [Formeln des kategorischen Imperativs] formüle ettiği gibi…

    Bir yönüyle bütün norm ve değerler birebir uygulanamaması ve her zaman için koşulsuz olarak geçerli olmaması açısından -tırnak içinde söylüyorum- ütopiktir. Norm, değer ve uygulamalar birbiriyle içiçedir ve temel olarak ahlaken ölçülü bir davranış buyururlar. Her ne kadar uygulamada aksaklıklar olsa da, ya da adalet prensibi (zaman zaman) yaralansa da, bundan hakikat ve adalet prensibinin normatif gücünü kaybettiği sonucu çıkmaz.

    Sokrates’e atfen; insanın sınırsız arzularının doyurulmasının olası olmadığı ve bu noktadan hareketle iyi kavramının zorunlu olarak bir sınır gözetme kavramına bağlı olduğu ileri sürülür. Modern yaşam tarzları ise en çok arzuların sınırsız doyum arayışı ve sahip olma isteği ile tanımlanabilir heralde… Hayattaki nihai gaye mutlu olmaksa, modern insanın arzularına ket vurmadan mutlu olma olasılığı nedir sizce? Daha çok sahip olmanın en yüksek iyi olarak benimsendiği, insanların birbirlerini sahip olduklarıyla değerlendirdiği bir çağda insan daha çok sahip olmanın onu aslında pek de mutlu etmediğini farkedebilecek midir?

    Evet, ihtiyaçlar yalnızca geçici olarak giderilebilir, asla sürekli olarak ortadan kaldırılamaz. Bu insanın bedeni yapısı ile bağlantılıdır, mekân ve zaman koşullarını izler ve hiçbir zaman bitmez. Bu nedenle maddi arzuların tatminine bağlı mutluluk yalnızca kısa sürelidir ve yapısı gereği, -masallarda olduğu gibi- sonsuza dek sürmez.

    Akıllı kişi itidalli bir hayat sürer, haz prensibini öven ama aynı zamanda ölçülülüğü salık veren Epikür başta olmak üzere, hazcıların (hedonist) tavsiye ettiği gibi… Dolayısıyla herkesin kendisine göre, çok fazla ile çok az arasındaki orta yolu bulması ve buna göre yaşaması gerekir.

    Bununla birlikte, itidal erdemi insanların doğuştan sahip olduğu bir erdem değildir, öğrenilmesi gerekir, bu ise ekonomik dikta altında yaşanan bir çağda pek de kolay değil. Bugün için bizler, temel olarak, hep daha fazlasını isteme şehvetinin albenisinden nasıl kaçıp kurtulunacağını bize gösterebilecek rol-modellerin eksikliğini çekiyoruz.

    Ulaşım-iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte, artık küresel bilimlerden ya da bilimsel gelişmelerden bahsetmek mümkün. Aynı şeyi ahlak alanında da gerçekleşecek midir dersiniz? Küreselleşen, dolayısıyla benzeşen dünyada, ahlaki yargılar için (dinler/kültürler/toplumlar üstü) ortak bir zeminin bulunması mümkün olacak mıdır? Yoksa insanın öteki ihtiyacı buna müsaade etmez mi?

    Bugün insan hakları dünyanın her yerinde, herkesin ağzında, hatta Batılı insan hakları geleneğinin hâkim olmadığı yerlerde bile. Bu ‘‘slogan’’ın ardında ise çok önemli bir şey gizliyor kendisini. Şöyle ki; insan hakları ile, bireysel özellikleri göz önünde bulundurulmaksızın, her bir insan tekine tartışmasız olarak tevdi edilmesi gereken özgürlük haklarının kastedildiği sık sık unutuluyor. İnsan haklarının temelinde ise etik bir bakış bulunuyor: Bütün insanlar eş değerdedir ve ne kadar farklı görünürse görünsünler, ne denli farklı yaşamak isterlerse istesinler herkes eşittir.

    Eğer hiç kimseye daha az değerli olduğu gerekçesiyle ayrımcılık yapılamayacağı ilkesel olarak açık ise, o takdirde mevcut farklılıkların tartışılabileceği ve ortak hedeflerin dostane bir şekilde belirlenebileceği bir zemine de sahip olunabilir.

    Özellikle Türkiyeli dindarlar arasında, Roma gibi, Osmanlı’nın da ahlaki yozlaşma nedeniyle yıkıldığı iddiası çok yaygındır. Bu iddia uzun süredir Batı için de tekrarlanır. Batı’nın ahlaken çöktüğü en azından iki asırdır tekrar edilip durulan bir ‘‘klişe’’dir. Bu iddianın temellendirilmesi için başvurulan örnekler ise genelde cinsel içeriklidir. Bu bir yönüyle normal sanırım, zira çoğu insana göre ahlak büyük oranda cinsellikle ilgilidir. Sorum şu: Bir medeniyetin ya da devlet gibi büyük bir organizasyonun ahlaki nedenlerle yıkılması mümkün müdür? Mümkünse bunun şartları nelerdir?

    Aslında ahlaki çöküşler her zaman olmuştur. Antik Yunan’dan beri…

    Etiğin insan yaşamındaki en önemli norm olarak gördüğü özgürlük, ne olup biteceğini kaçınılmaz olarak belirleyen bir doğa kanunu olmadığı sürece, suistimal edilebilir ve kimsenin çevresindekileri önemsemediği, ahlaksız bir toplum ortaya çıkabilir. Thomas Hobbes bu durumu herkesin herkese karşı savaşı olarak tanımlar.

    Roma gibi, Osmanlı devletinin de ahlaki yozlaşma nedeniyle yıkılması meselesine gelince: 600 yıllık Osmanlı devletinin çöküşü ilk etapta ahlaki sebeplerle değil, politik sebeplerle ilgilidir. Kaybedilen savaşlarla birlikte politik güç kaybı yaşanmış ve bunun sonucunda imparatorluk küçülmüştür.

    Bir imparatorluğun çöküşünü ahlaki değerlerin değişmesinin ne kadar hızlandırdığını kestirebilmek güç. Çünkü eski, geleneklere önem veren, muhafazakar bir nesil için ahlaki çöküş olarak nitelendirilen şeyler, reform ve ilerleme isteyen kesimlerin perspektifinden eski davranış biçimlerinden -eğer baskı aracı olarak görülüyorlarsa- kurtulmak için kaçınılamaz bir zorunluluk, hatta tek çare olarak görülebilir.

    Yabancı örf ve adetlerle olan temas, onları eleştirel bir bakışla ele almayı ve kendi ahlakımızı bu çerçevede analiz etmeyi gerektirir. Bu şekilde kendi ahlakımızın başkalarının ‘‘çökmekte olan’’ ahlakından ne ölçüde daha iyi olduğunu inceleyebiliriz. Yani, iki farklı ahlaki sistemini birbiriyle kıyasladığımızda yargımızı belirleyecek olan sahip olduğumuz bakış açısıdır.

    Ahlaki çöküş [söylemi] bir toplumun ya da kişinin ahlaksız olduğunu ima eder. Ama belirli bir ahlakın yok olmasının pozitif sonuçları da olabilir. Sözgelimi yeni, insanların taleplerini daha iyi karşılayan, birlikteliği destekleyen ve eskisinden daha iyi bir ahlak sistemi ortaya çıkabilir. Her ne kadar, geçiş dönemlerinde ilerlemeye -bazı haklı nedenlerden dolayı- karşı çıkan bir kesim her zaman için var olacak olsa da.

    Ahlaki normların ebediyyen geçerli olamayacağını, değişebileceğini kabul edelim. Ancak öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, değişimin hızına ayak uydurmak mümkün değil. Sözgelimi, yirmi yıl önce ‘‘anormal’’ veya ‘‘kötü’’ olarak nitelenen durumlar/değer yargıları, yirmi yıl sonra normal karşılanıyor, hatta ödüllendiriliyor ve bu durum, aynı sosyal ve kültürel çevre içinde oluyor. Hâl böyleyken, şimdilerde ortalama 80-85 yıl olan insan ömrü değişip duran ahlak/değer yargılarıyla geçiyor. Bu külli ahlaki yargıların tespiti ve tabii insanın mutluluğu için bir dezavantaj değil mi?

    Ahlaki normlar da insanın özgürlük anlayışının değişmesiyle birlikte değişirler. Örneğin cinsel tabular eski güçlerini yitirdiler, çünkü insanların, yabancı otoritelerin diktasına boyun eğmek yerine, kendi vücutlarına sahip olduklarına dair hak ve talepleri arttı. Bununla birlikte iki bin yıldan uzun bir süredir varlığını koruyan eski İsevi yasaklar -annene ve babana saygı göstermelisin, kimseyi öldürmemelisin, yalan söylememelisin, hırsızlık yapmamalısın, vesaire…- bağlayıcı olarak görülmeye devam edildi ve dinî inançları olmayan insanlar tarafından da tanındı/kabul edildi.

    Bir norm şahsi özgürlüğü baskı altına alma hususunda ne kadar katıysa, eskime (değersizleşme) hızı da o kadar büyük olur. Bu durum ise insanların kendi hedeflerini özgürce ve kendinden sorumlu bir biçimde seçmek gibi, büyük bir talihi de içinde barındırır. Buna mukabil kişi sadece kendi çıkarına olan, diğer insanlara (topluma) zarar veren davranışlardan kaçınmalıdır. Bunun onu mutsuz edip etmeyeceği ise önemli (ama başka) bir sorudur. Ancak, buna karşın diğer insanların (toplumun) da bireyi dikkate alması, onun özgürlüğüne saygı duyması gerekir.

    Bir önceki soruya paralel olarak: Ahlakın amacı en nihayetinde davranış kalıplarını tespit etmek, bunun sonucu olarak erdemli bir yaşama ulaşmak ve mutlu olmaksa, değer yargılarının bu kadar hızlı değiştiği bir çağda modern insan mutlu olmak için ne yapmalı, daha doğrusu değişimin hızının onu mutsuz etmesini nasıl engellemeli?

    Bahsettiğiniz hızlı değişime rağmen, temel değerler uzun zamandır aynıdır. Örneğin, adalet, doğruluk, insanilik daha önce olduğu gibi şu anda da en ön sırada bulunur ve hatta politik programlarda kendisine yer bulur. Ancak, antikitede bulunmayan, ökoloji gibi, yeni değerler de vardır. Doğanın korunmaya değer olduğu, kaynaklarının korunması için kalıcı bakıma/ilgiye ihtiyaç duyulduğu o zamanlar kimsenin aklına gelmiyordu, çünkü doğa daha ziyade –depremler, taşkınlar vs. dolayısıyla- bir tehdit olarak algılanıyordu ve insanlar doğaya zarar verebilecek tekniklere henüz sahip değildi.

    Kimi zaman şahsi mutluluk genelin (toplumun) salahiyeti için geri plana itilmelidir. Kant, etiğinde çatışma durumlarında ödevin (şahsi) mutluluğa karşı bir önceliği olduğunu anlatır. Bununla birlikte ödev bilinciyle hareket ettikleri hâlde bütünüyle mutsuz olmayan insanlar da vardır.

    Şu husus sıklıkla unutulur; (etik anlamda) özgürlüğün bir seçim meselesi olmadığı, aksine herkese mümkün olduğunca geniş bir özgürlük alanının açılması zorunlu olduğu sürece, ödev de bir özgürlük kavramıdır.

    Tabii işin bir de kuşaklar arası çatışma boyutu var. Yine ortalama insan ömrünün 80-85 yıl olduğunu kabul edersek, bu süre zarfında birbirinden tamamen farklı değer yargılarına sahip 3-4 neslin birbiriyle ‘‘çatışması’’ sorunu doğuyor. Bu da toplumsal huzur için ciddi bir problem olsa gerek… Geleneksel davranış biçimlerinin nispeten muhafaza edildiği toplumlardan, daha modern toplumlara gelmiş göçmenler arasında bu durum daha da büyük bir problem. Bu, bir yönüyle kaçınılmaz olan, çatışma nasıl minimize edilebilir?

    Kuşaklar arası çatışma neden kaçınılmaz olsun? 20. yy’ın ilk yarısına kadar, genelde üç kuşak aynı çatı altında yaşıyordu ve aile üyeleri birbirlerine karşı gayet toleranslıydı da. Büyük anne torunlarına dikkat ederdi ve onlar da, bakıma muhtaç olduklarında büyük anne ve babalarının bakımıyla ilgilenirdi. Bugün anne babalar ile büyük anne ve babalar ayrı yaşıyorlar, ki bu birçok çatışmayı daha başlangıçta engelliyor, ancak birçok büyük anne babanın emeklilik çağında torunlarıyla ciddi manada ilgilendiği ve mesleki yaşamlarını sürdüren çocuklarının yükünü büyük ölçüde hafiflettiği görülürse o zaman ailenin bir arada tutulmasına dair endişeler de giderilmiş olur.

    Geleneksel davranış biçimlerinin belirli ölçüde muhafaza edildiği toplumlardan, daha modern toplumlara gelmiş, farklı değer yargılarına sahip göçmenler konusuna gelince; bu hususta her iki taraf için de bir yönlendirme ihtiyacı beliriyor. Yabancı bir ülkede yaşamak isteyen biri kendi kültürel değerlerini o ülkenin yerlilerinin dirençsiz bir şekilde kabul edebileceğini bekleyemez elbette. Aynı şekilde, o ülkenin yerlileri de göçmenlerin kendi geleneksel norm ve değerlerinden vazgeçmelerini talep edemez. Karşılıklı saygı, tolerans için gösterilen ortak irade ile birlikte, insanların birbiriyle konuşabilmesi ve her iki tarafa da mümkün olan en geniş özgürlük alanı açacak sınırlara riayet edilebilmesi için, gerekli temeli sağlayabilir. Her iki taraf da birbirlerine uyum sağlamak zorundadır ve bu, her iki tarafın da (bir ölçüde) taviz vermesi gerektiği anlamına gelir.

    Filozofların, düşüncelerinin bir süre sonra geniş halk kitlelerini etkilediği, onların ahlakı üzerinde etkili olduğu -ahlakı hem gelenek/âdet, hem de karakter/mizaç anlamında kullanıyorum-, dolayısıyla etikteki paradigma değişiminlerinin toplumsal ve tarihsel olanı da etkilediği, hatta belirlediği açık. Sözgelimi, Almanların bu denli kuralcı/disiplinli olmasında Kant’ın (ve Alman idealizminin) ödev ahlakının etkisi kadar, Amerikalıların (ve tabii İngilizlerin) faydacı olmasında da sözgelimi John Stuart Mill’in etkisi olmuştur. Kısaca, pratik olanın teorik olanı etkilediği ve belirlediği kadar, teorik olan da pratik olanı etkilemiştir. Sorum; küreselleşen dünyanın düşünürlerinin bugünkü ahlak anlayışları, yarın nasıl bir dünyaya yol açacaktır dersiniz?

    Bugünün filozoflarının da siyasi danışman ya da etik komisyonu üyesi olması pek az rastlanan bir durum değil. Bilgelikleri ise, makul ve normlara uygun bir karar alınmasının yollarını hazırlamak için önyargılardan ve ideolojilerden uzak bir temellendirme için çaba sarfetmelerine dayanıyor. Karl Marx sosyalist tarzda ve çeşitli şekillerde uygulanmaya çalışılan sınıfsız toplum teorisinin toplumsal politik konseptte yer bulduğu az sayıdaki filozoftan biriydi. Bunun dışında felsefe, kimsenin kimseden öncelikli olmadığı bir tartışma ortamını (‘‘herrschaftsfreien Diskurs’’ –Habermas-) mümkün kılan akli bir irade ve yargı oluşumunu sağlar.

    Dolayısıyla asıl mesele, küreselleşen bir dünyada herkesi kuşatıcı bir metafizik ya da insanlık ütopyası belirlemek ile alakalı değil, dayanışma içinde, hep beraber hedeflerimize ulaşmak istiyorsak, bu daha ziyade insanın özgürlük ve özerklik ihtiyaçlarının göz önünde bulundurulması ile alakalı.

    Özel ilgiler şeffaf ve tartışmaya açık olmalıdır, uyuşmazlıklar ise şiddete ve güce başvurulmadan çözülmelidir.

    Bu bağlamda etiğin gelecekteki asli görevi diyalog ve uzlaşmaya hazır olma kabiliyetini arttırmak, aynı şekilde yerinde eleştirilerle kötü/uygunsuz durumlara dikkat çekmektir.

    Ahlak kavramları, toplumsal hayat formları içerisinde tecessüm eder kuşkusuz ve toplumsal hayat formlarının kısmen kurucusudur… Dünyanın geldiği noktaya, bugünkü toplumlara bakınca ne görüyorsunuz? Büyük resme baktığımızda endişelenmeli miyiz? Yoksa insanlık tarihi iniş çıkışlarıyla, kendi olağan seyrinde ilerlemeye devam mı ediyor?

    Büyük inişler (derin çukurlar) var tabii ki. Ve bu çukurlardan/inişlerden genelde politik ya da dinî liderler dem vurur, kendi mevcut iktidarlarını vurgulamak için. Etik perspektifinden bakıldığında ise bunun herhangi bir iktidar söylemine başvurmadan yapılması gerekir. Nitekim eleştirel bir toplum demogojik söylemler tarafından kışkırtılmaya müsaade etmez, aksine kendi hükmünü kendisinin vermesi çağrısına kulak kabartır.

    Bu noktada yine de en önemlisi, çocukların sahip oldukları özgürlük haklarına ve temel demokratik değerlere dair yargı güçlerini sağlamlaştırmak için okullarda etik dersleri verilmesi olurdu…

    Ekonomik refahın dinî inançları zayıflatmasının kaçınılmaz olduğu, dolayısıyla dinin vazettiği ahlaki yargıların etkisini de giderek daha çok aşınacağı son dönemlerde sık sık tekrar edilegelmiştir. Bu yargı Batı/Hristiyan tecrübesine bakıldığında anlaşılır/makul görünüyor. Ancak Müslüman toplumların oldukça zengin oldukları dönemler geliyor aklıma, ekonomik refah o toplumları dinden uzaklaştırmamıştı. Dolayısıyla, dine yaklaşımdaki değişiklikler ekonomik refah ile açıklanabilir mi, emin değilim. Bu kıyas göz önünde bulundurulduğunda, Batı’da dine ve dinin vazettiği ahlaki yargılara yaklaşımda yaşanan değişikliği ekonomik refah ile açıklamak yeterli olur mu?

    Sekülerleşme süreci boyunda ekonominin dini ne kadar etkilediğini söylemek çok zor. Bana kalırsa, bugün sahip olduğumuz problemlerde büyük ölçüde BİZ’den BEN’e geçiş sürecinin uzamasının etkileri var. BEN, özgürleşme sürecinde (adım adım) kendini dışındaki otoritelerin diktesinden kurtardı ve mevcut hiyerarşileri sorgulamaya başladı. Otonomlaşan (özerkliğini elde eden) BEN, kendini belirli ölçüde Tanrı tasvirlerinden kurtardı ve hem kendisinin hem de insanlığın sorumluluğunu bizzat üstlendi. Bu gelişmenin kötü tarafı ise BİZ’in BEN’e nazaran ihmal edilmesi oldu; toplumun üyeleri arasında dayanışma kalmadı. Ve bu da bireyin sadece kendi kişisel çıkarlarını düşünmesine ve toplumsal huzura saygı göstermemesine yol açtı. Ahlaki değerlerin, maksimum kazanca endeksli ve paranın en ön planda olduğu ekonomik bir anlayışa sahip bir hayat içinde hayatta kalması zor. Zira ahlaki değerler meseleye BİZ perspektifinden bakar ve BEN’in maddi çıkarlarının peşinde koşmasını kısıtlamak ister.

    İnsanların binlerce yıldır ahlak üzerine, doğru davranma üzerine düşünmeye, davranış kalıpları belirlemeye çalışmasına rağmen, insanlık tarihi, yaşanan çatışmalar, insanların birbirlerine reva gördüğü muamele ve bugün gelinen nokta ortada. Hâl böyle olunca ahlaki meseleler üzerine düşünmek insanı saadete ulaştıramayan, boşuna bir çaba gibi geliyor… Başlarken, ‘‘etiğin iyinin ne olduğunu söylemediğini, sadece iyi olan bir şeyin iyi olduğu hükmüne nasıl varılacağını söylediğini’’ ifade etmiştiniz ama, pratiğe yönelik sonuçlar üretemiyorsa, bu düşünsel çabanın değeri nedir?

    Kant, insanların iyi olarak kabul ettikleri şeyleri yapmalarını sağlamanın hikmetin mihenk taşı [der Stein der Weisen] olduğunu söyler. Yani asıl problem, herhangi bir durumda ne yapılması gerektiğini bilmek değil, gayet iyi bilinmesine rağmen onu yapmamaktır. Bu da özgürlük dediğimiz şeyin başka bir yönüdür: doğru olduğuna ve yapılması gerektiğine inanılmasına rağmen bir şeyi yapmama (ya da tam tersini yapma) özgürlüğüne sahip olmak. Özgürlük iyiyi olduğu kadar kötüyü de yapabilme özgürlüğüdür. Yani kötü olan da istenebilir, bu nasıl bir insan olunduğuna bağlıdır. Etik özgürlüğü en önemli/en üst norm olarak gördüğü için, özgürlüğü de aynı şekilde ortadan kaldırmadan, kötülüğü yok etmek mümkün değildir.

    Hiçbir kanunun suçu engelleyemediği gibi, hiçbir etik norm da ahlaksız bir eylemi engelleyemez. Bununla birlikte o tümüyle faydasız da değildir, çünkü kanunlar gibi etik de özgürlüğün sınırlarını ve BEN’e ve BİZ’e karşı olan saygı ihlallerinin sonuçlarını gösterir.

    Son olarak, mutluluk üzerine bu kadar soru sorduktan sonra; teorilerin bir türlü bütünüyle uygulanamadığını göz önünde bulundurunca, mutluluk dediğimiz şey aslında, günün birinde mutlu olacağımıza dair umuttan başka bir şey değil mi, ne dersiniz?

    Bana kalırsa, mutluluğun nihai bir sonuç olarak elde edilmesi mümkün değil. Bu noktada, Kant’ın mutluluğun kazanılması gerektiğine dair ifadesi geliyor aklıma. Bir atasözünün dediği gibi; herkes kendi mutluluğunun demircisidir (ustasıdır). Yani, Tanrı Fortuna’nın bize mutluluğu bahşetmesini beklemek yerine, hayatın bir anlam kazanması ve mutluluğa sebebiyet vermesi için çaba sarfetmek gerekir.

    Etik ise bu noktada sadece aydınlatıcı bir fonksiyona sahip olabilir. Ancak neyin beni mutlu edeceğini, mutlu olmak için hangi hedeflere yönelmem gerektiğini hiçbir etik ya da din belirleyemez. Buna bizzat ben karar vermeliyimdir, -tabii ki davranışlarımın diğer insanlar üzerindeki etkilerini göz önünde bulundurarak.