Tekke Edebiyatı Ve Varlık Şehri

Melike Utku

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Türk Edebiyatı’nın genel bir tasnifi yapılırken, Tekke menşeli, tasavvufî içerikli edebiyat Tekke Edebiyatı olarak tanımlanır. Halk Edebiyatı’nın bir alt bölümü olarak tasavvur edilen bu edebiyat dili, kullanılışı, tercih ettiği nazım çekilleri ve hece ölçüsünü benimsemesi esas alınarak böyle isimlendirilir.

    Tekke Edebiyatı’nın ilk temsilcisi olarak kabul edilen Hoca Ahmet Yesevî, 11-12. yy’da Türkistan’da yaşamış bir Allah dostu ve tarikat şeyhidir. Yesevî’nin asavvufun temel ilkelerini vaz eden şiirleri Divan-Hikmet adıyla derlenip bir divan haline getirilmiştir. Bu tarz derlemeler hemen bütün tekkelerde görülen bir gelenektir aslında. Tarikatın piri konumundaki zatın manzum metinleri irşad amacıyla muhafaza edilir ve müridler tarafından bestelenip ilahi formunda, musiki eşliğinde icra edilir. Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli, Eşrefoğlu Rumi bu bağlamda akla ilk gelen mutasavvıf şairlerdendir.

    Anadolu’nun Moğol istilasına uğradığı 13. yy Tekke Edebiyatı’nın da ışıldadığı en parlak dönem olarak göze çarpar. İlim dili olarak Arapçanın, edebiyat dili olarak ise Farsçanın revaçta olduğu bu dönemde halkın dini inanışını ve zevkini Türkçe olarak dillendiren sufi şairler, Anadolu insanının gönlünde adeta taht kurar. Onlar, medreselerde, mekteplerde anlatılamayacak kadar derin meseleleri en basit ve en derin bir üslupla söylemeyi başarırlar. Bu edebiyatın mekanı doğal olarak tekkelerdir; halkın manevi eğitiminin ve bedii ihtiyaçlarının talim merkezi olan tekkeler. Fakat ulaştığı coğrafya göz önüne alındığında tekkelerin ancak bir ‘‘üs’’ olarak görülmesi gerektiği açıkça kendini gösterir. Şifahen yayılan ve zaman zaman gezici Kalender dervişlerle beldeler aşan bu şiirler, Anadolu insanının gönlünde kısa sürede maya tutar ve yeni bir dil, yeni bir dünya tasavvurunu inşa etmede başat görevi üstlenir.

    Edebiyatın burada amaç değil, bir araç olarak görüldüğü aşikardır. Buna rağmen ortaya çıkan metinler edebî anlamda üstün nitelikli eserlerdir ve bütün yalınlığına rağmen yine de ancak ehlinin anlayacağı derin anlam katmanları ve “şifreler” içerir. Yunus Emre’nin “çıktım erik dalına/anda yedim üzümü” mısraı bunun en tipik örneklerinden biridir.

    Tekke Edebiyatı’nın manevi zevki yaymayı, insanda gizli güzellikleri tahrik etmeyi amaçlayan bu edebi gayretinin bütün bu faydalarının dışında çok daha kalıcı bir işlevi daha vardır; bir inanç dili kurmak, onun tasavvurlarını, kavramlarını ve sembollerini inşa etmek. Kısacası bir alem tasavvuru yaratıp, aklı ona göre biçimlendirmek. 11. yy’da Türkçe olarak inşa edilmeye başlayan bu tasavvurun temel sembolleri gerçek hayattan, onun kavramlarından ve kurumlarından ilham alır.

    Varlık, tıpkı dönemin klasik idare şeklindeki rollere göre tasavvur edilir. Merkezde “padişah”, onun “veziri”, hizmeti itibariyle padişaha en yakın olanlar ve halkalar halinde diğer insanlar, varlıklar vd. Bu tasavvurda “padişah” alemin sahibi Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve bir sembolu olarak vazife görür. Dini terminoloji ile söylemek gerekirse o “halifetullah”tır. Bu merkez sembolden hareketle “vezir”i Hz. Peygamber ve “hekim”i insan-ı kamil olarak izlemlemek mümkündür.

    İnsanı varlıkta tekamül ettiren en büyük saik ise “aşk” tır bu tasavvurda ve yukarıda genel hatlarıyla tanımlamaya çalıştığımız bu sembolizasyonu ayakta tutan şey -“dünya”daki görünümün tersine- “güç” değil, “aşk”tır. Halık’ın mahlukuna duyduğu muhabbet ve mahlukun Halık’ın muhabbetine yavaş yavaş uyanışı ve ona “kendini yok etmek” suretiyle verdiği karşılıktır bütün bir varoluşun izahı. Tekkelerde mürşid ile mürid arasında talim edilen adıyla “seyr ü sülük”.

    Tasavvufî şiirlerde çok güçlü bir aşk sembolizasyonu ile karşı karşıya oluşumuzun sebebi de bu algılayıştır. “Bülbül’ün “gül”e duyduğu ölümsüz aşk, “Padişah”ın aşkıyla yanan aşıkların, “gül bahçesine” varmak için verdikleri mücadeleler, bu yolda düçar oldukları hastalıkları tedavi eden “hekim”ler, “düğün gecesi” sevgilisine vasıl olan “gelin”ler vb. semboller varlığını hep aynı şeye borçludur; Allah’ın Hz. Peygamber’e “habibim” demesindeki sırra.

    Aynı şekilde “meyhane” de güçlü bir semboldur bu edebiyatta. “Şarap” aşkın, “meyhane” tekkenin, şarap içen meyhane müdavimleri de “aşık”ın yerine geçer. Çok önemli sembollerden biri de “şehir”dir. Varlık şehrinden yokluk şehrine bir yolculuk olarak da düşünülen varoluş süreci, özellikle Hacı Bayram-ı Veli’nin;

    “nagehan ol şara (şehre) vardım

    ol şarı yapılır gördüm

    ben dahi bile yapıldım

    taş u toprak arasında”

    mısralarıyla varlığın içinde insanın konumunu tanımlayan ölümsüz dizeler olarak zihinlerimizdeki yerini alır. Bununla da kalmaz, şehir gerçek anlamından çok daha derin bir anlam dünyasına taşınıp kodlanmış olur.

    Tekke Edebiyatı’nın sembolik dili, yaşanılan dönemin, içinde yaşanılan toplumun gerçeklerinden bağımsız inşa edilmiş hayalî bir dil değildir. Bizzat zahirin “nesne”lerine batının “anlam”larını giydirilmek suretiyle inşa edilmiş bir dildir. Gerçeklikle ise bu paralellik anlamada hem kolaylık hem de tuzaklar barındırır. Sembolun gerçeğini bilenin “ilk” anlamda kalması, ötesine geçememesi pekala mümkündür ve bu “tuzak” genellikle “molla”ları eleyen bir elek görevi de görür. Anlayanların “beri geldiği”, anlamayanların dışarıda kaldığı bu dünya doğal olarak toplumun bir kısmı tarafından eleştirilere maruz kalmış, cevabını da Yunus Emre’nın dilinden vermiştir:

    “Yunus Emre bu sözü eğri büğrü söyleme

    Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.”

    Bu sembolik dilin sadece Tekke Edebiyatı’nda hakim olduğunu söylemek mümkün değildir. Aynı semboller dünyasının daha ağır bir dil ve şiir zevkiyle, “Divan Edebiyatı” adıyla yeniden inşa edildiği bir vakıadır. Bu yüzden Divan Edebiyatı’nı bu arka planını göz ardı ederek ve “mazmunlarının” dayandığı alem tasavvurundan soyutlayarak izaha kalkışmak, günümüzde naif bir tutum olarak zuhur etmektedir. “Şarap içen, meyhaneyi öven şairler”in ispat çabasına düşen indirgemeci bir tavır, profan (din dışı) bir tasavvurun dinî bir tasavvuru kuşatamayacağının açık bir göstergesi olarak kalmaktadır yalnızca.

    Yunus Emre’nin 13. yy’da Tekke şiirini ihya etmesinin yanında, Anadolu Türkçesini de yeniden inşa ettiği inancı bugün her kesimden insanın gönüllü ikrarıdır. Sekiz yüzyıldır anlamından bir şey kaybetmeyen bir Türkçe’nin inşası bir anlamda hala anlamından hiçbir şey kaybetmeyen bir semboller dünyasının ve onun üzerine yaslandığı bir alem tasavvurunun varlığını muhafaza ettiği anlamında da okunabilir. Dil üzerinden kodlanmış bir din algısının katettiği yolu, dil ile dinin birlikte kat ettiği yol olarak görmek de mümkündür. İster dinden yola çıksın ister dilden, samimi olan her insan ister istemez aynı yere varacaktır; Tekkelerin varlığından haber verdiği, bununla kalmayıp güzergahını talim ettirdiği, bizimse Kafdağı gibi zaman zaman cezbesine kapıldığımız fakat takat getiremediğimiz o “varlık şehri”ne….