Gazzâlî ve Tasavvuf

Ekrem Demirli

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • İslam bilim ve düşünce tarihinde hiçbir düşünür tercihleri ve fırkalar hakkındaki tavrıyla İmam Gazzâlî kadar müessir olmamıştı. Öyle ki, onun tercihleri, kısa ömrüne sığdırdığı onlarca kitabında tezahür eden bilim adamlığı kimliğinin bile önüne geçmiş, İslam dünyasında biline gelen hakikat fırkalarına dair tespit ve değerlendirmeleri düşünce hayatının gidişatına yön vermişti. Öte yandan Gazzâlî’nin bu tavrı bilhassa günümüzde olmak üzere farklı asırlarda Gazzâlî’yi bir referans düşünür hâline getirmiş, hakikate ulaşmaya yol arayan insanlar için hiçbir düşünürle karşılaştırılamayacak ölçüde ‘‘empati’’ kurulabilir bir yol arkadaşına dönüştürmüştür. Gazzâlî’de evvelemirde sahici ve samimi bir insan, soran ve merak eden gerçekçi bir insan buluruz; her şeye cevap verebilecek güveni kendisinden beklediğimiz bir alim tavrı bulamayız. Onu bütün devirlerde hakikat taliplerinin rehberi kılan bu sahiciliği olduğu kadar aynı zamanda onun en önemli eserlerinden birisini insanlık mirası içinde benzersiz bir konuma yerleştiren de bu tavrıydı.

    Hz. Peygamber, Hz. İbrahim için şu mealde bir söz söylemiştir: ‘‘İbrahim bize yakındı, tereddüdünü ifade etti.’’ Burada kastedilen Hz. İbrahim’in, ‘‘Rabbim bana göster, ölüler nasıl diriltiyorsun?’’ ayetinde belirtilen tereddüdüydü. Gerçi bu tereddüt günlük dildeki anlamıyla bir tereddüt değildir. Lakin yine de tereddüdün ifade edilmiş olması, sıradan bir insan ile Hz. İbrahim arasında bir yakınlık peyda edebilmişti; insanları birbirine en çok yaklaştıran şeylerden birisi kuşku iken kurtulanlar da kuşkularına cevap nasip olanlardır. Gazzâlî kuşkuculuğuyla sıradan insana en yakın düşünür iken bulduğu cevap da yeni bir kapıya taşır bizi: tasavvuf!

    Gazzâlî’nin en önemli eseri el-Munkiz mine’d-dalal (dalaletten kurtaran) sayılabilir. Bunun sebebi o eserin entelektüel serüvenini anlattığı bir kitap olması değildir. Aynı zamanda bu kitap Gazzâlî’nin bütün eserlerinde yapmak istediği şeyi en iyi görebileceğimiz bir giriş ve çerçeve sayılabilir. Bu bakımdan Gazzâlî’nin el-Munkiz’i benzerine pek az rastlanabilecek bir eser olarak düşünülebilir. Gazzâlî bu eserinde kendisinden sonrasına tesir eden pek çok düşüncesini dile getirmiştir. Bunların en önemlisi bir Müslüman düşünür olarak Gazzâlî’nin bakış açısını anlamaya yardımcı olabilecek şu cümlesidir: ‘‘Bütün insanlar hakikatten mahrum olamayacağına göre, hakikat, insanların kendisine ulaşmak için istifade ettiği yöntemlerinden birisinde olmalıdır.’’ Bu bakış açısı Gazzâlî’yi anlamak için dikkate değerdir, çünkü bu bakış açısıyla Gazzâlî’nin kuşkucuğu gerçekçiliğe yaklaşarak ‘‘marazi’’ bir hâl olmaktan çıkar. Aynı zamanda bu cümle Gazzâlî’nin insanlık mirasına yönelik kadirşinaslığını olduğu kadar, insan ve hayata dair umudunu da ifade eder. İbnü’l-Arabi’de daha sistematik ve kapsamlı bir şekilde göreceğimiz bu kadirşinaslık ve ‘‘iyimserlik’’, insanın varlığını ve hayatı ‘‘abes’’ ve manasız görmek yerine, hakikatin bazen insana rağmen kendini gösterdiğini kabul eder. Çünkü hakikat mutlak anlamda kullanıldığında Allah’a işaret eder ve hakikatin bilinmesini ve kendinin tanınmasını isteyen Allah’tır. Öyleyse hakikatin hiçbir şekilde bilinmemesi mümkün değildir. Gazzâlî bu ilkeden hareketle insanların hakikate ulaşmak için takip ettikleri yöntemlerden söz eder: Hiç kuşkusuz eserinde ele aldığı hakikat talipleri ve fırkaları, İslam dünyasında temsilcileri bulunan ekollerdi. Bu itibarla Gazzâlî harici ve tarihsel bir şeyden söz etmemiş, temsilcilerine yaşadığı coğrafya ve ortamdan aşina olduğu ekollerden söz etmişti. Bu durum Gazzâlî’nin konuştuğu ekoller hakkında doğrudan bilgi sahibi olmasını mümkün kılmışken belki daha sonra kendisine yönelik bir takım eleştirilere de kapı aralamıştı. Çünkü böyle bir durumda Gazzâlî’nin bir ekol adına öteki ekolleri eleştirmesi söz konusu olabileceği gibi, aynı zamanda bütün eseri bir düşüncenin –özellikle Ehl-i Sünnet itikadı ve siyaseti- savunulmasına tahsis edilmiş olabilirdi. Nizamiye medreselerinin kurulmasıyla yaygın bir eğitim ağına ve bu medreseler için yazılmış eserlere kavuşmuş olan Ehl-i Sünnet ekolünün müessislerinden birisinin Gazzâlî sayılması bu tarihsel arka planla ilgilidir. Bununla birlikte Gazzâlî ele aldığı fırkaları olabildiğince nesnel bir şekilde ele almak istemiş, tercihleri bir yana bırakılırsa, dile getirdiği sorunları bilimsel bir şekilde ifadeye gayret etmiştir. Bunun için de dört fırkayla ilgili kapsamlı eserler yazmış, fırkalar ve görüşlerini ayrıntılı bir şekilde yazabilme imkânı bulmuştu. Artık –söz gelişi- metafizikçiler hakkındaki görüşlerini sadece el-Munkiz’daki bölümden öğrenmek yerine el-Makasıd ve et-Tehafüt gibi eserlerinden veya Batınilik hakkındaki değerlendirmelerini Fezaihü’l-batıniyye’den öğrenmemiz mümkün olmuştur. Bu husus Gazzâlî’yi salt bir propagandist veya savunucu düşünür olmaktan çıkartarak, ‘‘evrensel’’ bir soruna cevap arayan bir düşünür vasfına yaklaştırmıştır. Binaenaleyh Gazzâlî’nin samimiyet ve dürüstlüğünün bir göstergesi de bahs edilen eserleridir.

    Gazzâlî önce metafiziği ele almış, onun imkânlarını kritik etmiştir. Bu kritik üzerinde geçmişte ve günümüzde pek çok şey söylenmiştir. En çok üzerinde durulan iddia Gazzâlî’nin ‘‘haksız’’ eleştirisiyle metafiziğin İslam dünyasındaki gidişatını büyük ölçüde inkıraza uğratmış olduğudur. Bu iddianın doğruluğu ve yanlışlığı bir yana, Gazzâlî’nin metafizik eleştirisi daha sonra Batı felsefesinde görüldüğü üzere gerçekçi bir eleştiriydi. Özellikle Descartes’ten sonra Batı felsefesinde ortaya çıkan metafizik eleştirileriyle Gazzâlî’nin eleştirileri maksat bakımından farklılık arz etse bile metot ve form bakımından benzerlik gösterir. David Hume, İ. Kant gibi filozoflarla Gazzâlî arasında paralellik kurulması isabetlidir. Fakat Gazzâlî’nin eleştirisi yönelim ve maksadında öteki eleştirilerden farklılık arz eder. Bu maksat onun tasavvufu hakikate ulaştıran disiplin saymasıyla neticelenecektir. Gazzâlî’nin metafizik eleştirisinin çeşitli yönleri üzerinde durulmuştur. Burada Tehafüt’te dile getirdiği üç sorundan hareketle farklı bir tanımlama yapabiliriz: Gazzâlî metafizikçileri ‘‘alemin kadimliği’’, ‘‘ruhun bedenle dirilişini inkar etmeleri’’ ve ‘‘Allah’ın cüzileri bildiğini reddetmeleri’’ iddiasıyla tekfir etmişti. Bu üç sorunu Gazzâlî’nin vazgeçilmez ilkeleri sayarsak onun şöyle bir tasavvura sahip olduğunu düşünebiliriz: Öyle bir metafizik istiyoruz ki, Allah’ın cüzileri bilebileceğini izah etsin, âlem ile Allah arasındaki farkı izah ederek âlemi kadim saymasın ve nihayet metafizik bize insanın bireyselliğini izah edebilsin! Hiç kuşkusuz bu son mesele, dini düşünce ile felsefe arasındaki en büyük sorunlardan birisiydi ve temelinde dinin ‘‘yükümlülük’’ kavramı yer almaktaydı. Bu konu üzerinde fazla durulmamıştır ve Gazzâlî’nin bu mesele hakkındaki görüşlerinin hangi gerekçelerden kaynaklandığı tahlil edilmemiştir. Bedenle diriliş meselesi sadece bir ruh ve beden meselesi değildir. Bedenle dirilme meselesi insanın bireyselliği fikrinin özünü oluşturan bir tartışma olduğu gibi merkezinde yükümlülük –teklif- kavramı bulunan ve belki teolojik olarak da Allah’ın bireyselliği meselesine uzanan kapsamlı bir konu olarak görülmelidir. Bu bakımdan günümüzde de dini düşüncenin en önemli sorunlarından birisi ölümle birlikte insanın bireyselliğinin nasıl devam edeceğinin izah edilmesi meselesidir ki, bu konuda da Gazzâlî’den öğrenilecek çok şey vardır.

    Gazzâlî bu sorunları dikkate alarak eleştirdiği metafiziği tutarsız bir ilim olarak görür. Ardından ele aldığı Batınilik ise farklı bir durum arz eder. Çünkü Batınilik metafizik kadar güçlü bir teoriye sahip olmasa bile ondan daha geniş bir tabana sahipti. Özellikle Şii Fatımiler’in İslam dünyasındaki etkisini hesaba katarsak, Ezher’in kurulmasıyla birlikte güçlenen Batıni düşünceler ve akımlar İslam dünyasına hakim olma imkânına sahipti. Bu nedenle Gazzâlî’nin Batınilik eleştirisi epistemolojik olduğu kadar, aynı zamanda sosyal ve siyasal amaçlar taşımıştı. Dikkate değer başka bir husus ise geçmişte ve günümüzde Batınilik ile tasavvuf arasında kurulan ilişkilerdir. Pek çok insan için tasavvuf bir Batıniliktir. Bu görüşü savunan pek çok kitap ve yazı yayınlanmış iken tasavvufa yönelik eleştiriler arasında Batınilik eleştirisi güçlü bir suçlama şeklinde ortaya çıkmıştır. Gazzâlî ise gerek el-Munkiz’de ve gerekse Batınilik hakkında yazdığı müstakil kitabında Batınilik ile tasavvufu özünde ayrıştıracak bir bakış açısı ortaya koymuştur. Bu nedenle Gazzâlî’nin Batınilik eleştirisi İslam düşüncesi içerisindeki kırılma noktalarını anlamamız için verimli unsurlar içerir.

    Gazzâlî’nin kelam eleştirisi ise kelamın yetersizliği sorunu üzerinde odaklanmış ve Gazzâlî’nin meşhur, ‘‘Her şehre bir kelamcı kafidir.’’ cümlesi daha sonradan İbnü’l-Arabi tarafından tekrarlanmıştır. Ancak bu eleştirinin üzerinde durmamız gereken iki ciheti vardır: Birincisi Gazzâlî kelam eleştirisiyle içinde tasavvufun ve ilk dönem sufilerinin de bulunduğu Ehl-i Sünnet geleneğinin akide anlayışını veya en azından bu akidenin dayandığı epistemolojiyi eleştirmiştir. Bunun anlamı şudur: Kelam ilmi el-Munkiz’de dile getirilen kuşkunun evrensel bir cevabı olamayacaktır. Hâlbuki Gazzâlî’den önce sufiler, özellikle Kelabazi ve Serrac, Ehl-i Sünnet’in akidesini tesis eden kelam ilmini tasavvufun İbahilik, Sofistlik ve Batınilik gibi akımlardan ayrışmasının yegane yolu olarak görmüşlerdi. Kelabazi için tasavvuf akide alanında kelam âlimlerinin görüşlerini benimsemiş bir ahlak ve hakikat ilmidir. Kuşeyri Gazzâlî’nin yetersiz saydığı kelam ekollerinden birisinin kurucusu olan İmam Eşari’yi savunan bir risale bile yazmıştı. Her halükarda Gazzâlî’nin eleştirisi onun tasavvuf anlayışını da doğrudan etkilemiş olmalıdır. Çünkü tasavvuf ‘‘yetersiz’’ sayılan kelam ve fıkıh anlayışı çerçevesinde kendisini ahlak ilmi olarak tanımlamış bir hareketin adıydı. Üzerinde durulması gereken ikinci nokta ise Gazzâlî’nin kelam eleştirisiyle Gazzâlî sonrası tasavvufun ilişkileridir. Gazzâlî’den sonra tasavvufta iki önemli gelişme yaşanmıştır: Birincisi tarikatların kurulması ve tasavvufun çeşitli kurumlar vasıtasıyla İslam dünyasında yaygınlaşmasıdır. Bu gelişmenin Gazzâlî ve İslam dünyasındaki sosyal ve siyasal gelişmelerle ilgisi hakkında kapsamlı araştırmalar yapılmış değildir. Yine de iyi bir yazar olan Gazzâlî’nin İhya’da ele aldığı ahlak esaslı tasavvuf anlayışının tasavvufun yaygınlaşmasına katkı sağlamış olması muhtemeldir. Bununla birlikte Gazzâlî sonrasıyla Gazzâlî’nin ilişkisi her yönüyle tartışılmaya açık bir husus olarak araştırmacıların ilgisini beklemektedir. İkinci büyük gelişme ise nazari tasavvufun yükselişidir. Nazari tasavvufun gelişiminin farklı sebepleri olmakla birlikte, Gazzâlî’yle ilgili olarak iki temel hususa değinmek gerekir: Birincisi Gazzâlî’nin kelam eleştirisinin yeni tasavvuf üzerindeki doğrudan ve dolaylı etkileridir. Gazzâlî kelam ilmini yetersiz saymış ve onu eleştirmişti. Buna mukabil daha ağır bir eleştiri kabul edebileceğimiz ‘‘tutarsızlık’’ eleştirisi ise metafiziğin nasibine düşmüştü. İbnü’l-Arabi ve bilhassa Konevi ise eleştiriyi tersine çevirmiş, akılcı metafiziği ‘‘yetersiz’’, kelamı tutarsız bularak, dini düşünceye yeni bir yön vermişlerdi. Artık dini düşüncenin hedefi tutarlı bir kelam veya yeterli bir metafizik ortaya koymaktı. Bu nokta Gazzâlî’nin eleştirisinin doğru tahlil edilmesi bakımından mühimdir. Ancak bundan daha önemli olan ise ‘‘el-Munkiz’’ hakkında yeni döneme dair gelişmedir. Gazzâlî bu eserinde kurtarıcı bir ilim aramış ve bunu tasavvuf olarak görmüştü. Fakat bu ‘‘kurtarıcı’’ tasavvuf, pek çok bakımdan Gazzâlî’nin yetersiz ve eksik diye tavsif ettiği kelam ilminin kaziyeleriyle malûl idi. Bu nokta Gazzâlî’nin çelişkilerini de ortaya çıkartabilir. Gazzâlî’nin sufilerin görüşleri arasında en çok bilgi ve eylem ilişkisi üzerinde odaklanmış metotlarından etkilenmiş olduğu aşikardı. Gazzâlî için tasavvuf, iman-bilgi-amel üzerinde odaklanmış bir ahlak hareketiydi. Gazzâlî’nin eserlerinde ilk dönem tasavvufun kelam ilminin çerçevesiyle sınırlı nazariyelerinden alıntılar görsek bile, bunlar sonraki döneme göre yetersiz olduğu gibi Gazzâlî’nin beklentileri için de yetersiz görüşlerdi. İbnü’l-Arabi ve Konevi’yle kemaline ulaşan yeni dönem tasavvufu, Gazzâlî’nin aradığı evrensel ‘‘kurtarıcı ilim’’ olma iddiasına sahipti. Bu nedenle Gazzâlî’yi kendisinden önce teşekkül etmiş Sünni tasavvuf anlayışının bir neticesi ve iyi bir yazarı olarak görmek gerekirken, aynı zamanda yeni dönem tasavvufunun ‘‘talibi’’ ve mübeşşiri diye tebcil etmek de mümkündür.