“Erdemli Toplumu Yeniden Kurmak Mümkün” İlhan Kutluer ile dünümüzü, bugünümüzü, yarınımızı konuştuk. Felsefenin gölgesinde; ama durmadan, dinlenmeden.

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • İlhan Kutluer Hoca ısrar edenlerden, felsefeye, düşünmeye olan aşkı iyileştirilemez türden, bana kalırsa ısrarının en önemli sebebi bu… Ve belki de bu yüzden kendisini ‘‘müzmin felsefe talebesi’’ olarak tanımlıyor. Kendisiyle, İslam Felsefesi Anabilim Dalı’nda Anabilim Dalı Başkanlığını yürüttüğü M. Ü. İlahiyat Fakültesi’nde konuşma fırsatı bulduk…

    Benim şimdiye kadar okuduklarımdan çıkarabildiğim kadarıyla, Asr-ı Saadet ile ulaşılan mutluluğu güven duygusu, tutarlılık fikri ve manevi tatmin şeklinde sıraladığınız üç sebebe bağlıyorsunuz. Ben ise ne Efendimiz’in, ne de ona yakın olmuş sahabelerin bir güven duygusu, manevi bir tatmin içinde yaşadıklarını, o şekilde hareket ettiklerini düşünebiliyorum. Korkudan tir-tir titreyen, kendi sonlarından dahi emin olamayan bir Resul tasavvuru var kafamda. Üstelik bu endişe, endişe demek doğru ise, cennetle müjdelenmiş olmalarına rağmen hâkim… Ne dersiniz?

    Bu kavramları Sarp Yokuşu Tırmanmak adlı eserimde genişçe ele almıştım. Sözünü ettiğim güven ve manevi tatmin duygusunun iman etmiş bir kalbin varoluşsal kaygılarıyla ilgisi var, uhrevi beklentileriyle değil. Söz konusu kaygının varoluşsal olması varlığın anlamı ile ilgili olmasından ötürüdür. İnsan gibi karmaşık bir yaratığın “varoluşumun bir anlamı var” diyebilmesi en temel ihtiyaçlarından birinin karşılanması demektir. Bunu diyemediğini düşünün bir de… Varoluşunun bir anlamı olmadığını düşünen bir ruhun nihilizmin karanlık uçurumlarında hiç bitmeyecekmiş gibi yaşanan bir düşüşe geçtiğini hayal edin. Böyle bir insan, ağzını ne kadar hedonizmin şehvet yalaklarına yapıştırıp içindeki o zalim anlamsızlık uçurumunu aşmaya çalışsa da nafiledir. Allah’a iman varoluşumuzu kendine çekme istidadında olan böyle bir uçurumun kenarından bizi çekip alır. Allah sığınaktır. Hâl-i pür melâlimiz ne olursa olsun, O’ndan başka gidecek yerimiz yoktur. İslam ruhun barışı, kurtuluşudur (selâm). Bizi bir güvenlik alanına sokar. Bu güvenlik alanı, sorunuzda değinilen bir eskatolojik güvence garantisi anlamında değildir. Yüce Yaratıcı’nın bizi kurtarmak için saldığı ipe tutunmanın verdiği güven duygusudur bu. Allah’a iman eden bir kalp insan fıtratına kodlanmış primordiyal tanıklığa (A’râf 172) uygun olarak yaratılmış varoluşunu Rabb’inin kudret eline teslim etmiş olmanın güven duygusu içinde yaşar. İman teriminin, güven ile ilgili olan “e-m-n” köküyle ilgili olduğu düşünüldüğünde Allah’a iman etmenin varoluşumuz bakımından bir güvenlik alanı oluşturması anlaşılabilir. Biz Allah’a iman etmekle O’na sadece inanmış olmayız, O’na güveniriz de. Doğrudan doğruya Hak ve hakikatin iman yoluyla içselleştirilmesidir bu güvenlik alanını mümkün kılan. Allah’ın güzel isimlerinden birinin el-Mü’min oluşu bu açıdan anlamlıdır. El-Mü’min yani Güven Veren. Mebde ve mead fikri olmayan, nereden gelip nereye gittiğine dair en ufak bir fikri bulunmayan insanın çok ciddi bir anlam krizine girme ve belki de sırf bu yüzden ünlü psikiyatrist (aslında anti-psikiyatrist) Laing’in “ontolojik güvenlik” dediği ve ruh sağlığının bir şartı olarak gördüğü duygusunu yitirme ve psişik bütünlük kaybına düşme ihtimali yüksektir. Tabii hala kalbi ölmemiş ve insani vasıflarını muhafaza etmiş bir insandan söz ediyorsak. Dolayısıyla sözünü ettiğim güven duygusu insan varlığını bütünleyen varoluşsal güvenlik duygusuyla ilgilidir; eskatolojik ya da uhrevi güvence fikriyle değil. Hakikatin bilgisine vukufiyet, anlam dolu bir hayat, ödevini yerine getirmiş kişilere özgü derin iç huzuru ve asıl hayatın öteki hayat olduğu bilinciyle Allah’ın vereceği hüküm karşısında kusursuz bir razı oluş… Varoşsal bütünlük ve güvenliğini bir ölçüde tesis etmiş ruhun uhrevi akibeti konusunda bu dünyada bizim tahmin yürütecek halimiz yok. Ancak bu ruhaniyete en yüksek ve kâmil manada sahip olan Allah Resulu’nün (s.a.v.) son sözleri –bedeni ateşler ve raşeler altında eziyet çekerken- şunlar olmuştu: “Allahümme! er-Refîku’l-A’lâ” (Allah’ım, Ey Yüce Dost! Sana geliyorum). Tutarlılık da varoluşsal bütünlük fikriyle alakalı. İslam’ın “ed-dînü’l-kayyim” (Rûm 30), yani fıtrat yahut insan doğasıyla en uyumlu din olması, insanın varoluşu ile bağlandığı dinin tam manasıyla uyumlu ve tutarlı olduğu hissini kuvvetli biçimde verecektir. Ayrıca iman-amel bütünlüğü bu dinde esas olduğu için inandıklarınızla yaşadıklarınız arasında uyumu yakaladığınız ölçüde tutarlılık fikri bir kişilik parçalanmasına yol açmadan psikolojik bütünlüğünüzü koruyacaktır. Eğer inancınıza aykırı bir fiil işlemiş iseniz, tevbe kapısı, sizin bir günahkârlık psikozuna girmenizi engelleyecek biçimde ardına kadar açıktır. Allah Tevvâb’tır ve ondan asla ümit kesilmez. Tevbe sizi onarır ve yeniden inşa eder. Tatminden kastım ise Kur’ân’daki “en-Nefsü’l-Mutmainne” terimiyle ifade edilen manevi makamdır: “Ey itmi’nana ermiş kişi! Kendisi razı olmuş ve kendisinden olunmuş kişi olarak dön Rabbine! Gir kullarımın arasına! Gir Cennet’ime” (Fecr 28). Etik dünyasının en yüksek değeri olarak Rabbinden razı olmayı ve Rabbinin de kendisinden razı olmasını bilmiş, buna göre yaşamış kimse itmi’nana ermiş kişidir. Çünkü Rabbine teslimiyet onu Allah’tan başka hiçbir şeyin kulu eyleyemeyeceği için ruhunun temel karakteri olan gerçek özgürlüğü ve dolayısıyla gerçek tatmini tadacaktır. Zaten ayet-i kerimede de belirtildiği gibi böyle bir kişi Cennet’e girmeyi hak etmiş, Allah’ın gerçek kulları arasında sayılmaktadır.

    Köklerden beslenmek mevzuuna gelmek istiyorum. Nedir köklerden beslenmek? Mağlup olmuş bir medeniyet ya da medeniyet iddiası değil miydi Osmanlı/Selçuklu, (hatta Abbasi/Emevi)? Öyle olmasaydı tarih sahnesinden çekilirler miydi? Ve sorumun ikinci kısmı, ilkine paralel olarak; bir yazınızda Toynbee’ye de atıfla, Osmanlı Medeniyeti’nin tabiî bir ölümle ölmüş olmayıp, durdurulmuş olduğunu söylüyorsunuz. Ve bu mirasın tekrar kullanılabileceğini iddia ediyorsunuz. Bu söylediklerinize dair umudunuz gün geçtikçe azalmıyor mu? Her geçen gün mevcut küresel sisteme daha çok ve daha derinden eklemlenen, bu medeniyetin mirasçılarını gördüğünüzde…

    Mustafa Özel dostumuz bir zamanlar İstikbal Köklerdedir ismiyle bir kitap çıkarmıştı. Çok bilgece bulmuştum bu sözü ve Yahya Kemal’in çok bilinen “kökü mazide olan âti” sözünün bendeki anlamını pekiştirmişti. Köklerden beslenmek bu açıdan bakıldığında öncelikle köklere sahip olmak ve ona tutunmak anlamına geliyor. “Dalları göğe uzanmış kökü toprağa sımsıkı tutunmuş ağaç” (İbrahim 24) metaforu Kur’ân’da vahye dayalı hakikatin sağlam ilkelerini temsil etmekteydi. “Güzel söz”ün, hakikat ve erdemi dile getiren kelamın (kelime tayyibe) ilkesel değerini vurguluyor ayet. Bu ilkeler zaten her Müslümanın manevi dünyasının temel referanslarını oluşturur. Ancak sorunuzda da belirtildiği gibi burada köklerden beslenmek tabiri dinimizin saf formundan başka olarak bu dini eksene almış medeniyet tecrübemizle ilgili. Her şeyden önce köklerimizin, hatta derin köklerimizin olması bütünlüklü bir kültürel kimliğe sahip olmamızı temin eder. Bu bir insanın kapasitesi yüksek bir hafızaya, işlek bir hayal gücüne, sıçrayan bir sezgiye sahip olması gibidir. Bir an için bu insanın bir hafıza ameliyatı geçirdiğini, bu yüzden hayal gücünün allak bullak olduğunu ve dolayısıyla sezgisel güçlerinin donduğunu düşünün. Bu insanın geçireceği krizin adı elbette kimlik krizidir. Böyle bir hal geldiğinde başına ilkin “Ben kimim?” diye soracaktır. Kendisinin kim olduğunu bilmediği için başkalarının da kim olduğunu bilmeyecek, hem iç dünyasını hem de dış dünyasını anlamlandırmada aşılması güç bir kriz yaşayacaktır. Bence tarihsel birikim ve medeniyet tecrübesi dediğimiz şey, olmadığı veya yok sayıldığı zaman benzeri bir kimlik krizine yol açmaktadır. Buradan gelelim sizin “beslenelim dediğiniz köklerin akıbeti ne oldu?” mealindeki sorunuza. Bir kere hakka ya da batıla dayansın her medeniyetin başına gelmiş yahut gelecek olan tarihte kurduğumuz medeniyet(ler)in de başına gelmiştir. Medeniyet dediğiniz ister Hz. Süleyman’ın Mülkü olsun, isterse de Firavun’un piramidal sistemi. Medeniyetlerin doğası öncelikle beşeri, birikimsel ve tarihsel olmasıdır. Elbette her medeniyet hak ya da batıl bir bilgi ve değer sistemini eksene alır ve kendisini öyle tanımlar, o istikamette gelişir. Ancak her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır (Yûnus 49) ve eninde sonunda her toplumsal yapı kendi kıyametini hazırlar. Ancak biz bugünden geçmiş medeniyet tecrübemize baktığımızda bu tarihsel varlık karşısında oldukça güncel bir pozisyon alırız. Tarihsel olanın güncelliği ne demek? Derin bir tecrübenin bugün bizim için ifade ettiği fiilî anlam demek elbette. Nasıl dinî kimliğimizin köklerini Hz. Âdem’e kadar uzanan dev bir vahiy geleneğine kadar geri götürüyor ve bu bize müthiş bir aidiyet duygusu veriyor ise kültürel kimliğimizin köklerini medeniyet tecrübe(leri)mize bağlamak, kendimizi bu köklerin ürettiği geleneklere nispet etmek bizi kendiliğinden o görmüş geçirmiş bilgelere özgü birikim ve donanımın dünyasına dâhil edecek, o dünyaya ait kılacaktır. Bu çok önemli bir imkândır. Lakin bu imkânı tecrübe kavramını yanlış yorumlamak suretiyle berhava etmenin de manası yok. Eğer medeniyet denilen fenomenin yukarıda değindiğimiz gibi beşerî, tarihsel ve birikimsel olduğu unutulur da onu ilahî, tarih ötesi ve sabit bir numen kabul edip bu ‘‘kökler’’den bu zihniyetle beslenmeye başlandığında ortaya tarih dışına düşmüş bir muhafazakârlıktan tutun gelecek inşa etmekten aciz gelenekselciliğe kadar çeşitli zihniyet problemleri çıkacaktır. Adı üstünde medeniyet tecrübesi… İnançta, düşüncede, sanatta, siyasette, kurumsallaşmada atalarımız, adına bugün İslam medeniyeti değimiz tarihsel tecrübeyi ortaya koyarlarken hangi alanlarda başarılı olmuşlar? Neden? Hangi alanlarda yanlış yapmışlar? Neden? Değer sistemleriyle uyumlu bir hayat tarzı geliştirme hususunda ne tür entelektüel ve/veya politik yöntemler geliştirmişler? Bunlar yeterli olmuş mu? Bilgi, bilim, teknik, sanat… gibi alanlarda peşinde oldukları paradigmalar tarihin sınamalarından başarıyla geçmiş mi? Geçmemiş ise neden? Bugün içinde boğulduğumuz problemleri anlama ya da aşmada tarihimizin bize sunacağı tecrübî imkânlar nelerdir?…vd. Bu sorular çoğaltılabilir. Önemli olan müracaat ettiğimiz tarihsel medeniyet tecrübesinin bir ‘‘beşerî tecrübe birikimi’’ olduğunu unutmamaktır. Doğrulardan öğrendiğimiz kadar yanlışlardan da öğreniriz. Doğruları geliştirmek, yanlışları eleştirmek; doğruları yeniden keşf etmek, yanlışları elemek; yepyeni doğruları keşf etmek, beklenmedik yanlışlar karşısında hassasiyet geliştirmek… Bu ve benzeri metodoljik pozisyonları almak sözünü ettiğimiz tecrübe deposundan alabildiğine yararlanmakla mümkün. Bu tecrübeyi üretenler ‘‘bizim atalarımız’’. Biz bir bakıma onların inşa ettiği âlem-i imkânın çocuklarıyız. ‘‘Biz’’ ve ‘‘Bizim Atalarımız’’ arasındaki bağların kopması ya da koparılması basit bir vefasızlık olmanın ötesinde sözünü ettiğimiz devasa tecrübenin kırkambarından yararlanamama riskini beraberinde getirir. Kısacası tarih hatalarıyla sevaplarıyla ‘‘bizim’’ tarihimiz; medeniyet tecrübesi hatalarıyla sevaplarıyla ‘‘bizim’’ serüvenimiz. Sorunuzun içeriğini hesaba katarak söylediklerimizi şöyle bir sonuca bağlayabiliriz: Kökü olmayanın gövdesi, gövdesi olmayanın dalları ve/veya meyvesi olmaz. Köklerden beslenmek muazzam bir tecrübeye sahip çıkmak, ondan yararlanmak demektir. Geleneği olmayanın geleceği olmaz. Bugünkü kimlik yapımız gelenek ile gelecek arasındaki bağları ne kadar yapıcı, yeniden üretici, yepyeni ufuklara taşıyıcı bir yaklaşımla tesis ettiğimiz ile alakalı olarak o veya bu yönde gelişecektir. Bu yaklaşım elbette tahripkâr olmayan, yeniden inşa edici bir eleştiriyi her aşamada gerektirecektir. Böylece yinelenmesi gereken ilkeleri yeniden keşfedecek, yenilenmesi gereken birikimleri inşa edeceğiz. Yeni durum ne peki? Yeni durum küreselleşmedir ve hem sorunları hem de çözümlere dair yaklaşımları tamamen farklılaştırmıştır. Artık yeni bir İslam medeniyeti iddiası anlamlı kılınacaksa bu, Kapitalizm’in belirlediği küresel süreçleri, kendi “küre”mizi yeniden inşa etmeye çalışarak yönlendirebilmekten geçecektir. Söz konusu çerçevede Selçuklu-Osmanlı medeniyet tecrübesinin bize ne gibi ilhamlar ve ne gibi dersler vereceğini düşünmek hiç de anlamsız değil.

    Söyleyecek sözü olmak cümlesini çok sık kullanıyorsunuz. Aslında sadece siz değil, genel olarak bu çok tekrarlanan bir şey, bizim (bu toprakların çocuklarının) insanlığa sunabileceğimiz bir teklifimiz var… 21. yy’da düşüncede, kültür ya da sanatta söyleyecek neyimiz var? Tüm dünyada hakim adaletsizliği eleştirmek dışında (ki bunu sadece biz yapmıyoruz), sanat ya da düşünce adına, dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan ortalama bir entelektüele teklif edecek neyimiz var? Batı’nın zaten kendi içinde yaptığı teknik/teknoloji/modernizm eleştirisinin 3. sınıf tekrarından başka (o da 50 yıl gecikmeli olarak) ne söylüyor entelektüellerimiz ya da ne söyleyebilirler?

    Söyleyecek sözü olmak derken sözü çok uzatmadan cevaplandırmaya çalışayım. 21. yüzyılda insanlığa sunacak bir teklifimiz var mı? Bütün insanlığa anlamlı gelebilecek, tüm insanlık için geçerli olabilecek bir prospektüs yok ortada. Böyle bir hazır reçetenin olması da gerekmiyor. Tabiatıyla “insanlığı İslam kurtarır” türünden özünde doğru fakat slogandan ibaret kaldıkça insanlık için anlamlı olması pek mümkün olmayan retoriklerden de söz etmiyorum. 19. yüzyıl sonlarına doğru modern İslam düşüncesi bir yandan İslam yurduna tasallut eden emperyalizm ile mücadele etme azminde iken diğer yandan modernliğin ezici dinamizmi karşısında bazen uzlaşmacı, bazen de reaksiyoner bir söylem geliştirmişti. İslam coğrafyasının 20. yüzyılda modern ulus-devletler halinde yeniden yapılandırılması ve politik söylemlere az ya da çok milliyetçiliğin egemen olması Müslüman ülke aydınını bir yüzü Batıcı diğer yüzü Anti-Batıcı garip bir mahlûka çevirmişti. ‘‘İslamcılık’’ cereyanı kendisini bir yandan Anti-Batıcı (Oksidantalist?) olarak konumlandırıyor, diğer yandan İslamcılığı bir modernleşme projesi olarak takdime devam ediyor iken ulus-devlet milliyetçiliği ve sekülarizminin doğurduğu sorunlara karşı da bir Müslüman uluslar topluluğu ülküsünü alttan alta işliyordu. 21. yüzyıla gelindiğinde vizyon farklı terimlerle ifade edilse de aynıdır. Yani hem kuyuya düşeni almak için kuyuya inmek mecburiyetini teslim edici hem de kendi kuyusunu kazanlarla gizli açık mücadele edici bir tutumu besliyor bu vizyon. Ancak tehditler ve fırsatlar sıkalasında daha dinamik ve belirsiz bir görünüm var şimdi. Tehditler fırsata fırsatlar da tehdide dönüşüverecekmiş gibi görünüyor. Müslüman ülkelerde modernleşme geliştikçe ve bu süreçten mütedeyyin insanlar daha fazla pay aldıkça, Oksidantalizm çağrışımı yapan Anti-Batıcı radikal tutumlar yerini yavaş yavaş formu Batılı-demokratik, muhtevası Müslüman-muhafazakar sosyo-politik modellere bırakacak gibi sanki. Böyle bir şartlar manzumesi içinde İslam medeniyeti iddiası başa dönmüş Osmanlı’nın hayaletinin dolaştığı coğrafyada yeni bir bölgesel düzen kurmaya yönelmiş görünüyor. Bölgesel güç olunmadan küresel güç olunamaz, bu biliniyor çünkü. İmdi, ortada böyle bir medeniyet iddiası varsa buna tekabül edecek, bu iddiayı anlamlı kılacak entelektüel birikimlere sahip miyiz sorusu elbette anlamlıdır. Nitekim siz de soruyorsunuz. Öyle ya teoloji, bilim, teknik, felsefe, sanat, siyaset, ekonomi gibi bir medeniyetin aslî tezahürleriyle ilgili düşünce sistemleri yahut yöntembilimsel modeller geliştirerek küreselleşen dünyada gereken pozisyonu almamızı mümkün kılacak neyimiz var? Mesela böyle bir imkan olarak üniversitemiz var mı? Bu bir birikim meselesidir ve galiba sadece 19. ve 20. yüzyılda biriktirdiklerimiz karşı karşıya kaldığımız küresel sorunlarla baş etmek için kâfi değildir. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi bizzat küreselleşmenin kendisi yepyeni bir konjonktürdür ve yepyeni bir problematik alan koymaktadır insanlığın önüne. Bu yüzden Batı karşısında reaksiyoner kalarak içeriksiz bir köktencilik üreten ya da yine Batı’dan öğrenilmiş formlar içinde bir Anti-modernlik geliştiren entelektüel tutumlar artık büyük düşünen kafalara özgü tutumlar gibi görünmemektedir. Yeni perspektif bu ikisinin ötesine geçerek modernitenin hem İslam, hem de Batı dünyasının sırtına yüklediği küresel sorunları birlikte aşmayı mümkün kılacak bir perspektiftir. Tabiatıyla bu, kültürel kimlikleri saklı tutan ancak İslam ve öteki medeniyet geleneklerini diyalojik bir ilişkiye sokan yeni bir bakıştır. Bu aşamada İslam’ın klasik çağında bilim ve felsefe mirasının tevarüs edilme yöntemleri yanı sıra esasen bir Avrupa emperyal gücü olan Osmanlı devletinin tecrübeleri ilham verici olacaktır. Evet, her şeye rağmen söyleyecek sözümüz olmalı. Erdemli toplumu yeniden kurmak mümkün çünkü.

    ‘‘Kur’an’daki birçok ayette insan, nesne ve olgular üzerinde gözlem yapma, ilgili veriler üzerinde düşünerek doğru sonuçlara varma istikametinde yönlendirilmiştir.’’ diyorsunuz. Bir başka yerde; ‘‘Seküler denilen ve doğrudan doğruya dini sayılmayan bilgilerin düşünme melekelerine sahip olup bilme çabası içine giren her insanın ulaşabileceği türden olduğu ve İslam’da teşvik edildiği ortadadır.’’ diyorsunuz. (Bu biraz zorlama bir yorum gibi geliyor bana… 21. yy’da pozitif bilimler bu denli başarı sahibi olmuşken, Kur’an da aslında insanları fizik dünya vs. üzerine düşünmeye sevkediyor, mevcut bilim dallarında araştırmayı teşvik ediyor vs. gibi…) Bahsettiğiniz o ayetlerde esas amaç ikna değil mi? Ve Kur’an’da zikredilen deliller iknai değil mi? Gerçekten düşünüp bir sonuca varılması mı isteniyor Müslümanlardan? Özellikle de bu ayetlerin ilk muhatapları dikkate alındığında…Yine aynı soruya paralel olarak: Bir başka yerde, Kur’an’ın istediği ya da ondan ilham alan Müminlerin, dünya çapındaki bilimsel etkinliğin öncüleri olacağını, olması gerektiğini söylüyorsunuz… Öyle olsaydı, zaten Müslümanlar öncü olmaz mıydı? Yüzlerce yıl kimse bunu düşünemedi, kimse Kur’an’a o gözle bakmadı, şimdi biz mi doğru şekilde anlıyoruz Kur’an’ı?

    Kur’ân-ı Kerîm’de entelektüel (aklî) etkinliğe çok güçlü vurgular yapıldığı kesindir. Bu etkinlik hem Kur’ân metni üzerinde “tedebbür” etmeyi, hem kâinat kitabı üzerinde “tefekkür” etmeyi, hem sosyo-kültürel olgular üzerinde “i’tibâr” etmeyi hem de insan fenomeni üzerinde “tezekkür” etmeyi kapsar. Bunların hepsi insan kalbine nispet edilen “akletme” etkinliğinin (Hacc 46) birer yönüdür. Bana sorarsanız akletme etkinliği teoloji, felsefe, bilim, siyaset ve ekonomi alanında düşünme yöntemleri üretmeyi gerekli kılar, hatta bir sorumluluk haline getirir. Sizin sağduyunuzu tereddüde sevk eden ilgili ayetlere muhatap olan ilk nesil Müslümanların akletme deyince gelişmiş bir medeniyet ortamında görülebilecek bilim, felsefe türünden etkinliklere pek aşina olmadıkları gerçeğidir. O zaman da haklı olarak soruluyor: Kur’ân’ın ilk nesil muhatapları akletmekten bunları anlamıyor idiler ise ne anlıyorlar idi? Bir şey anladıkları ve kendi dünyaları için doğru olanı anladıkları muhakkak… Lakin bizim entelektüel sorumluluklarımızın çok farklı şartlarla şekillendiği de ortada. Bu farklı şartlar gökdelenlerin arasında göğü, eksoz dumanları arasında temiz havayı, şehrin gürültüsü arasında kuş seslerini, ekran tartışmaları piyasasında saf düşünceyi yitirmemize sebep olmasaydı keşke. Keşke bizim de ilk nesillerin aksine çeşitli kanaat önderlerinin birbirinin zıttı din yorumları karşısında kafamız karışmış olmasaydı. Keşke çeşitli bilimsel ve felsefî teoriler arasında bocaladığımızda yanı başımızda onlar gibi soru sormak için başvuracağımız Allah elçisi olsaydı. Yeryüzünün en iyi eğitim almış en zeki beyinlerinin ders verdiği dünyanın en tanınmış üniversitelerinde gerçek bilgiyi talep etmek için cilt cilt kitaplar arasında dolaşırken tırnaklarımızı kemirmeseydik. Ekonomi dünyamız üç beş bin küçük ya da büyük baş hayvandan, adedi çok fazla olmayan hurma bahçelerinden, yılda iki kez düzenlenen kış ve yaz kervanlarıyla yapılan ticaretten, bu yollarla ithal edilen ve şehrin çarşılarında satılan kılıç, kumaş gibi sınai mamullerden, baharatlardan ibaret olsaydı da düşünmek için çok daha soylu şeylere yönelseydik. Biz bambaşka bir dünyaya fırlatıldık. Ve aklımız ermeye başladığı, kendimizi Müslüman olarak tanımladığımız günden itibaren içine doğduğumuz bu dünya şartları içinde sorumluluklar üstlendik. Âlem-i imkânımız çok farklı ve tehdit-fırsat sıkalamız maddî tezahürleri açısından bambaşka ilk nesillerinkinden. 21. yüzyılda ıssız köylere, vahşi dağlara çekilerek saf İslam’ı yaşama düşüncesi hayli romantik gelebilir. Ancak benim görüşüme göre İslam özünde medeni, şehirli bir dindir ve 21. yüzyıl medeniyet dünyasına söyleyecek sözü olmalıdır. Teolojide, felsefede, bilimde, sanatta, ekonomide, siyasette… İster dinî densin isterse dünyevî (seküler), tüm bilgi ve uygulama alanlarında birinci sınıf entelektüel, bilim insanı, din alimi, sanatçı, siyasetçi, devlet adamı yetiştirmek bu ümmetin sırtına yüklenmiş bir farz-ı kifayedir. Bunu başardıkları dönemler oldu. Ünlü bilim tarihçisi Sarton’un tabiriyle “Altın Çağ” (Golden Age) denilen dönemler… O çağda Batı’nın yaşadığı dönemlere “Karanlık Çağ” (Dark Age) deniyordu. Önceleri tercümeler yoluyla öğrendikleri birikimin çalışkan talebelerinden ibaret iken Müslümanlar hicri üçüncü asırda artık dünyanın öğretmenleriydiler. Bu yüzdendir ki Ortaçağ Latin dünyasında Batılıların şimdi “intellectual sciences” dediği “aklî ilimler” sahasında Arapça yazılmış olan kütüphaneler dolusu eser Latince’ye çevrildi. Şartlar geliştiğinde bu dinamizm yeniden yakalanabilir. Yukarıda dediğim gibi bu bir birikim meselesi. Yazıklanmayı bırakıp gayret kemerini kuşanmak ve nicel birikimlerin nitel sıçramalara vasıl olması için entelektüel üretimi sabırla artırmak gerek.

    Nitekim Yitirilmiş Hikmeti Ararken isimli kitabınızda da, klasik dönem Müslümanları için: ‘‘Müslüman entelektüel muhit kendinden önceki medeniyetlerin artık yeni bir fikrî ve ilmî rönesansa dönüştüremeyeceği birikimi başarıyla ve tam olarak bir özgüven duygusu içinde tevarüs etmişti.’’ diyorsunuz. Ve o özgüveni pek çok yerde vurguluyorsunuz. Ancak orada atlanmaması gereken bir ayrıntı var sanırım: O zaman Müslümanlar siyasî ve askerî olarak da galiptiler ve bu bahsettiğiniz özgüven duygusunun en önemli sebebi de buydu galiba. Bugünkü modern Müslüman ülkelerin de aynı özgüvenle hareket edip bu tarihi tecrübeden faydalanabileceğini söylüyorsunuz. Ancak siyasî, askerî, ekonomik vs. pek çok alanda mağlupken bu söylediğiniz gerçekleştirilebilir mi?

    Özgüven duygusunun altını çizmeniz çok önemli. Bu duygu tabiatıyla siyasî ve askerî üstünlüğün verdiği hâkimiyet duygusunun bir yansıması iken asıl olarak onların kendi inanç, ahlak ve bilgi değerlerinden emin olmasıyla ilgiliydi. 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında Müslümanlar “Garbın âfâkını” saran çelik zırhlı duvarlar karşısında siyâsî ve askerî yenilgiler yaşadıkça beşerî ve tarihsel şartlar muvacehesinde yükselişini sürdüren modern Batı medeniyeti karşısında da kendi medeniyetlerinin geçerliliğinden kuşkuya düşmüşlerdi. Bir anlamda özgüven duygularını yitirmişlerdi. Özellikle Batıcılık akımına meyledenler, Osmanlı-İslam medeniyetinin krizini bu medeniyetin değerlerine fatura ettiklerinden artık bu değerlerin özünden bile kuşkuya düşmüş ve kendi kültürel kimliklerine ilişkin özgüven duygularını yitirmişti. Neyse ki İslamcılar “İslâm terakkîye mani değildir” ana fikrinden hareket ederek doğrudan İslâmî değerlerle ilgili fikrî bağlarını bir güven tazelemesiyle yenileme yolunu seçtiler. Yeniden bir İslam toplumu inşa edilecek ise geleneğin yükünden kurtulmalı, İslam’ı modern bir medeniyet projesi olarak yeniden “asrın idrâkine” söyletmeliydik. Bu yaklaşımı şimdilerde yeniden tartışmak gerekiyor. Geçelim. Bu zaviyeden bakıldığında günümüz Müslümanların kendi inanç değerlerinden emin olduğu söylenebilir. Ancak modern küresel çağda (post-modern mi demeliydim?) kendi “erdemli toplum”larını nasıl kuracaklarına ilişkin arayışlarında kendilerinden çok fazla emin değiller. Ya kendi dışındaki birikimleri fütursuzca taklit ediyorlar ya da bu dünyalara sağır kalıyorlar. Oysa hakikat şulesinin hareketi dikeydir. Ne Doğu’ya ne de Batı’ya aittir (“Lâ şarkiyye ve lâ garbiyye”, Nur 35).

    Entelektüel sorumluluk demişken İlim ve Hikmetin Aydınlığında kitabınızda; ‘‘İnsan kendisine verilen entellektüel gücü, onu Veren’in gösterdiği istikamette kullanma sorumluluğu altındadır.’’ diyorsunuz. Nedir bu istikamet? O kadar açık mıdır? Bu denli farklı görüş, fırka vs. varken ve bunlar birbirlerini en acımasız biçimde eleştiriyorken, bu entellektüel gücün çok açık olarak gösterilmiş bir istikamet takip etmesi mümkün müdür?

    Kur’ân-ı Kerîm insana özgü entelektüel etkinliğin konusunu, ilkelerini, değerini, anlamını ve istikametini ortaya koyan işaretlerle doludur. Bilindiği gibi Kur’ân’da “âyet” terimi sadece Kitâb’ın birim önermeleri anlamında kullanılmaz. Aynı zamanda kâinattaki fenomenler için de âyet terimi kullanılmaktadır. İnsanı da bu fenomenler alanına katarsak demek ki Müslüman Kurân, kâinat ve insan kitabının âyetlerini okumak, anlamak, yorumlamak ve gereken yerde hayata geçirmek sorumluluğundadır. Bu üç kitap birlikte okunacaktır. Hiçbiri ihmal edilemez. Üstelik üçü de birbiriyle paralel, birini tefsir edecek biçimde okunacaktır. Bunlardan biri ihmal edildiğinde okumalarımız, vahiy, bilim veya insan gerçeğinden mahrum kalır. Âyet terimine gösterge (delîl, gösteren, sign) anlamını verirsek her âyet bizim entelektüel dikkatimizi bir yere yönlendiriyor, ona istikamet veriyor demektir. Şu halde âyetlerin gösterdiği yere gidilecektir. Yollara dikilmiş işaretler gibi… Hiç kimse trafik levhalarına sarılarak, onun dibinde kamp kurarak, bu levhalarda yazılı olanları sadece tekrar ederek o levhanın gösterdiği yere gidemez. “Bu denli farklı görüş, fırka vs. varken…” demeniz bile bir istikamet (metodoloji) problemi yaşadığımızı gösteriyor. Müslüman entelektüellerin Kur’ân, kâinat ve insan kitabının birlikte okumak suretiyle bu metodoloji sorununu aşabilirler. Yeter ki “tahkîk” ehli olmaya karar versinler. Her biri herhangi bir epistemik topluluğun “taklitçi”si olmayı sahil-i selamette olmakla bir tutar ve bu farklılıkları zenginlik ve rahmet sayarak “tahkîk”e yönelmez, bu birikimleri “tevhîd” etme istikametinde aşmaya çalışmazsa sözünü ettiğin açmazdan kurtulamayız.

    Kur’an’ı anlama yolunda felsefî tecrübenin rolü ve değeri hususuna Yitirilmiş Hikmeti Ararken adlı kitabınızda tefsir tarihinden de örnekler vererek değiniyorsunuz (Fahreddin Razî ve Elmalılı Hamdi Yazır’a atıf yaparak). Ancak felsefenin bugün geldiği yer itibariyle (günümüzde felsefe anlayışına Nörofelsefe’nin hâkim olduğu görüşlerini de dikkate alırsak), aynı önemin bugün de geçerli olduğunu söyleyebilir misiniz? Müslüman bir felsefecinin/filozofun mevcut felsefi tartışmalara/görüşlere hakim olması, geçmişte olduğu gibi bugün de Kur’an’ı anlamasında ona yeni buutlar sağlayabilir mi? Bu arada geçmişte bir kısım din bilgininin felsefi çabayı bir ilhad, bir dinî sapkınlık olarak değerlendirdiği biliniyor. Bu bugün için de geçerli değil mi? Son olarak şunu da sormuş olayım: Orta Çağ’dan sonra kendi gelişimini tamamlama fırsatı bulamamış, tüm imkânlarını tüketememiş İslam felsefesinin günümüzde yeniden üretilmesinin/teşekkülünün zaruretinden bahsediyorsunuz. Bunu nasıl başarabiliriz?

    Gerçekten Fahreddin Razi ve Elmalılı tecrübesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Elmalılı tefsiri 20. yüzyılın Razi tefsiri idi. Her ikisi de çağlarının felsefe birikimini iyice hazmetmiş, sorgulamış ve kendi ilm-i kelamlarıyla bütünleştirmişlerdi. Bu onların çağının tanığı oldukları anlamına geliyordu. 21. yüzyılın Müslüman entelektüeli elbette Descartes ve Kant okumalarıyla yetinecek değildir. Nietzsche’nin “Lâ ilâhe” diyen, ama “İllallah”a gelemeyen nihilist Batı eleştirisini, Heidegger’in Platon’dan beri Batı filozoflarının ‘‘varlık’’tan uzaklaştığı ve ‘‘düşünme’’yi unuttuğu tezini, Derrida’nın Batı düşüncesindeki kavram ve değerler hiyerarşisine yönelttiği dekonstrüksiyonu; bu türden radikal eleştiri akımlarına mukabil, Batılı gelenekten feyz alan görüşleri de mesela McIntyre’ın Aristocu erdem ahlakı kuramını, Etienne Gilson’un Yeni-Thomasçılığını bilmek durumundadır. Makro planda ortaya atılan genel izafiyet kuramını veya astrofizikteki big bang teorisini, mikro planda ise kuantum mekaniğini felsefi ve teolojik tazammunlarıyla bilmek, bu konulardaki tartışmaları izlemek zorundadır. Bu çağda Müslümanların önemli bilim, felsefe ve sanat insanları yetiştirmek mecburiyetinde olduklarını yukarıda belirtmiştim. Günümüzde Müslümanların çoğu İslam âlimi deyince sadece geleneksel fıkhı iyi bilen insanları anlıyorlar. Ben ise İslam âliminden çok-disiplinli birikimlere sahip, çağının tamamen farkında, bilgi ve düşünce üreten, araştırma ruhunu ciddiye alan Müslüman mütefekkiri anlıyorum. Entelektüel olmak böyle bir şey çünkü… Sorunuzun son kısmıyla bağlantılı olarak söylersek; felsefe çalışmanın önemsiz ve gereksiz bir şey olduğunu ileri sürmek ciddi Müslüman entelektüeller tarafından öyle kolayca ileri sürülemeyeceğine göre 21. yüzyıl başlarında bir Müslüman felsefe geleneği üretmenin imkân ve zorunluluğu üzerine iyice kafa yormamız gerekir. Çağdaş İslam düşüncesine kazandırdığınız her yeni felsefî perspektif, sizi temin ederim ki, din ilimlerinin gelişmesini de olumlu yönde etkileyecektir. Çünkü klasik gelenekte de böyle oldu. Teolojisiz filozofi, filozofisiz teoloji olmaz. Nitekim din ilimleri geleneğimizde felsefe ve mantık bilen âlimler bilmeyenlerden her zaman daha iyi performans sergilediler. Bundan başka olarak iyi felsefecilerimiz olursa din-bilim, din-felsefe, felsefe-bilim ilişkileri konusunda yaşadığımız sıkıntıların daha çok bilincinde olur ve aşma yönünde düşünce modellerini daha kolay geliştirebiliriz.

    İbn Salâh’ın meşhur “el-Felsefeh üssü’s-sefeh” (Felsefe beyinsizliğin üssüdür!?) şeklindeki fetvasını entelektüel hayatımızın ‘‘üssü’’ yaparsak, bize sorarlar: Quo Vadis? Felsefeyi ilhad olarak kavrayan akımlar olmuştur ve şimdi de vardır. Bu kimseler öncelikle mücerret felsefî etkinlikten mi, yoksa herhangi bir felsefî teoriden mi söz ediyorlar, bunu açıklıkla ortaya koymaları gerekir. Keşke bunu açıklıkla yapsalar, bunu yapabilmek için ciddi bir felsefe birikimine sahip olmak gerekecektir çünkü. İslam entelektüel geleneğini oluşturan ana akım, felsefeyi bir aklî ilimler sistemi ve hikmet doktrini olarak kavramıştır. Bu akımın mensupları karşımıza doğrudan feylesof olarak çıkmıyor ise mutlaka kelamcı ve sufi düşünür olarak çıkar. İmdi bize düşen İslam entelektüel geleneğinin sacayakları olan kelam (usûl-i fıkıh dâhil), felsefe (bilim dâhil) ve tasavvuf klasikleri üzerine en azından ve hiç değilse Rönesans insanı hassasiyetiyle eğilmek, bu klasikleri neşir, tercüme, tefsir, tahkik ve tenkit aşamalarından geçirerek 21. yüzyıl İslam ve insanlık âlemi için yeniden keşfetmektir. Eğer içinde bulunduğumuz çağda yepyeni bir Müslüman entelektüel geleneğinin yeniden teşekkülü için ciddi adımlar atılacak ise –ki geleceğimiz için atılması zorunludur- bunun ilk aşaması geleneğimizin taşıyıcısı olan klasiklerimizin yeniden keşfidir. Yukarıda söyledik: İstikbal köklerdedir. Üniversitelerimizle, özellikle İlahiyat, Edebiyat ve Beşeri Bilimler Fakültelerimizle, devletin kurumlarıyla, Diyanet İşleri Başkanlığı’yla, sivil toplum kuruluşlarımızla, yayınevlerimizle, dergi çevreleriyle, araştırma merkezlerimizle, özel ders halkalarımızla bu bilince sahip çıkmalı, bu bilinci yaymalı ve derinleştirmeliyiz.