Gazzâlî’nin Gayr-ı Dinî Bilimle ve Döneminin Felsefesiyle Olan İlişkisi

Frank Griffel

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Gazzâlîʼnin yaşadığı dönem ve eserleri ile aramızda dokuz asırlık bir zaman dilimi bulunuyor. Öyle ki, bizden çok uzak bir ortaçağ düşünürünün, bize bugünkü problemlere ilişkin tavsiyelerde bulunabilmesinin ve bu problemlere nasıl yaklaşacağımız konusunda bize yardımcı olabilmesinin tahayyülü zor görünüyor. Ancak söz konusu felsefi ve teolojik problemler öyle bir niteliğe sahiptir ki, bazen geçen zaman onları çok az değiştirebiliyor. Pek tabii ki, problemleri müzakerede kullanılan terminoloji çoğu zaman değişime uğrayabiliyor. Bu sebeple, eski felsefecilerin ve teologların düşüncelerine şekil verirken kullanmış oldukları dili günümüzün diline tercüme etmek, onların hangi problemlerle meşgul olduklarını ve hangi çözümlere ulaşmak istediklerini gerçek manada anlayabilmek için son derece büyük bir önemi haiz bulunuyor. Dolayısıyla, o zamanki soruların, bizim bugün sahip olduğumuz soru sorma şekillerine uyarlanarak tercüme edilmesi, dokuz asır önce ölen bir düşünürün bugün bizim üzerimizdeki ödevlerin ifasında nasıl yardımcı olabileceğini açık kılabilir.

    Gazzâlî, döneminin bilim adamlarının, Müslümanların teolojisine karşı meydan okumalarına çok ciddi tepki göstermiş bir İslam teoloğuydu. Gazzâlîʼnin yaşadığı dönemde bilim alanında takınılan tavır ve tutumlar filozof İbn Sina ile sıkı bir bağlantı içindeydi. Ebû Ali İbn Sina yaklaşık olarak, miladi 980 senesinde, Buhara yakınlarında doğmuş ve 1037 senesinde, İranʼın Hamedan ilinde vefat etmiştir. Daha sonra, 12. ve 13. yüzyıllarda felsefi eserlerinin birçoğu Arapçadan Latinceye tercüme edildiğinde, ‟Avicennaˮ ismiyle Avrupaʼda ve Almanya’da da tanınır olmuştur.

    İbn Sina kendisini dinine sadık bir Müslüman ve İslam cemaatinin (ümmetin) bir parçası olarak görmekteydi. Çağdaşları arasında İbn Sinaʼnın dindarlığını ve sözgelimi onun Kurʼanʼı anlayış ve yorumlayış tarzını eleştirenler de vardı. Ancak o hayattayken hiç kimsenin, onun Müslüman bir âlim olduğuna dair herhangi bir itirazı olmamıştır. İbn Sina esasen bir hanefi fıkıhçısı olarak eğitim görmüştü ve kendi çağının teolojik düşünceleri konusunda çok iyiydi, özellikle İran şehirlerindeki Mutezile teolojisi veya yedi imamcılık (İsmailîlik) hakkında oldukça iyi derecede malumat sahibiydi. Bununla beraber İbn Sina, Gazzâlî gibi bazı teolojik prensiplere bağlı olmayıp kendisini döneminin bilimine katkı sağlamaya adamış bir âlim olarak görüyordu. İbn Sina, Aristotelesʼin kitaplarında numune/örnek olacak bir şekilde izhar edilmiş olarak bulduğu bilimsel araştırma metotlarını son derece ciddiye almıştı. Ayrıca İbn Sina, bizim bugün artık ‟sağın (exakt)ˮ bilimlerle bağdaştırmadığımız, örneğin peygamberlerin nasıl vahiy aldıkları ve metafizik ve teoloji -yani Allah ve onun sıfatları hakkındaki öğreti- gibi alanlarda da kendi yaptığı bilimsel araştırmalar temelinde, rasyonel (nitelikte olan) bir İslam tefsiri ortaya koymuştur. İbn Sina, günümüz terminolojisiyle ifade edecek olursak, bilimsel zemine dayanan bir İslam oluşturmak istemiştir. Böyle bir İslam, dönemin insanlarının çoğunluğunun o zamana kadar bildiğinden farklı bir İslam değildi aslında. Zira bu insanların arasında birtakım bilim adamları da bulunuyordu ve onlar da tıpkı İbn Sina gibi Aristotelesʼin prensiplerine bağlılık duyuyor, bazı özel öğretilerini benimsiyorlardı: Onlar arasında İbn Sina gibi kendilerini Aristoteles’in ilkeleri ile irtibatlı hisseden ilim adamları için,mesela ilahi vahiy hadisesini sıradışı kabiliyetlere sahip bir insanın ilham yoluyla semavi cisimlerin/ruhların geleceği hakkında bilgi elde edebileceği,tamamen tabii bir süreç olarak tasvir eden öğretiler de geçerli idi. Böylesi özel bir istidata sahip olan bir peygamber bilgisini, örneğin Kurʼan gibi hem edebi hem de didaktik açıdan olağanüstü değerli bir metne intikal ettirebilirdi. Ve böylece bu peygamber sıradan halka, onlara başka türlü kapalı kalacak olan ve başka bir şekilde uymayacakları hikmeti ve davranış ilkelerini aktarabilirdi.

    Gazzâlî, zamanının en etkili din âlimlerinden biri olarak İbn Sinaʼnın, Aristoteles ve çağının bilimi doğrultusundaki İslam tefsirini ayrıntılı bir şekilde incelemiştir. Öğretileri hiçbir zaman topyekün kınamamak gerektiğini eserlerinin birçok yerinde vurgulamaktadır. Bilakis, ona göre, öğretilerin doğruluğu veya yanlışlığı hakkında hüküm vermeden önce bir öğreti sisteminin tüm ayrıntıları ve içerimleri (İmplikationen) iyiden iyiye tanınmalıdır. Gazzâlîʼye göre, bunun haricinde yapılan her türlü davranış, insanın gayba taş atması gibi ya da bizim deyişimizle; karavana ateş etmek, yani amacını tamamen yitiren ve kalıcılığı olmayan bir çaba olacaktır.

    Gazzâlîʼnin anlayışına göre, doğru öğretiler arasına en başta ‟kanıtlanılabilenlerˮ girer. İbn Sina ve Gazzâlî birçok çağdaşı gibi ‟kesin delilˮ (Arapça: burhan) kavramını Aristotelesʼin mantık ve bilim teorisi (wissenschaftstheoretisch) konulu eserlerinden almıştır. Doğruluğu aşikar olan veya kanıtlanmış olan öncüller formel olarak doğru kurulmuş bir argümana (kıyasa) yerleştirildikten sonra, her türlü şüpheden ari olan bir çıkarıma ulaşabildiğinde ispat gerçekleşmiş olur. Aristoteles ve İbn Sina bu tür ispatların, metafizik ve teoloji dahil, hemen hemen her bilimde yapılabileceğine inanıyorlardı. Gazzâlî biraz daha seçiciydi ve bu tür kusursuz bir ispatın metafizik ve teolojide oldukça nadir olarak mümkün olabileceğini söylüyordu. Tehâfütü‘l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlıǧı) isimli eserinde Gazzâlî, İbn Sinaʼnın metafiziğinde ortaya koyduğu öğretilerin ve Aristoteles ve rasyonellik doğrultusundaki İslam tefsirinin bölümlerinin birçoğunun ispat edilemez olduğunu ve gerekçelendirilmemiş öncüllere dayanan spekülasyonlardan ibaret olduğunu öne sürmüştür.

    Gazzâlî, kanıtlanabilen şeylerin İslami öğretilerin de bir parçası olabilmesi için din alimleri (ulema) tarafından kabul edilmesi gerektiğini çok açık ve net bir şekilde söylemektedir. Gazzâlîʼnin, Kurʼan metninin ne zaman tefsir edilmesi gerektiğine ve ne zaman lafzi manasıyla anlaşılması gerektiğine dair koyduğu kural (kanun) herhangi bir yanlış anlaşılmaya fırsat vermeyecek derecede açıktır: Vahyin lafzı (zahiri), kesin delili olan bir öğretiyle çelişiyorsa o zaman vahiy mecazi (alegorik) olarak yorumlanarak (teʼvil),ispatlanmış olana uyarlanmalıdır. Örneğin, Allahʼın bedeni olamayacağı Gazzâlî için ispatlanmış sayılır. Bunun için, vahyedilmiş metinde bu bağlamdaki tüm işaretler, örneğin ‟Allahʼın elindenˮ bahsedilmesi, alegorik bir şekilde, örneğin Allah’ın büyük kudretine işaret eden metaforlar/mecazlar olarak yorumlanmalıdır.

    Ancak, bunun gibi delili olan ve kabul edilmesi gereken öğretilerin yanı sıra, İbn Sina ve takipçilerinin öne sürdükleri birçok ispat edilmemiş öğreti de bulunmaktadır. Bu noktada Gazzâlîʼnin tepkisi oldukça farklılaşmaktadır ve onları topyekün kınamamaktadır. Onun asıl göstermek istediği şey, her öğretiye çok tafsilatlı bir şekilde bakılması gerektiğidir. Din âlimleri çok dikkatli çalışmalı ve üzerinde hüküm verilecek fikirlerin detaylarını büyük bir dikkatle tahlil etmelidirler. Oldukça çok okunan el-Munkiz mine‘d-dalâl adlı eserinde Gazzâlî, doğru ile yanlış öğretinin birbirine çok benzeyebildiğinden dolayı, birbirinden ayırt edilmelerinin çoğu kez zor olduğunu söylemektedir. Kati sınırları belirleyebilmek için teoloji uzmanı olmak gerekir. Gazzâlî bu durumu, ‟hakiki altını sahte altından ayırt etmek için elini kalpazanın kesesine sokanˮ sarrafın mesleğine benzetir. Sahte altın tecrübeli sarraf için bir tehlike teşkil etmez, çünkü tecrübeli sarraf onu hakiki altından ayırt edebilir. Ama sıradan bir (köylü) adam sahte altın hakkında uyarılmalıdır, çünkü o sahte altını hakiki altına olan benzerliğinden dolayı ayırt edemez. Yani doğru ve yanlış öğretiler çoğu kez birbirine oldukça yakındırlar, tıpkı sahte altının hakiki altınla beraber kalpazanın kesesinde birbiriyle içiçe bulunması ve sadece bir uzman tarafından ayırt edilebilmesi gibi. Yanlış bir öğretinin doğru bir öğretiye dönüşmesi için de, bazen sadece bir yerinde, küçük bir düzeltme yapmak gerekir.

    Gazzâlî, İbn Sinaʼnın bazı öğretilerini şiddetle reddederek, söz konusu öğretiler hakkında: ‟Bu kadar Müslüman fırka varken bir tanesinin bile itikadına uymayan apaçık küfürdürler.ˮ demiştir. Kuşkusuz Gazzâlî, doğru ile yanlışın arasındaki benzerlikten bahsederken bu tür öğretileri kastetmemişti. Bununla birlikte o, İbn Sinaʼnın özellikle üç öğretisini çok sert bir şekilde kınamaktadır: Bu öğretilerin ilki; kainatın başlangıcının olmaması öğretisi (âlemin kadîm olması meselesi)’dir . İkincisi, Allah’ın sadece külli kavramları bilip cüzileri bilmemesidir (Allah şahıslardan ayrı olarak yenilenen cüz’îleri bilgisiyle kuşatamaz). Ve üçüncüsü, ahiretteki dirilişin Kurʼanʼda yazdığı gibi insanların bedenlerine ilişkin olmadığı, sadece ruhlarına ilişkin olduğu öğretisidir (cesetlerin dirilişini ve haşrini inkâr). Gazzâlî’ye göre, her kim bu üç öğretiden birini benimsiyorsa İslam’dan uzaklaşmıştır ki, artık ümmetten sayılmaz ve İslam’dan çıkmış gizli bir mürted olarak öldürülebilir.

    Gazzâlî, şiddetle kınadığı bu üç öğretinin yanı sıra, İbn Sinaʼnın İslam tefsirine kattığı Aristotelesyen ve bilimsel bazı hususları kabul etmiştir. İbn Sina insan ruhu ile ilgili öğretisini içeren farklı eserlerinde peygamberin ruhunda nübüvvetin ve vahyin nasıl meydana geldiğini açıklamaktadır. İbn Sina için nübüvvet ve vahiy oldukça nadir vuku bulan, fakat yine de (bizim bugünkü ifademizle) tabiat kanunlarına uygun, doğal olgulardır. İbn Sina için nübüvvet ve vahiy mucize değildir, peygamberlerin müstesna bir şekilde beliren ruhi kapasitelerinin neticesidir. İbn Sina için bunda insan üstü hiçbir şey yoktur, her şey tabiat bilimleriyle açıklanabilir. Gazzâlî, bu konuyu pek açık bir şekilde kaleme almadığı hâlde, İbn Sinaʼnın nübüvvet ve vahyin sonuçta doğal olgular olduğu görüşünü kabul etmiştir. Gazzâlî bunun gibi kabulleri hiçbir zaman açıkça itiraf etmemiştir. Buna rağmen bu öğretiye karşı bir itirazı olmadığı ve bu özel konuda İbn Sina ile mutabık kalarak onun nübüvvet ve vahiy hakkındaki fikrini kendi düşünce sistemine aldığı eserlerinde açıktır.

    Bununla birlikte, İbn Sinaʼnın ispat edilebilir öğretileri arasında Gazzâlîʼnin tamamen reddettiği öğretiler olduğu gibi, hiçbir sorun/itiraz olmadan kabul ettiği öğretiler de vardı ve bunların yanı sıra (üçüncü bir kategori olarak), birçok kez sadece ufak değişikliklerle kendi öğreti sistemine entegre ettiği öğretiler de bulunuyordu. Ben Gazzâlî’nin, doğrunun yanlışa, hakiki altının sahte altına benzediği gibi benzediğinden söz ederken bu üçüncü kategoriyi kastettiğini düşünüyorum. Bu kategori bana göre, Gazzâlîʼnin İbn Sinaʼnın öğretileri arasında ilgilendiği en ilginç öğretiler kategorisidir. Gazzâlî’nin Felsefî Kelâmı adlı kitabımda özel olarak Gazzâlîʼnin değişiklikler yaparak İslam teolojisine (kelâma) entegre ettiği bu felsefi öğretilere değindim. Harvard Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Mısırlı bilim tarihçisi A.İ. Sabra, henüz 1980ʼli yıllarda bu olay için, Yunan geleneğine dayanarak, ‟fikirlerin vatandaşlığa alınmasıˮ kavramını kullanmıştır. Aristotelesʼin Yunanca eserleri ve bunların bilimsel açıklamaları Arapçaya tercüme edildikten sonra, ikinci aşamada İbn Sina ve diğer Müslüman felsefeciler tarafından Yunan menşeili bu fikirler İslam’a kazandırılmış ve bunu müteakip üçüncü aşamada Gazzâlî gibi Müslüman teologlar tarafından ‟vatandaşlığa alınmışlardır.ˮ ‟Vatandaşlığa alınanˮ fikirler çoğu kez hiç de marjinal ve önemsiz fikirler değildi. Örneğin Gazzâlî, kâinat ve onun şekli hakkındaki tasavvurunu ve Allahʼın yarattığı evreniyle olan ilişkisinin nasıl olduğunu İbn Sinaʼnın kosmolojisinden alarak, ‟vatandaşlığa almıştırˮ. Bunu yaparken İbn Sinaʼnın bu konuyla ilgili öğretilerini alıp sadece tek bir yerde değişiklik yapmıştır. Gazzâlîʼye göre, İbn Sinaʼnın kozmolojisinde yaptığı tüm hatalar bu tek değişiklikle, bir seferde düzeltilmiş oldu. Yani Gazzâlîʼye göre, İbn Sinaʼnın yanlış öğretisi doğru öğretiye çok yakındı.

    Gazzâlî İslam ve ‟sağın (exakt)ˮ bilimlerin sağladığı bilgiler, yani biyoloji, kimya, fizik veya astrofizik arasındaki ilişki hakkında bugün bize ne öğretebilir? Her şeyden önce, mezkur bilimlerde, geniş ölçüde ikna edici izahatlar öne sürüldüğünde, bunlar din âlimleri tarafından şüpheyle karşılanmamalıdır. Gazzâlî için şu ilke geçerliydi: Kati şekilde ispat edilebilen her şey, dinde de geçerli olmalıdır. Günümüz biliminde ise artık bu anlamda bir ‟ispattanˮ söz edilmez. Daha ziyade öğretilerin bilim adamlarının çoğunluğu tarafınca kabul gördükleri için büyük ölçüde ikna edici olduklarından bahsedilebilir. Örneğin Darvinʼin evrim teorisi, gezegenimizdeki canlıların çeşitliliği ve cins ve türleri ile ilgili,büyük ölçüde ikna edici bir açıklamadır. Gazzâlî, bu izahatı hâlâ sorgulayan bugünkü din âlimleriyle muhtemelen alay ederdi. Gazzâlîʼye göre böyle kişiler dokuz yüzyıl önce de, bazı bilim adamların dine sırt çevirmelerine sebep olmuşlardır. O Filozofların Tutarsızlıǧı kitabında şöyle der: ‟Bir metoda sahip olmadan şeriatı müdafaa edenlerin şeriata verdikleri zarar, ona bir metotla saldıranların verdiği zarardan çok daha büyüktür.ˮ(Gazzâlî, Filozofların Tutarsızlıǧı / Tehâfüt el-Felâsife, Tercüme: Bekir Karlıǧa, İstanbul: Çaǧrı Yayınları, 1981, s. 7)

    Gazzâlî, bazen bütünüyle yanlış olarak felsefe karşıtı olarak gösteriliyor olsa da, tam aksine o döneminin, dinî ve gayr-ı dinî bilimlerini kabul ve teşvik eden bir âlimi olmuştur. Görüşlerinde esas olan husus, fen bilimlerinde doğa kanunlarının geçerliliğini kabul etmesidir. O, Kurʼanʼın 33. suresinin 62. ayetine işaret ederek, Allahʼın davranış şeklini değiştirmeyeceği kanaatindedir. Ayette: ‟Allahʼın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.ˮ ( تَبْدِيلًااللَّهِلِسُنَّةِتَجِدَوَلَن) buyurulur. Gazzâlî’ye göre bu ayet iki şey söylemektedir: Birincisi, doğa kanunlarının Allahʼın iradesine dayandıkları; ikincisi, Allah’ın kendisinin bu kanunları bozmayacağı, yani bu kanunların her zaman için geçerli olacakları ve fen bilimlerinin meşru tabanı olabilecekleri. Bu bağlamda Gazzâlî, fen bilimlerinin ve hatta felsefenin İslam’daki gelişimini teşvik eden bir teolog olarak değerlendirilmelidir.