Seyyid Hüseyin Nasr ile Modern Zamanlarda Müslüman Olmak ve Gelenekselci Ekol Üzerine

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • 1933, Tahran’da doğumlu olan Seyyid Hüseyin Nasr, Massachusetts Institute of Technology’de fizik ve matematik öğrenimi gördükten sonra, Harvard Üniversitesi’nde jeoloji ve jeofizik dallarında yüksek lisansını, 1962’de ise bilim tarihi ve felsefe dalında doktorasını tamamlar. İran İslam devrimi öncesinde Tahran Üniversitesi rektörlüğü ve İran Kraliyet Felsefe Akademisi başkanlığı görevlerinde de bulunmuş olan ve hâlen George Washington Üniversitesi İslam Araştırmaları bölümünde akademik çalışmalarını sürdüren Nasr, İslam felsefesi, tasavvuf ve karşılaştırmalı dinler alanlarında dünyanın önde gelen otoritelerinden biri olarak görülüyor.

    Gelenekselci Ekolün yaşayan en önemli temsilcisi kabul edilen Nasr’ın bir kısmı Türkçeye de çevrilen elliden fazla kitabı, beş yüzden fazla makalesi bulunuyor. George Washington Üniversitesi’nde görüşme fırsatı bulduğumuz Nasr ile modern çağda Müslüman olmanın çelişki ve zorluklarını, ve tabii Gelenekselci Ekolü konuştuk.

    Gelenekselci ekolün yaşayan en önemli temsilcisi kabul ediliyorsunuz. Bu bağlamda, müsaadenizle şu soruyla başlamak istiyorum: İran’da doğmuş ve büyümüş biri olarak, yani İslam ve tasavvuf kültürüne aşina biri olarak, gelenekselci ekol size daha önce bilmediğiniz, farklı ne söylüyor? Söz gelimi René Guénon, sizi etkileyen, Müslüman toplumlarda olmayan hangi farklı özellik ve görüşlere sahip(ti)?

    Gelenekselci ekolün bana teklif ettiği, başka bir yerde bulamadığım öğretilerini iki kısımda özetleyebilirim; birincisi, İlk Prensipler (First Principles)’in derin bilgisine ve aynı şekilde modern dünyanın ve modernizmin dünya görüşünün derin vukufiyetine dayanan, kapsamlı bir modernizm eleştirisi; ikincisi, önümde, diğer dinlerin derinlemesine anlaşılmasını sağlayacak, üniversal (külli) metafiziğe ve hakikate dayanan bir kapı açması, ancak hakikati izafileştirmeksizin.

    Geleneksel bir Müslüman olarak dünyanın en modern ülkesinde yaşamak zor olmuyor mu? Yaşam tarzınız ya da yaşam tasavvurunuz toplumdan, mevcut sosyal hayattan belirli ölçüde yalıtılmayı gerektirmiyor mu?

    Evet, bu zor bir durum, ancak benim ve benim gibi bu durumla karşılaşan birçok insanın üstesinden geldiği de bir durum. İnsan geleneksel bir Müslüman olarak yaşamayı içten/yürekten isterse, bu özgürlüğe sahip olabilir, oluyor da, kişinin yakın çevresi seküler bir dünyada bulunuyor olsa da. Elbette bu, büyük oranda sekülerleşmiş mevcut sosyal hayat ile aranıza belirli ölçüde bir mesafe koymanız anlamına geliyor. Ancak şunu unutmamalıyız, manevi yönü ağır basan bir kişinin bu dünyaya belirli oranda ‘‘yabancı’’ olduğu da bir gerçektir, bu kişinin bir kadın ya da bir erkek olmasının hiçbir önemi olmaksızın…

    Gelenekselci ekolün sadece belirli bir eğitim seviyesindeki entelektüellere hitap eden bir akım olduğu eleştirilerine istinaden soruyorum: Gelenekselci ekolün görüşlerine duyulan entelektüel ilgi ve ekol çevresinde oluşmuş oldukça zengin literatürün dışında, Gelenekselcilik Avrupa’daki azınlık konumundaki (ortalama) Müslümanlara ve Hristiyan çoğunluğa ne söylüyor/öneriyor? Sık sık Avrupa’yı ziyaret ettiğinizi ve Batı Avrupa’daki genel durumdan haberdar olduğunuzu varsayarak soruyorum.

    Geleneğin, erkek ya da kadın ve sadece Avrupa’da değil, dünyanın herhangi bir yerindeki herkese sunduğu teklif hakikat ve kişiyi hakikate ulaştıracak olan imkânlardır. Gelenekselcilik, Hristiyanlara ya da Batılı post-Hristiyanlara, onların birçoğunun kaybettiği, kendi geleneklerini yeniden keşfetmeleri için gerekli araçları sunuyor. Ayrıca kendi kültür ve dinlerinden farklı olan, diğer dinlerin ve geleneksel kültürlerin anlaşılması için gerekli anahtarları veriyor onlara.

    Batı’daki Müslüman azınlıklara gelince; Gelenekselcilik onlara kendi dinlerini seküler düşünce ve ideolojilerin saldırılarına karşı savunacak entelektüel araçlar sağlayabilir, ayrıca hakiki İslami öğretileri dışarıdan gelen sadmelerden ve İslam’ı içten tehdit eden, farklı birçok sapkın akımdan korumaları için onlara muhtelif araçlar sağlayabilir.

    İslam dünyasının ve Batı’nın kaderlerinin birbirine bağlı olduğunu söylüyorsunuz ve o yüzden İslam’ı düzgün bir şekilde onlara anlatmalıyız diyorsunuz. Peki biz onları yeterince tanıyor muyuz? Müslümanların böyle bir sorusu/meselesi var mı? Koca İslam dünyasında kaç tane Hristiyan ilahiyatı uzmanı var örneğin?

    Bugünün dünyasında mevcut bütün uluslararası iletişim ve etkileşim bağlamında, şu gayet açıktır ki, sadece İslam ile Batı’nın değil, insanlığın bütün fırkalarının kaderi bugün tek bir yolda ya da biri diğeriyle bir birliktelik içindedir. Genel olarak Batı hakiki İslam’ı bilmiyor ve bu bilgisizliğin ortadan kaldırılmasını istemeyen çok etkili güçler bulunuyor, her ne kadar önemli ve saygıyı hakeden istisnalar ve Avrupa dillerinde İslam hakkında yayınlanmış birçok güvenilir eser bulunuyor olsa da…

    Şu anda, Batı’daki bazı çevrelerde İslam hakkında sadece yalnış bilgilerin değil, aynı zamanda kasıtlı ve çarpıtılmış bilgilerin de büyük bir gayret ile yaygınlaştırılmaya çalışıldığına şahit oluyoruz. İlim sahibi ve gerekli imkânlara sahip Müslümanların bu bilgisizlik ile savaşması, onların üzerindeki bir vazifedir.

    Bununla birlikte, teknolojiden sanata, giyim ya da beslenme alışkanlıkları gibi gündelik hayatın sıradan konularından mimariye, politikadan ekonomik öğretilere kadar, Batı’nın ürünlerinin yoğun işgali altında bulunan İslam dünyasındaki sadece çok az sayıda Müslüman Batılı modernizmi gerçekten derinlemesine biliyor. Batı, misyoner ya da oryantalist, çok sayıda ‘‘İslam âlimi’’ yetiştiriyorken, biz Müslümanlar buna kendi müstağriplerimiz (occidentalist) ile karşılık verme konusunda başarısız olduk. Bu, bugün önümüzde duran ve artık yerine getirmek zorunda olduğumuz büyük bir görevdir.

    Evet, ancak uzunca bir süredir, Müslümanların ‘‘doğru İslam’’ı Batı’ya/Batılılara anlatmak gibi bir derdi var. Başımızı ne yana çevirsek, İslam’ı anlamak, İslam’ı doğru anlamak, İslam sanatı/bilimi vb. eserlere rastlıyoruz. Peki neden Batı’daki Hristiyan düşünür ya da ilahiyatçıların ‘‘doğru Hristiyanlık’’ı bize anlatmak gibi bir kaygısı yok? Müslümanlar ne zaman bu münfail durumdan/psikolojiden kurtulacak sizce?

    Her şeyden önce şunu ifade edeyim; özellikle son iki asır boyunca Batılı misyonerler ‘‘doğru Hristiyanlığı’’ Müslümanlara anlatmak için yoğun çaba harcadılar ve bugün hâlâ İslam dünyasında birçok okul inşa ediliyor ve çeşitli İslam ülkelerinde bulunan bu okullarda, ne yazık ki Müslüman elitlerin çocukları eğitim görüyor ve Batılı öğretmenler bu konuda (‘‘doğru Hrisitiyanlığı’’ Müslüman çocuklara anlatma konusunda) büyük çaba sarfediyor.

    Diğer taraftan, İslami güçlerin/dayatmaların ve düşüncelerin kuşatması altında olan Batı değil, bilakis Batılı hemen her şeyin kuşatması ile karşı karşıya olan İslam dünyasıdır. Dolayısıyla münfail bir mentalite (psikoloji)’nin hakim olması bir yönüyle kaçınılmaz. Bununla birlikte, en önemlisi, Müslümanların bir kuşatma altında bulunuyor olsalar da modern Batı’ya karşı bir aşağılık duygusuna kapılmamaları. Aksine, Müslümanlar kendi dinlerine ve kültürlerine tam bir özgüven içinde sahip olmalılar ve Batılı kolonyalizmin sonucu olarak ortaya çıkan, sadece İslam ülkelerinde değil, Batılı olmayan birçok kültürde gelişmiş bulunan bu aşağılık kompleksini göstermeksizin, etkisi altında bulundukları kuşatma ve meydan okumalarla yüzleşmelidirler.

    Bir önceki soruya paralel olarak soracağım; siz de bir kitabınızda cihadın aslında kutsal savaş demek olmadığını, önemli olanın büyük cihad, yani nefse karşı mücadele olduğunu söylüyorsunuz. Buna mukabil, geleneklerinde kutsal savaş (Crusade – Heilige Krieg) olan Hristiyanların, kutsal savaşın aslında şöyle ya da böyle olduğuna dair bir tevil/savunma yaptığına şahit olmuyoruz. Bu açmazdan nasıl ve ne zaman kurtulacağız?

    İslam’a yöneltilen Batılı saldırılar her zaman için, Hristiyanlığın bir ‘‘barış dini’’ olmasına karşın, İslam’ın bir ‘‘kılıç dini’’ olduğunu vurgulamayı tercih etmiştir. Her ne kadar bunun yanlış olduğu gösterilmiş olsa da onlar bu tezlerinden hiçbir zaman vazgeçmeyecektir. O yüzden biz Müslümanlar sürekli surette cihadın gerçek anlamını açıklamak göreviyle karşı karşıya bırakılıyoruz ve Batılılar ise, gerçekleştirdikleri bütün o ‘‘Kutsal Savaşlar’ı açıklamak gibi bir gerekliliği genellikle hissetmiyor. Şu son yüz yılı gözünüzün önüne getirin! Bu son bir yüz yıllık zaman zarfında Müslümanlar kaç tane Batılı öldürmüştür ve buna karşın Batılılar ya da Hristiyanlar kaç tane Müslüman öldürmüştür? Ortaya çıkacak rakamların orantısızlığı bu denli açıkken, hiç kimse bu gerçeğe dikkat etmiyor. Şu anda durum bu ve kendilerine Müslüman diyen, yalnış yönlendirilmiş insanlar, İslam hukukunda (şeriat) savaşta dahi masum insanları öldürmek yasaklanmışken, cihad adına masum Batılıları öldürdükçe durum daha da kötüye gidiyor.

    İçinde bulunduğumuz durum bu ve bizler de ancak bu bağlam/ortam içinde hareket edebiliyoruz. Bu nedenle, bizler Batılıların cihad algısını/anlayışını eleştirmeye devam etmek zorundayız, aynı şekilde, cihad yaptıklarını düşünerek, dinimiz adına, İslami inançlara ve şeriata aykırı hareket eden Müslümanları da eleştirmek zorundayız. Ancak Müslümanlar tarafından ortaya konulacak adil ve objektif bir eleştiri, – Katolik Kilisesi’nin en sonunda özür dilediği Kutsal Savaşların (Haçlı Seferlerinin) eleştrisinde olduğu gibi- kimi zaman etkili olabilir. Kendilerine Müslüman denilen bazı insanların cihad terimini kötüye kullanması sadece Batılıların ellerini güçlendirmeye yarayacaktır. 11 Eylül trajedisi (bizi) milyonlarca Iraklının ölümüne ve bir o kadarının da sakat kalması sonucuna götürdü. Müslümanlar ilk olarak kendi evlerine bir düzen vermek zorunda ve bu görevin ifasında, ulemanın ve İslam dünyasının dini otoritelerinin rolü birincil önemde. Bu konuda en büyük sorumluluğu onlar taşıyor.

    Modern Dünyada Geleneksel İslam isimli eserinizde; Kur’an’ın, “sizin için ahiret hayatı bu dünyadan daha hayırlıdır” ayetini hatırlatıyorsunuz. Geleneksel İslam’ın dünyevi gücü kazanmaya karşı bir tavrı olduğunu söylüyorsunuz. Ancak dünyevi olarak ‘‘onlar’’ kadar güçlü olmadan, ‘‘onlar’’ kadar çeşitli silah/alet üretmeden İslam’ın hayatta kalması mümkün mü?

    Bu, günümüzde, içinde bulunduğumuz çağda ve hatta savaşların modern anlamda mekanizasyonundan bu yana ortaya çıkmış olan en zor mesele, çünkü bir yandan Müslümanların, tıpkı diğer insanlar gibi, kendilerini dışarıdan gelecek olan saldırılardan koruyabilecek durumda olması gerekiyor, ancak diğer taraftan modern silahlanma pek çok durumda, söz konusu olan bombardıman ve füze saldırısı olduğunda, asker ya da asker olmayan, silahlı savaşçı ya da öyle olmayan insanlar, özellikle de kadın ve çocuklar arasında bir ayrım yapmıyor. Bununla birlikte, şeriat savaşta dahi kadınların, çocukların ve yaşlı erkeklerin öldürülmesini yasaklıyor. İslam hukuku hiçbir şekilde Londra’nın ya da Dresden’in bombalanmasına müsaade edemez / göz yumamazdı, ikinci dünya savaşında Hiroşima ve Nagazaki’nin o şekilde bombalanmasından bahsedilemezdi. Şeriatın klasik formülasyonlarında tali hasar denilen bir durum asla söz konusu olamaz. Buna mukabil, Müslümanlar dinleri tarafından kendilerini savunmaya çağırılmaktadır. Bu ise çok derin bir ikilem ortaya koymaktadır ki, soruna dini olarak kabul edilebilir, kolay bir çözüm bulunması oldukça zor görünmektedir.

    Ben bir müftü değilim ve kendimi bu konuda fetva verecek yeterlilikte/nitelikte biri olarak görmüyorum. Bu konuda, söyleyebileceğim tek şey; Şii ve Sünni ulemadan birçok kişinin tek meşru (harici) cihadın savunma veya belayı defetme amacıyla olduğu görüşünü bütünüyle desteklediğimi ifade etmek. Bu bağlamda işaret edilmesi gerekli ilginç bir husus, İran’da dini otoritelerin nükleer bomba yapılmasının ve kullanılmasının haram olduğu ve bunun İslam hukuku tarafından yasaklandığı yönünde verdikleri fetvadır.

    Peki modernizm hayatın her alanında bu denli etkiliyken ve etki alanını her geçen gün genişletiyorken, modern hayatın ortasında yaşamak zorunda olan, sözgelimi bir gökdelenin 40. katında yaşayan bir Müslümanın geleneksel İslam’ı yaşaması, tasavvufi bir dünya görüşüne sahip olması gerçekten mümkün mü?

    Evet, bir gökdelenin 40. katında yaşanıyor olunsa da, bu mümkün. Bu kişinin içinde/kalbinde ve bireysel yaşamında mümkün, seküler bir dünyada bulunuluyor olunsa da. Normal bir bilinç ve akıl sağlığına sahip olunduğu müddetçe, insan yaşamındaki hiçbir durumda, bir kadına ve erkeğe Tanrı’yı hatırlama veya unutma seçeneğinin sunulmaması mümkün değildir.

    Ve gittikçe derinleşen şu çelişkiyi nasıl aşacağız: Bir yandan her birimiz geri dönüşü olmayan (!) bir şekilde modernleşiyoruz, modern alışkanlıklar ediniyoruz, diğer yandan sahih bir din ihtiyacı kendini her geçen gün daha çok hissettiriyor.

    Bu tüm dünyada, dini bir hayat sürmek isteyen herkes için zor bir durum. Bizler her şeyden önce uyanmalı ve modernizmin özünü/doğasını anlamalıyız, ve bunun sonucu olarak da onun kör ve pasif takipçileri olmamalıyız. Diğer taraftan, imanımıza dört elle sarılmalıyız ve maruz kalabileceğimiz, dış dünyanın baskı ve ayartmalarına aldırmadan, imanımızın gereğini yerine getirmek için mümkün mertebe çaba sarfetmeliyiz. Bu bağlamda, İncil’deki şu ayeti hatırlamaya değer buluyorum: ‘‘Allah’ın inayetiyle, her şey mümkündür.’’

    Batı’nın içine düştüğü nihilizm ve ümitsizlikten çıkış için geleneksel değerleri yeniden ele aldığını söylüyorsunuz. Bu tespitiniz doğru olsa da, Batılılar bu ‘‘öze dönüşü’’ bugünkü vazgeçemediği (modern) hayat tarzlarına, dünya görüşlerine (weltanschauung’larına) uygun bir biçimde yapmıyor mu? Yani Batı/Batılı mevcut alışkanlıklarından ve konforundan herhangi bir fedakarlıkta bulunmadan manevi huzursuzluğunu gidermeye çalışmıyor mu?

    ‘‘Öze dönüş’’, ‘‘bu öze’’ aykırı hayat tarzlarının ve dünya görüşlerinin reddini gerektirir. Haklısınız, Batı’da keklerini ellerinden bırakmak istemeyen ve onu yemek isteyen birçok insan da var. Fakat iç huzurunu kazanabilmek için hayat tarzlarını değiştirme iradesi gösteren ve bunu gerçekleştiren çok sayıda insan da bulunuyor.

    Yine bir önceki soruya paralel olarak soracağım; İnsanlık bu aşamadan sonra, yani sahip olduğu konfordan vazgeçip, nefsi arzularının tatminini terkedip kadim yaşama şekline/şekillerine geri dönebilir mi?

    Ben modern toplumların tamamının başlarına büyük bir felaket gelmeden bunu yapabileceğine ya da yapmak isteyeceklerine inanmıyorum. Ancak bunu yapabilecek ve esasen yapmış olan birçok birey bulunuyor. Aynı şekilde, Batı’da patlak vermesi an meselesi olan bir felaketten kaçınmak için mevcut yaşam tarzlarını ve dünya görüşlerini değiştirmenin gerekliliğinden bahseden birçok ses de bulunuyor. Böyle yapıyor olmak, kadim yaşam şekillerine dönmek anlamına gelmez, ancak Geleneğin ilkelerine uygun bir yaşam sürmek anlamına gelir ki o, zaman ötesi olan, bununla birlikte, sanki geleneksel toplumlarda yaşanıyormuş gibi, şimdi ve burada uygulanabilecek olan bir yaşam tarzıdır. Modern olmadan, çağdaş olmak mümkündür. Gelenekselciler, tıpkı benim gibi, çağdaş olmaktan hoşlanırlar, ancak onlar modernist değildir.

    Modernizmin askeri, ekonomik ya da siyasi açıdan güçlü olsa da, kültürel ve manevi açıdan ciddi bir krizin içinde olduğunu ve ölmekte olduğunu söylüyorsunuz. Ancak bu en azından son 200 yıldır böyle değil mi? Ve modernizm ya da son aldığı şekil ile küresel –ya da emperyal- kapitalizm, her seferinde kendini onarıp yaşadığı krizlerden daha güçlü bir şekilde çıkmayı başarmıyor mu?

    Hayır, bu son iki yüz yıl boyunca durum böyle değildi. Modernizm krizi kendini bütünüyle görünür kılmaya tam manasıyla 20. yüzyılda başladı ve bu kriz o zamandan bu yana derinleşerek varlığını sürdürmeye devam ediyor. Ben modernizmin yaşadığı her krizden kendini daha da güçlendirerek çıktığına ve her seferinde kendini onardığına da kesinlikle inanmıyorum. Modernizmin doğrudan sonuçlarından biri olan çevre krizlerini bir baksanıza!

    Başta bilim ve medya aracılığıyla olmak üzere, hemen her alanda etkinliğini giderek arttıran Batı medeniyetine en kuvvetli başkaldırıyı ‘‘gelenek’’ yapabilir diyorsunuz. Aslında Gelenekselci Ekolün yanı sıra, Müslümanların birkaç asırdır tekrarladığı, genel görüşlerden biri bu… Batı bu tehlikeyi sezmiş olmalı ki, İslam’ı uzun süredir hedef tahtasına oturtmuş bulunuyor. Artık dünyadaki ortalama hemen her vatandaşın zihninde İslam terörü, Müslüman ise teröristi çağrıştırıyor. Ayrıca dinin kültürel bir etkinlik olarak algılanması için verilen çaba da bu duruma eşlik ediyor. Herkes mistitizm -ya da tasavvuf- ile bir şekilde ilgilenir oldu. Ancak bu ilginin kimsenin hayat tarzını, alışkanlıklarını değiştirmemesi için tasavvufun, hatta topyekun dinin öznelleştirilmiş ahlaka, kişisel vicdani konulara, hasılı bir yoga kursu mesabesine indirgendiğine ya da indirgenmeye çalışıldığına şahit oluyoruz. Bunu nasıl aşacak Müslümanlar?

    Yirminci yüzyılın ortalarından itibaren, resmi Batılı kolonyalizm gerilemeye başladığında, Çin Batılı bir ideolojiyi kabul ederek Marksist oldu; Japonya, ikinci dünya savaşının sonunda yenilmesinin ardından Batılı modernizmi bütünüyle benimsemeye karar verdi ve Hindistan Batılı tarzda bir demokrasiyi (ülkeye) adapte etti, her ne kadar Hindistan’da bazı geleneksel unsurlar varlığını sürdürmeye devam etse de. Bütün bunlara mukabil, İslam dünyası ise Batı’ya her zamankinden daha büyük bir muhalefete sahne olmaya başladı ve İslam’a geri dönme arzusu giderek daha fazla kendini gösterdi. İslami inanç da güçlü kalmaya devam etti, hatta gücünü arttırdı. Ve siyasi güçsüzlüğe rağmen bu entelektüel ve kültürel bağımsızlık iddiasına, İslam dünyasının merkezi bölgelerine Batı’nın jeopolitik ve ekonomik ilgisinin de eklenmesi, bahsettiğiniz tutum ile sonuçlandı.

    Batı İslam dünyasına dinlerini öznelleştirme tavsiyesinde bulunmaya devam edecektir, ancak İslam ve tasavvuf basit bir yoga pratiği değildir. İslam bugün de bütünüyle bir yaşam tarzıdır ve her zaman için öyle kalmaya devam edecektir. Üstelik Batı’da tasavvufa yönelmiş olan birçok insan bunu çok ciddi bir biçimde yapmaktadırlar. Onlar Müslüman olmuş ve İslam’ı bütünüyle uygulamaya başlamışlardır.

    Bir söyleşinizde şöyle diyorsunuz: ‘‘Her zaman söylediğim gibi, şayet İslam dünyası bütün gücünü felsefi, irfani ve dini araştırmalar yerine maddi güce kavuşmak için harcasaydı, dünyayı fethetmenin araçlarını elde etmiş olurdu…’’ Peki İslam’ın doğası; insana, âleme bakışı, Batılıların dünyayı fetihi gibi bir fetihe müsaade edebilir miydi?

    Hayır, edemezdi. Zaten bu sebeple İslam medeniyeti, her ne kadar yüz yıllar boyunca Batı’nın sahip olduğundan çok daha ‘‘gelişmiş’’ bir bilime sahip olmasına rağmen, Batı medeniyetinin izlediği süreci izlemedi. Ve esasen, on yedinci yüzyıldan itibaren Batı bilimi, İslami bilimden bambaşka bir alanda gelişip önceliği almış ve İslam bilimini de derinden etkilemiş olsa da, İslam medeniyeti Batı bilimini çok büyük ölçüde etkilemiştir.

    Gelenekselci ekole dair bir soru ile devam etmek istiyorum: Zahiri formları farklı olsa da, batini olarak tüm dinlerin özlerinde aynı hakikati barındırdığını, bütün bu öğretilerin temelinin nebevi olduğunu söylüyorsunuz, esasen gelenekselci ekolün temel görüşlerinden biri bu… Sormak istediğim; her ne kadar aynı kaynaktan neşet etmiş olsa da, yani Allah tarafından gönderilmiş olsa da, tahrifata uğramış bu dinlerin mensuplarını doğru yola ulaştırma imkânı var mı? Diğer kadim dinlerin/inanışların insana dünya ve ahiret saadeti sağlama şansı var mı?

    Biz gelenekselciler bütün otantik dinlerin, – sahte dinlerin değil tabii ki- takipçilerini ‘‘doğru yol’’a yönlendirecek güce sahip olduğuna inanıyoruz. Zira aksi takdirde, İlahi Rahmet ve İlahi Adalet olmazdı, ki bunu hiçbir hakiki (authentic) Müslümanın kabul etmesi mümkün değildir.

    Bütün kadim kültürlerdeki âlem, insan, Tanrı tasavvurları paralellikler taşıyor. Güney Amerika’da da, Hint’te de, Orta Asya’da da, İslam coğrafyasında da benzer yaklaşımlar görmek mümkün. Ki René Guénon’a göre de hakikat tekdir (et-tevhidu vahid)… Avrupa neden/nasıl bu bütünden kopuyor ve insanlığın daha önce şahit olmadığı bir şekilde, Tanrı’yı işin içinden çıkarıp bambaşka bir âlem, doğa ve insan tasavvuru geliştiriyor ve bunu bütün dünyaya icbar ediyor?

    Sormak istediğiniz soru, neden modernizmin ilk olarak Hristiyan Avrupa’da doğup büyüdüğü -ve söz gelimi-, neden İslam dünyası ya da Çin’de, ve hatta doğudaki Hristiyan coğrafyalarda ortaya çıkmadığı ile ilgili. Bu fenomenin sebepleri çok karmaşık ve şu anda, burada bunu uzun uzun izah etmek benim için mümkün değil. Bu soruyu İnsan ve Tabiat, Bilgi ve Kutsal, Tabiat Düzeni ve Din gibi birçok kitabımda geniş bir biçimde tartışmıştım…

    Yine Doğu-Batı diyalektiği üzerinden bir soru soracağım… René Guénon, Doğu ile Batı arasındaki temel farkı; Batı’da geleneğin unutulduğu, Doğu’da ise muhafaza edildiği, şeklinde özetliyor. Batı geleneği neden unuttu/unutmak istedi? Doğu neden muhafaza etmek istiyor, muhafaza etmeye çalışıyor?

    René Guénon bu kelimeleri yazdığından bu yana, modernizm Doğu’daki etki alanını büyük ölçüde genişletti, buna karşın Batı’da ise kimileri Geleneğe dönmeye çalıştı. Ancak yine de bu sav/iddia geçerliliğini hâlâ koruyor.

    Avrupa’nın katedrallerinin birçoğu bugün bomboş, hatta Pazar ayinlerine katılan kitleler dahi sadece çok az sayıda dindar Hristiyandan oluşuyor. Buna mukabil, İslam dünyasında ise insanlar Cuma namazları için camide yer bulmakta büyük zorluk yaşıyor ve ibadetlerini camilerden taşarak, kaldırımlarda ve yollarda eda ediyorlar.

    Sorunuzun cevabı, Batılı Hristiyanlığa ne olduğu ile ve neden sekülerizmin yüz yıllar boyunca Hristiyanlığın etkisinde kamış ülkelerde ortaya çıkmaya başladığıyla doğrudan alakalı. Böyle bir olgunun neden ilk olarak batı Avrupa’da ortaya çıktığı ve sözgelimi Arabistan, İran ya da Hindistan’da ortaya çıkmadığı, daha önceki sorunuza cevap verirken zikrettiğim gibi, birçok karmaşık faktörün bir araya gelmesi ile bağlantılı.

    Peki modern/seküler hayat ile İslami hayatın birbirlerine paralel olarak yaşaması mümkün mü? Yoksa biri diğerini alt etmeden hayatta kalma şansı yok mu?

    Modern sekülarist dünya görüşü ile İslami dünya görüşünün barış içinde bir arada varlıklarını sürdürmesi politik anlamda mümkün olabilir, ancak hakikat temelinde bir arada bulunmaları mümkün değildir. (Zira) Dinî ve seküler dünya görüşleri prensip olarak birbirlerine aykırıdır ve onlardan bir sentez oluşturmaya yönelik olarak girişilecek her denemenin başarısızlıkla sonuçlanması mukadderdir. Bu, sekülerleşmiş bir dünyada dindar bir kişinin yaşamını sürdüremeyeceği anlamına gelmez… Ancak hakikatin ve kutsalın merkeziliğinin yadsındığı bir dünyanın içinde (ortak) bir yaşam tarzının gelişmesi mümkün değildir.

    Son olarak şunu sormak istiyorum; her ne kadar hem Batı’da hem de Müslüman toplumlarda tasavvufa ilgi artıyor olsa da, sizce bugün itibariyle tasavvufa dair yeterince nazari çalışma var mı ya da yapılıyor mu, yoksa konunun doğası (tasavvuf = hâl ilmi) buna uygun değil mi?

    Geçtiğimiz altmış yıl boyunca, hem teorik hem de pratik yönleriyle, özellikle Fransızca ve İngilizce’de, bununla birlikte, daha az seviyede olsa da Almanca, İspanyolca ve İtalyanca gibi diğer Avrupa dillerinde de, birçok orjinal eser kaleme alındı. Arapça, Farsça, Türkçe ve diğer İslami dillerde yazılmış klasik metinlerde de gördüğümüz gibi tasavvuf hem teorik hem de pratik olarak ele alınmaya elverişlidir. Bu eserler aynı zamanda, insan ötesi bir gerçekliğe işaret ederken sadece bireysel olarak aktarılan ve teori (nazariyat) kadar pratiği (ameli) de barındıran metinlerdir.